Demir Özlü “Beyaz, boş kâğıtla baş başa oturmak en dramatik an’dır” Söyleşen: Elif Şahin Hamidi

DEMİR ÖZLÜ

“Beyaz, boş kâğıtla baş başa oturmak en dramatik an’dır” 

1985’te “Bir Beyoğlu Düşü”, 1987’de “Berlin’de Sanrı” ve 1991’de “Kanallar” adını taşıyan anlatı kitapları yayımlanan Demir Özlü, yirmi yıl gibi uzunca bir aradan sonra  “Önünde Boş Bir Uzam” isimli yeni bir anlatıyla okura merhaba dedi. Bunca yıl elbette boş durmadı Özlü, romanlar ve öyküler kaleme aldı. Üstelik yazarlık tasarılarının bittiğini düşünmesine rağmen. 1950 kuşağının önemli yazarlarından Demir Özlü, son anlatısında küreselleşme sonucu oluşan yeni Berlin’i bugünün bakış açısıyla, baba-oğulun kuşak farkını da ortaya koyarak yansıtıyor. Bu son kitapta bir yandan Berlin’i solurken bir yandan da Özlü’nün yazmak eylemi ile olan ilişkisine, bu eylemin sancılarına tanık oluyoruz. “Beyaz, boş kâğıtla baş başa oturmak en dramatik an’dır. Yanılarak, doğacak metnin doğduğunu sanarak, yazar kâğıtların başına oturduğunda ilk cümlelerden sonra yazı kendi kendini, kendi içinden çıkarak, yani kendini doğurarak yürümüyorsa hemen bırakmalı yazmayı” diyen Demir Özlü ile son kitabını konuştuk…    

SÖYLEŞİ: Elif Şahin Hamidi 

1985, 1987 ve 1991 yıllarında kaleme aldığınız anlatı kitaplarının ardından tam yirmi yıl sonra yeni bir anlatıyla okurun karşısına çıktınız. Neden bu kadar uzun bir aradan sonra yazıldı bu kitap?

Başka şeyler yazdım. 91’de kendi yazarlığım açısından üç “anlatı”nın yeterli olacağını düşünmüştüm. Öte yandan yaşamımın bu kadar uzayacağını bilmiyordum. Kendimi bir anlatı daha yazabilmeye yoğunlaştırmamıştım. Bu son yirmi yılda romanlarla öyküler yazdım. Anlatı bu yıl kendini zorladı. Yazıldığından sonra da hemen yayınlandı. Bu yıl mart ayında İstanbul’da yazılmıştı.

 

Bir söyleşinizde, “Kanallar’ı yazdıktan sonra benim yazarlık tasarılarım bitti. Baktım kitaplarıma, ben söylemek istediğim her şeyi söylemişim, diye düşündüm. Özellikle okumak isterseniz, size o üç tane anlatıyı öğütlerim: Bir Beyoğlu Düşü, Berlin’de Sanrı, Kanal Kentlerinde. (…) Bu kitaplarda ben söylemek istediğim her şeyi söylemişim. Kanallar’la benim yazarlık projem bitti. Artık elimi kolumu sallayarak dolaşmak istiyordum biraz” diyorsunuz. Ama görüyoruz ki daha söyleyecek çok şeyiniz var…

Evet, Kanallar 91’de yayınlandıktan sonra söylemek istediğim şeylerin hemen hemen hepsini söylemiş olduğumu düşündüm. Yayınladığım şeyleri tekrar tekrar okumam. Bu bana çok zor gelir. 91’de ruhsal bir rahatlık duydum. Bu rahatlıkla yayınladığım şeylerin bir bölümüne göz attım. Gerçekten bir yazar sürekli yazmaya, yazmayı da yaşamının sonuna kadar sürdürmeye zorunlu değildir. Yazın tarihinde pek çok örnekleri var. O üç anlatı: Bir Beyoğlu Düşü (1985), Berlin’de Sanrı (1987) ile Kanallar’dır (1991). Şimdi üçü, geçen yıl bir arada yayınlandı. Kanal Kentlerinde (2010) günceler kitabıdır. Başka bir söyleşide yanlış not edilmiş. O günceler, yaşamım ile çalışma düzenimin belgeleri. Onları bu açılardan çok seviyorum. Kanal Kentlerinde anlatı değil. 1979 ile 1989 arasında Türkiye’ye hiç gelmeden yurtdışında yaptığım geniş (ve gerçekleştirilmesi zorunlu olmayan)  bir programda Kanallar’ı son kitap olarak düşünüyordum. Zorunlu olmayan bu program tamamlandı ama ne var ki ben başka şeyler de yazmak, yayınlamak zorunda kaldım. Örneğin, geçen eylülde üçüncü baskısı yapılan Tatlı Bir Eylül gibi, şimdi piyasada olmayan İthaka’ya Yolculuk gibi romanlar… Söyleyecek çok şeyiniz var demenizi “iltifat” kabul ederim. Ama bu zamanla belli olur, yani neler yenidir, neler yeni değildir gibi şeyler… Ama 91’den sonra yazdıklarımda da yeni şeyler var sanıyorum. Fakat bunu ben değerlendiremem. Bizde yeterince varolmayan yazınsal incelemelerle anlaşılabilir bu.

