Güzel ülkemizde, çelişkilerle yüklenen bu topraklarda, her şey yangından mal kaçırılırcasına yapılıyor, ne acı. Bu zulümdür, ayıptır. Utanmazlar ve aymazlara sesleniyoruz: Bu ülkede ar, edep nedir bilenler karşısında utanın artık!
“Dersim” üzerine yapılan “tartışmalar”ı radyolardan-tv’lerden dinleyen-izleyen, basından okuyan dikkatli yurttaşlar fark etmişlerdir, kuzu postuna girmiş kurtların gerçeklere iki yöntemle saldırdıklarını. Birincisi, ülke gerçeklerini bellek silme yoluyla önemsizleştirmek için dikkati hep “vesayet rejimi’nden kurtuluş reçetesi olarak ‘demokrasi maskarası’na çekmek’ İkincisi de, toplumun sınıfsal, kültürel ya da tarihsel sorunlarında herhangi birini öne çıkararak devletten, hükümetten ya da bir kurumdan hesap sormaya kalkanların elindeki ?kozları? bir katakulliye getirip başka hedeflere saptırmak ya da içini boşaltmak? Ülkemizde her iki yöntemin ?başarı?yla uygulanmasında kullanılan araç ise medyadır; bütün iletişim kanallarının kurtların eline geçtiği koşullarda basın, radyo-tv, internet üzerinden biçimlendirilen toplumsal algının zamanla subliminal (bilinçaltı) telkin yöntemleriyle derinleştirildiği görülmektedir.
Bu durumu, bugünlerde “gündemleştirilen Dersim” çerçevesinde kısa ve özlü biçimde örnekleyerek, tarihsel ?Dersim katliamı?nı edebi dil ve yöntemle anlatan bir roman çizgisinde değerlendirmek istiyoruz. ?Dersim katliamı?nı bugünlerde gündemleştirenlerin ortak noktası, sorunu tarihsellik ve bütünsellik içinde ele almayıp kendi asıl hedeflerine göre bir ucundan tutmalarıdır. AKP hükümeti, her konuda olduğu üzere bu sorunu da özünü boşaltarak sorunun muhataplarını “yandaş” haline getirmek için siyaset yapmaktadır. Recep Tayyip Erdoğan?ın açıklamalarında referans aldığı ?Son Dönem Din Mazlumları? kitabının yazarı Necip Fazıl Kısakürek?in, bir halkın toplumsal-kültürel hakları için ayağa kalkışını çarpıtarak ‘din’ temelli değerlendirdiği ortadadır. 1943?te çıkarmaya başladığı ?Büyük Doğu? dergisi ve 1949?da kurduğu Büyük Doğu Cemiyeti’yle başbakan dahil bugünkü yöneticilerin çoğunluğunun yetişmesinde etkili olan Necip Fazıl Kısakürek’in, 1945’te Aziz Nesin, Sabahattin Ali ve Behice Boran?ın da yazılarının yayımlandığı Tan gazetesinin basılıp matbaanın yağmalanmasını örgütleyen kişi olduğunu unuttuğumuz mu sanılıyor. “Çile”keş teşaürün katliamcılığının, 1970?lerde yaşanan ?Kanlı Pazar? başta olmak üzere birçok olayda fikir babalığıyla sürdüğünü de biliyoruz. Dolayısıyla devlet adına özür dileyen mevcut egemenlerin timsah göz yaşı döktüklerini, geleneksel olarak baskı ve sömürüye karşı dirençli damara sahip olan Dersim halkının elinden ?hak silahları?nı almaya yönelik manevra olduğunu da görüyoruz. Çünkü, aynı başbakanın, Osmanlı?da Alevi-Kızılbaş Türkmenlerin katlinin vacip olduğuna dair fetva yayımlayan Ebussuut Efendi?yi göklere çıkardığını aklımızdan hiç çıkarmıyoruz.

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ise, halkın ensesinde boza pişiren sermaye sınıfının bir kanadı olarak ülkenin beline yerleştirdikleri tahtaravallinin kendine ayrılan kanadına basıyor ve halkın baskılanıp sömürülmesine ?katkı?da bulunmaya devam ediyor. Kişisel tarihinin arka planında yer alan ?Dersim katliamı?nın sınıfsal-siyasal gerçekliğinin bütün cepheleriyle ortaya konması yerine ?Arşivler açılsın!? diyerek topu taca atıyor. ?İnsanları mağaralarda fareler gibi öldürdük.? diyen bir zamanların Emniyet Genel Müdürü, Bakanı ve vekaleten Cumhurbaşkanı olmuş İhsan Sabri Çağlayangil?le yaptığı görüşmelerin dökümlerini bile ortaya koymaktan imtina edinen Kılıçdaroğlu?nun tavrının da ne kadar manidar olduğu ortadadır.

Türkiye sermaye sınıfının siyasi temsilcilerinin yaptığı kayıkçı dövüşü, toplumun gözünü boyamak çerçevesinde sürerken, bu konular üzerinde yıllardır araştırma-inceleme ve değerlendirme yapan birçok kişiyle ilgili de davalar açılmaya, kitapları yasaklanmaya devam ediyor. Hüseyin Akar, bunlardan biri; bir diğeri emekli öğretmen Mustafa Elveren, bu konuyla ilgili aleyhine açılan onlarca davayı takip etmekten yorgun düştüğünü söylüyor ve başbakana şöyle sesleniyor: ?Ey, Başbakan! Bu hünerli savcılarınız size de aynı şekilde dava açabilirler mi? Nerede o cesaret onlarda! Ancak bizim gibi gariban halk çocuklarına gücü yetebilir bu ?vatansever? yargıçlarınız. Nasıl olsa her zaman bir ?BÖLÜCÜLÜK? bahanesiyle suçlayabiliyorlar.? Bu feryat da gösteriyor ki, sorunun gerçek muhataplarının bütünlüklü sorgulayıcılıklarından korkan egemenler, gerçeklerin tüm çıplaklığıyla gün ışığına çıkmasından korktukları gibi sorunların temelden çözümünde ?eşitlik ve özgürlük? ilkesinden ne kadar uzak oldukları ortadadır. Dersimlileri temsilen açıklama yapanların, TBMM?de görüşme yapanların da çubuğu geçmiş-gelecek diyalektiği çerçevesinde niye şu noktaya bükmediklerini anlamak da mümkün değil; Zazaki kültürünün, Dersim bölgesindeki kutsalların ve o güzelim doğanın HES denilen barajların altında kalmasını hedefleyen projelerin uygulayıcısı olan sermaye sınıfından hesap sormak? Dersim?de uygulanmaya çalışılan ?HES?ler de ?modern katliam? değil mi?

Tarihsel olguların bilimsel yöntemlerle incelenmesi ve değerlendirilmesi yanında, özellikle toplumsal acılara, kişilerin belleklerinde derin yarılmalara neden olan katliamlar, sürgünler başta olmak üzere ?acılara yol açan olaylar?ın duygusal boyutlarının da mutlaka dikkate alınması gerekir. 1937-38 süreci ve bu dönemde gerçekleşen ?Dersim katliamı?nın bütünlüklü değerlendirilmesi bir dergi yazısının sınırları aşacağı için çok önemli bir saptama çerçevesinde Haydar Karataş?ın kaleme aldığı ?Gece Kelebeği / Perperık-a Söe? romanındaki ?duygusal boyutlar?a dair değerlendirme yapmaya çalışacağız. Önce, kitabın künyesi ve yazarı hakkında bilgi verelim. İletişim Yayınları?ndan 2010?da iki baskı yapan bu roman 255 sayfadan oluşuyor. Zürih?te 11 Şubat 2009?da yazımı sonlanan ?Gece Kelebeği?nin yaratıcısı Haydar Karataş ise, 1973?te Dersim?in Hozat ilçesine bağlı Haçeli köyünde doğmuş. Köyünde okul olmadığından babası onu sırtına alarak 1938?de askeri kışla olarak kullanılan binada faaliyet yürüten yatılı okula