 

Bu son anlatı kitabınızda okuru da Berlin’de bir yolculuğa çıkarıyor ve şehrin tarihsel acılarına ortak ediyorsunuz. Okur da yazarla birlikte metroya biniyor, Berlin’in güzel mahallerini keşfe çıkıyor, sakin kafelerde bir nefes alıyor. Yazarı “sen” diye anlatıyorsunuz. Neden birinci tekil şahıs “ben” değil, neden “sen”?

Önünde Boş Bir Uzam, akılcı bir gözle bakılırsa Batı dünyasının en büyük belirleyici merkezlerinden biri olan Berlin’i güncel bir gözle -adeta gazetecilik gibi- yansıtmak istiyor. Arada bir ruhsal ve düşünsel olarak göndermelerle derinleşmek istiyor. Orada yeni Berlin var; küreselleşme sonucu oluşan Berlin. Baba ile oğul -iki kuşak- arasındaki bakış farkı. Bazen dünyanın da, kendi ülkenin de çıkışsız kaldığı dönemler yaşanır. Elbette sonra değişecek bu. Tarihin sonu gelmedi. Yakın gelecekte de, orta gelecekte de çok büyük olaylar olacak. Danimarkalı filozof da, Kleist da dönemlerinin büyük çalkantıları içinde böyle düşünmediler. Tersine Hegel böyle düşündü. 20. yüzyılın Almanya’sı Hegel’le Bismark’ın yarattıkları Almanya’dır. Kuşkusuz bugün de büyük çalkantılara gebe. 1919’da o kaos içinde Rosa Luxenburg ve Karl Liebknecht iktidara gelebilselerdi hem Rusya’daki Sovyet ihtilali güçlenecek, hem de sosyalizm, bütün zor koşullara karşın tek ülkede kalmayacaktı. Şimdi Türkçede 1950’lere kadar söylev (nutuk) anlamına gelen Fransızca “discours” sözcüğünü 1950’lerden sonra felsefe çalışmalarında kazandığı yan anlamlarla “söylem” diye karşılıyorlar. Bu karşılık yeterli mi bilmiyorum. Ama bu anlatı “güncel bir discours” olduğu için “sen” anlatımını seçtim.

 

Kitapta, kendini iyileştirmek için yazdığını düşündüğünü söylüyor yazar. Edebiyatın böyle de bir işlevi var: bir yanıyla şifa verici, iyileştiricidir. Öte yandan da acıtan bir eylem. “Yazı tasarıları kolay kolay gelmez insanın zihnine. Tamamlanmış, senin kabul edebileceğin parlak bir tasarının aniden gelişiyse çok seyrek olur. Onu dahi yazıya geçirirken bazı bölümlerini derme çatma bulursun. Ama yazıp tamamlamalısın” diyorsunuz. Yazma sürecinizi, bu sürecin sancılarını biraz detaylıca konuşabilir miyiz? Sadece beyaz olan kâğıtla baş başa kalma durumunu…