yazdırır. Zazaca dışında dil bilmeyen Karataş, Türkçeyi burada öğrenir. Lise?yi İstanbul?da bitiren yazar, sol siyasal çalışmalarından dolayı 1992?de hapse atılır ve 2002?de tahliye olduktan sonra da İsviçre?ye gider. Burada bir yandan çalışıp diğer yandan üniversite okumaya devam eder. Kısa yaşam öyküsünden anlaşılacağı üzere yazarın kendisi de, Dersimlilerin yaşadıkları büyük kıyımın arka planında yer alan ve egemen sınıfça-devletçe ?tehlikeli? görülen bir halkın çocuğu olarak baskılardan, acılardan payına düşeni yaşamış kişilerden. Dolayısıyla romanı okuduğunuzda bu acıların derinliklerinde yer alan çelişkileri, çatışmaları canlı bir tanıkmışçasına ?içten? algılayabiliyorsunuz. Yazar, bölgenin coğrafi, sosyal ve kültürel özelliklerine hakim biri olarak, bizi oradaki yaşam, söz varlığı hakkında da roman dikliyle bilgilendiriyor. Doğrusu bir edebiyatçı olarak çokça yararlandığımı söylemeliyim folklorik ve sosyolojik açıdan.

Kocası, askerler tarafından öldürülen Fecire kadının kızının, çocukluğundan itibaren tanık olduklarını onun gözüyle ve zengin bir gözlemci bakışıyla anlatan yazar, katliamın betimlemesini şöyle yapar romanın başında: ?Yeniden tak tuk, uvv, uvvv diye silah sesleri geldi. Hava, metalimsi barut kokusuyla doldu. Sustu. Her yer sustu. Meşe dalına bir serçe konsa, gök gürleyecekmiş gibi bir sessizlik oldu.? (s.14) Türk kökenli Olbeg?in yöredeki Zazalarla akraba olması, onun torunu Hıdır Bey?in bu çatışmada ölmesi, o güne kadar dağlık ve korunaklı Bahtaryan köylerine girmeyen askerlerin tek tek köyleri ele geçirmesi, katliam ve sürgünlere devam edilmesi öykülenir. Romanın adının kaynağını ise küçük kızın ağzından şöyle dile getirir yazar: ?Annem iki küçük dalı birbirine bağlayarak ince söğüt dallarından bir bebek ördü bana. Çok güzel bir bebekti, yapraklardan elbiseler giydirdik. Otlardan saçlar taktık başına. Tütün yaprakları gibi sararmış iki meşe yaprağından bir etek giydirdik bebeğimize. Annem benimle konuşur gibi bebeğimizle konuşuyordu. Bebeğe isim aradık. Türkçede ?Gece Kelebeği? anlamına gelen ?Perperık-a Söe? ismini verdik.Bu ismi neden verdiğimizi ben de bilmiyorum. Sanırım, bebeğimize giydirdiğimiz eteğin sarımsı iki meşe yaprağının kelebek kanatları gibi durmasındandı.? (s.18) Annenin bundan sonra çocuğuna Zazaca masallar anlattığı, söze ?Güzel gece kelebeğim? diye başladığı vurgulanır. Bir bakıma romanın leitmotifi (yinelenen nitelik) olur ?gece kelebeği?.

Küçük kız, annesinin ilk evliliğinden olan Baki ve Ali Rıza?nın Kemah civarında öldürülmesinin hikayesini, babası öldürüldükten sonra annesini öğrendiğini anlatır. ?Annem, Ali Rıza?nın ölmesinden çok, o tepeye yalnız gömülmesine üzülürdü. Baki ile Ali Rıza?nın hikayesini bana her anlattığında ardından Zazaca bir ağıt mırıldanırdı.? Burada insanın duygusallığının, moral değerlerinin ne denli önemli olduğu, oğlunun yalnız gömülmesine üzülen annenin iç dünyasıyla dile getirildiğini görüyoruz. Bugün, Dünya?nın her tarafında olduğu üzere ülkemizde de gerçekleşen katliamlara maruz kalanların torunlarından özür dilenmesi kadar önemli olan, o insanların ?itibarlarının iade edilmesi?nin ötesinde bıraktıkları değerlerin yeni koşullarda insani açıdan sürdürülebilir kılınmasıdır.