Bu defa ben İstanbul’dan ayrılmadan önce de çok genç bir edebiyat tutkunu benden yazma süreçlerini anlatan bir kitap yazmamı istedi. Çok sevimli bir istek, ama çok romantik. Kendimi dolaylı da olsa ders verecek düzeylerde görmem. Örneğin ben bir “yaratıcı yazarlık” kursunda öğretmenlik yapamazdım. Ama çok deneyi olmuş kişilerce yapılmasına da karşı değilim. Şu kadarını anlatmaya çalışayım; okumak, büyük yazarları okumak edebiyatın en büyük itici gücüdür. Yaşamak, yaşam deneyleri de. Modern edebiyatta bilinçaltı birikimleri çok önemli bir etkendir sanırım. Bir şey çok belirli olmayan çizgileriyle zihninizde beliriyor; bir konu, bir imgeyi canlandırma isteği, bir duyguyu somutlaştırma eğilimi vs… Bunun çizgileri de yukarıda andığım temel etkenlerden alınan güçle belirginleşir, yani okumaya, yaşamaya devam etmekle. Beyaz, boş kâğıtla baş başa oturmak en dramatik an’dır. Yanılarak, doğacak metnin doğduğunu sanarak, yazar kâğıtların başına oturduğunda ilk cümlelerden sonra yazı kendi kendini, kendi içinden çıkarak, yani kendini doğurarak yürümüyorsa hemen bırakmalı yazmayı. Ama bu müsveddeleri atmamalı. Belki on yıl, belli yirmi yıl sonra bilinçli-bilinçsiz yaşam deneyleri sonunda o yazı kendini yazdırabilir. Marcel Proust’un çok gençken yazdığı, kendi başına kalmış, önemsiz sayılmış -yazarın kendisince de- bir öyküsünün sonradan büyük yapıtı Geçmiş Zaman Peşinde de önemli bir yer aldığını Tahsin Yücel çok iyi anlatır. Zaten Yücel’in denemelerinde “yazış “la ilgili çok önemli bilgiler var. Gene bu defa İstanbul’da karşılaştığım olgunluk çağında bir edebiyat meraklısı tanıdığım, bana eski yazarların çok eskide kaldıklarını, en yeni yazarların roman tekniklerini çok geliştirdiğini söyledi. Asla doğru değil. Modern romanın kurucusu 19. yüzyılın ilk yarısında yazmış olan Balzac’tır. Onu tanımadan, incelemeden roman yazılamaz dersem, sanırım yanlış bir şey söylemiş olmam. Yazmak bana hem büyük bir mutluluk, hem de yazma sürecinde acı veriyor. Yazma süreci sporcuların kampa çekilmeleri gibidir, ama tek başına bir kampa. Redaksiyon da önemli tabii. Bir çağdaş metnin göndermeleri de olmalı. Bir kitap yazmaya oturmak için ruhsal bir yükselme duymalıyım. Anlatı yazarken hemen her gün yazmak gerekiyor. Her defasında sinirsel ya da duygusal bir sarsıntı geçiriyorum. Yazarlık yükü bilinçaltındadır sanıyorum. Salt bilinçle yazanlar didaktik ya da ticari şeyler yazabilirler gibi geliyor bana.

                                                                                                 

“Senden ne kadar uzak yaşamış olsam da, benim bitimsiz kentim sensin” diyorsunuz Paris için. Şu an Stockholm ve İstanbul’da yaşıyorsunuz ve de İstanbullusunuz. 80 askeri darbesi sonucu vatandaşlıktan çıkarıldınız ve Türkiye’den uzaklarda yaşamak zorunda kaldınız. Bir göçebelik, yersiz yurtsuzluk hali söz konusu. En çok nereye ait hissediyorsunuz kendinizi? Bu aidiyetsizlik, yazınınızı nasıl besliyor?

İstanbul’da doğdum. Dört yaşla on dört yaş arasında ailemle Batı Anadolu’nun ilçelerinde dolaştım. On dört yaşında İstanbul’a, liseye yatılı öğrenci olarak döndüm. On yedi yaşında gündüzlü öğrenci oldum. Ben on sekiz yaşında üniversiteye başlamışken babam bazı akrabalarımızla birlikte Fatih’teki apartmanı inşa ettirdi. Bir dairede özel odam oldu. İstanbul’da Beyazıt’taki üniversite kantininde ve Beyoğlu’ndaki Baylan Pastanesi’nde kalabalık yazar, sanatçı toplulukları haline geldik. Birbirimizden çok şey öğrendik. Bohem hayatı başladı. 61-62’de Onat Kutlar’la birlikte Paris’ e gittik. Paris bizim kültür kentimizdir. Daha gitmeden önce hem Fransız edebiyatını hem de Paris’i tanıyorduk. Bizim kuşak Paris romantizmi yaşıyordu ve hangi koşullarda olursa olsun oraya akmıştı. Yeni kuşaklarda böyle eğilimler yok sanıyorum. Daha çok bu kolaylaştırılmış üniversiteleri bitirerek ABD’ye master ya da doktora yapmaya gidiyorlar. Sonra ancak1974’de pasaport alabildim. Ulla -İsveçli karım- ile ilk defa gene bir Paris ikameti sonrası İskandinavya’yı gördüm. 1979’da küçük oğlumun yurdumuzdaki olaylardan rahatsız olması sonucu Stockholm’de oturmaya başladım. On yıl yurduma hiç dönmedim, dönemedim. Bana yapılan şeyleri anlatmayı küçüklük sayarım. İstanbul’daki ev haklı olarak satıldı, yıkıldı. Akrabaların nüfus ve ahlaksal değişime katlanamıyorlardı. Yerine üzerinde mozaikle “maşallah” yazılı gudubet bir bina yapıldı. 90’lı yıllar. Bugünkü İstanbul estetik olmayan mimari yapısıyla da, oraya üşüşmüş nüfus yapısıyla da bizim İstanbulumuz değil. İstanbul’u özlüyorum dersem yalan söylemiş olurum. Paris’e gelince; oraya 61’de ilk defa gittiğimde İstanbul nostaljisi de yaşamıştım. 74’te Paris’e gittiğimde yeniden sevemedimdi orayı. Son yıllarda sık sık gittim, Paris’i yeniden sevdim. Ben Türkiye kültüründen ne kadar beslenmişsem, Fransız kültüründen de o kadar beslendim. Şimdi otuz iki yıldır oturduğum İsveç de bana çok şey öğretti. Burada yaşamın niteliği çok yüksektir, insana da rahat verirler. Çok karışık şeyler söylüyorum, değil mi? İnsan bu. Karmaşık bir varlık. 1962’de Türkiye İşçi Partisi’ne üniversiteden ilk girenim. İlk parti programını yazanlardan biriyim. O insanları genç kuşaklar tanımasa da birer lejanttır onlar. Ama bizi siyasi arenadan uzaklaştırdılar. Siyasi kadrolar, dönem dönem hep niteliksizlik kademeleriyle alçaltılarak, bugünkü en alt kademeye indirildi. Daha aşağı bir kademeye indirilebilir mi? Buna da hayır diyemem. Gerçekten kaçılamaz; şimdi aidiyetsizim. Her yerde bir ziyaretçiyim. Türkiye’deki siyasi ve etnolojik değişim bende kök bırakmadı. Yalnız Türk diline bağlıyım. Türk dilinde bir kitabımın çıkması beni en çok sevindiren şey. Bu köksüzleşme yazmamı besliyor, hem de fazlasıyla.

 

İstanbul ne ifade ediyor sizin için? “Aslında İstanbul’daki mahallenden çıkmak istemezdin. En mutlu olan insanların doğdukları yerde yaşayıp ölen insanlar olduklarını düşünüyordun” diyorsunuz. İstanbul dışında da yeterince mutlu olabiliyor musunuz?

Doğduğu yerde yaşayıp ölen insanlar gerçekten en mutlu insanlarmış gibi geliyor bana. Onlara imreniyorum. İstanbul dışında da mutlu oluyorum. Tersine günümüz İstanbul’unda mutlu olamıyorum. Elbette genç kuşaklar orada yaşayacaklar, orada mutlu olacaklar.

 

Sevgilisi Vogel’le birlikte intihar eden Alman şair-yazar Heinrich von Kleist’ten bahsediyorsunuz: henüz on beş yaşınızdayken sizde yazar olma ateşini yakan, teşekkür borçlu olduğunuzu dile getirdiğiniz Kleist. Bu yazarın sizin için öneminden ve size kattıklarından konuşabilir miyiz?