Katliamdan sonra Ovacık tarafındaki dayısı Kahraman Salih Bey?in köyü Zeranik?e gitmek üzere yola çıkan kız ve annesi, tepelerde askerlerin eline geçmesin diye serbest bırakılan keçilerle karşılaşırlar. ?Böyle kaç gün dağlarda yürüdük hatırlamıyorum. Sonradan Werozlar?dan Ovacık?a kadar olan mesafeyi gözümün önüne getirdiğimde bu yolun dağlardan üç dört gün sürmüş olabileceğini düşünüyorum. Aslında Ovacık?a gitmek için orman yolu vardı. Bu yol hem çakılsızdı hem de sarp dağları aşmaktan daha kolaydı. Ancak biz, hayatımızın içerisine saplandığı zorluğu görüyormuş gibi daha çetin olanı seçmiştik. İnsanlardan ne kadar kaçarsak, hayatta kalma şansımızın o kadar fazla olacağını biliyorduk.? (s.21) ?İnsanlardan kaçmak?la ?hayatta kalmak? arasında böylesine güçlü bir bağın kurulduğu bir dönemin yarattığı travmayı anlamak? İşte bu duyguyu algılayan her beyin ya da yürek, dünyanın neresinde ve kimlere yapılırsa yapılsın, tüm katliamlara karşı tavır koyar.

Savaşların, katliamların büyük yıkımlara yol açtığı bilinir; o zor koşullarda açlık ve yoksulluk diz boyudur; Dersim?de kıyıma uğrayan Fecire Hanım?ın ailesi de ?açlıkla terbiye edilmek istenenler?dendir. O yöredeki bitkileri, o dönemde açlığa karşı doğadan nasıl yararlanıldığını, zor koşullarda dinsel inanç ya da geleneklerin nasıl aşıldığını betimleyen şu bölüm önemlidir. ?Nenem bir gözünün toprağa baktığını söylüyordu, ama dayım, kız kardeşi ile yeğenini götürmeliydi. Bizi götürmemişti ve kar yağmaya başlamıştı. Annemin tüm yol boyunca bana anlattığı güzel yemekler ise yoktu. Hırsızlardan geriye kalan buğdayları kaynatıp yemiştik. Tek yemeğimiz goni denen acımsı bir dikenin yılan gibi kıvrılan kökleriydi. (?) Hayatta kalmamız gene de bizi bir gece derdest eden o üç Ermeni sayesinde oldu. Geceleri çıkıp gelen Ermeniler, bir iki sefer balık getirdi. Külün içine gömülmüş balıkları yemek, goni yemekten iyiydi. Ve bir gün iki kocaman domuz getirdiklerinde, evin gizli yerlerinden çıkan iki kadın ile çocuklarda bir sevinç başladı. Nenem, bu yaşa kadar domuz yememişti, bundan sonra da mundar bir eti yiyip cehenneme gitmek istemiyordu. Buna rağmen domuzlar yüzülüp ocaktaki közün üzerinde etler piştikçe nenem daha önce söylediklerini unutarak çiğnemeden yutmaya başladı.? (s.24-25) Burada dikkat çekilen bir başka önemli nokta da şöyle dile getirilir: ?Nenem, oğlu Kahraman Bey?e kızıp duruyordu. Ona göre, başımıza gelen her şeyin sorumlusu dayımdı. Baki ile Ali Rıza?nın ölüm sebebi, amcalarına uyup anneme birkaç tarla vermemesiydi.? (s.25) Görüldüğü üzere Zaza ve Alevi olmak, feodal toplum geleneğinin, egemen sınıf kültürünün aynı zamanda erkek egemenliğine de dayandırılmasının önünde engel değil. Orada da sınıflı toplumun tüm çelişkileri bir biçimde kendini dayatıyor.