Kabataş Lisesi’nde edebiyat öğretmenim büyük edebiyat adamı Behçet Necatigil, öğrencilerine Alman Romantik Yazını’nı tanıttı. Öteki öğrenciler ne kadar ilgilendiler bilmiyorum. Önce kendi çevirisi Eiherdorff’un Bir Haylazın Hayatını okuttu sınıfta, sonra Rilke: Malte’nin Notları. Ben sonra akşam etütlerinde Keller’i okudum. Ardından Hoffman’ı, Chamisso’yu, sonra da Kleist’ı. Alman romantik edebiyatı Fransız romantik edebiyatından kat kat üstündür. Kleist’daki kötümser ama parlak yazışı, o çifte intihar olayı beni çok düşündürdü. Bunda bir derinlik buldum. Çağıyla da ilgilendim. O genç bir yazarken Napolyon Almanya’yı işgal etmişti. O zamanki Napolyon, cumhuriyetçi fikirler taşıyordu, krallıkları, imparatorlukları Avrupa’da yıkmak istiyordu. Almanya’da da çok taraftarı vardı. Kleist işgalci Fransız ordusuna karşı Alman ordusuna girmeyi tercih etti. Bu ulusalcı tutumunu yüz yirmi yıl sonra Nasyonal-Sosyalist ideoloji istismar etmek istemiştir. Nietzsche’ye de yaptığı gibi. Ben hiçbir yere ait değilim, ama ölçülü bir biçimde ulusal onurumu koruyorum. Fakat bu ulusal gurur bugünkü Türkiye rejimine ve toplumsal örgütlenmesine dönük değil. Türkiye’nin bağımsız olduğu dönemlere, Yeni Osmanlılardan beri mücadele edenlerin tarihine bağlı. Doğru olan budur. Beni Kleist kadar, Necatigil de edebiyata itti.

 

Edebiyat tarihi intihar eden yazarlarla dolu: Virginia Woolf, Ernest Hemingway, Viladimir Mayakovski, Jack London, Sadık Hidayet vs… “İnsan yaşama dayanmalı, sonuna kadar yaşamalıdır. Ama o yolu tutanlara da derin bir saygı duyarım. (…) Yaşam kadar ölüm de saygıdeğerdir” diyorsunuz. Bu insanlar için yaşamı dayanılmaz kılan, kendi hayatlarına son vermeye iten neydi sizce? Derin acıma duyguları olan insanların öteki insanların üzerine çıkarak onları ezmediklerinden, tersine, ellerinden geldiğince bu çarkı terse çevirmeye çalıştıklarından bahsediyorsunuz. Edebiyatla-sanatla uğraşan insanlar da çarkı tersine çevirmeye çalışanlardan olsa gerek; bu yükün ağırlığı da insanı intihara sürüklüyor diyebilir miyiz? 

Doğru, edebiyat tarihinde intihar etmiş yazar çoktur. Zaten yazış, ölümün bir sahilinde yol alır. Sonra da ölümü aşar. Kuşkusuz bütün intihar olaylarının yapısı karmaşıktır. Birçok öğe birden vardır olgunun içinde. Bu ismini yazdığınız yazarlar içinde Sadık Hidayet’in, Mayakovski’nin, Hemingway’in intiharları üzerine ne buldumsa okudum, bilgi toplamaya çalıştım. Hidayet’in ölümünde tam bilmediğimiz birçok öğesinin arasında toplumunun istenildiği gibi uygarlaşamayacağı gibi kendi toplumuna dönük kötümser sezgileri de var sanıyorum. Mollalar gericiliği üzerine sezgileri Kör Baykuş adlı romanında imgeler olarak vardır. Bunu yazmıştım: Samuel Beckett’in Terzisi (2003) adlı kitabımın içinde, (sayfa: 17) İran’ı bugünkü haline getiren Musaddık’a karşı düzenlenen CIA darbesidir. Günümüz siyaset yorumcuları bunu çoktan unutmuş görünüyorlar. Petrol sahibi ülkelere emperyalizm rahat vermiyor. Daha da rahat vermemeye devam edecek. ABD’nin sağda solda yenilmesinin hiç önemi yok, onlar açısından. Çünkü bu ülkede zenginliğin devamı çarkı savaşlarla dönüyor. Onlar da kendi fakir ailelerinin çocuklarını böyle feda ediyorlar. Aynı bizim gibi. Hemingway’in intiharında birçok öğenin yanında babasının da intihar etmiş olması var. Güçlü olma isteminin devam etmesini istemesi gibi. Castro’nun arkadaşı olup CIA’ce izlenmesi gibi. Bir de İtalya’da çok genç bir kıza aşık olması gibi. Büyük şair Mayakovski’nin Sovyet İhtilali’nin gidişinden memnun olmaması üzerinde çok durulmuştur. Ama son yıllarda Lili Brick’e aşıkken, aktrist bir kıza duyduğu aşk da karışıyor işin içine. Olabilir. Şairlere ani bir aşk çarpabilir.

Previous Story

Deliliğin Tarihi – Michel Foucault

Next Story

Kelimeler ve Şeyler / İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi – Michel Foucault

Latest from Elif Şahin Hamidi

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