Romanda birçok gelenekten örnek uygulamalar da anlatılmaktadır. Biri şöyle: ?Nisan ayının başlarına denk gelen bu ateş yakma, baharı karşılama töreni, beri bayramıydı. Odun yığınları arasına yerleştirilen saman torbası eğer patlayarak yanarsa, o yaz bereketli geçecek, buğday bol başak verecek, meşkler dolu ayran eksik olmayacak, tencereler ocaktan inmeyecekti.? (s.28) Böyle bir geleneğin yörede yaşayan Ermenilerle ortak sürdürüldüğünü de anlıyoruz romanın akışından. ?Kirkor Amca?nın kızı Meri?nin söylediğine göre, ateşin iyi yanmaması kışı kovmamış, baharın gelişini müjdelememişti.? Bu zor koşullarda insanların yaşamlarını nasıl sürdürme çabasında olduğunu da şu cümlelerden anlıyoruz: ?Sanırım, 1939 sonbaharının nasıl bir sonbahar olduğunu bana en iyi hatırlatan olay, dayım Kahraman Salih Bey?in ahırında gördüğüm bir manzaraydı. Ateşin yakıldığı köşede bir palamut yığını vardı. Palamut, tuza yatırılmamış zeytin meyvesinden daha acı, kara meşe meyvesidir. Annesiyle kızı ateşin kenarında kuruttukları bu palamutları bir el değirmeninde öğütüyorlardı.? (s.32)
Aynı coğrafyada yaşayan toplulukların farklılıkları kadar, tarihsel olarak yarattıkları ortak değerlerin de ne denli önemli olduğunu gösteren anlatılara da sıkça rastlıyoruz romanda. Annesiyle kendisini dayısının evinden alıp ?geleneklerin sürgünü?ne tabi tutarak başka bir köye götürmek üzere gelen Ali Hüseyin?le ilgili anlatılan şu paragraf önemli: ?O da bizden ayrılınca annem, ben, koyunumuz ve Ali Hüseyin kaldık. Ali Hüseyin depremde tüm akrabalarını kaybetmişti. Dediğine göre Çanakkale?de savaşmıştı. Yol boyunca Ali Hüseyin, anneme Çanakkale anılarını anlattı. Nasıl yaralandığını, askerlerin ölüleri arasında nasıl ölü numarası yaptığını anlatıp durdu. Gittiğimiz yol da neymiş, onlar Çanakkale?ye iki ayda gitmişlermiş?? (s.40)

Ezilenlerin başkaldırmalarında doğru bir önderlik yoksa, her zaman kandırılmaya ve yenilgiye uğradıklarını tarihsel olarak biliyoruz. Sevgili dostum Necdet Uygun, Newroz gazetesinde yayımlanan ?Katharlar?dan Dersim?e? başlıklı yazısında bunu çok çarpıcı bir örnekle somutlar. ?Ortaçağda Anadolu Aleviliğine benzer inanç sistemine ve yaşam kültürüne sahip Katharlara, Roma kilisesinin orduları sefer üstüne sefer yaparlar. Bu seferlerden birinde(1209), Fransa?nın Abil bölgesinde Katharların yaşadığı Biziers şehrini büyük bir orduyla kuşatırlar. Şehrin katedraline sığınan halkı yok etmek için katedrale saldırırlar. Ancak bir sorun vardır. O kalabalık içinde Hıristiyan olanlarla Katharları ayırmak mümkün değildir. Kılıçlarında kan damlayan baronlar başpapazın önünde diz çöküp sorarlar, ?Kathar sapkınları katedrale sığınmış, onları korumak isteyen halk, Katoliği, Yahudisiyle aralarına karışmışlar, Tanrının kullarını şeytana tapanlardan nasıl ayıracağız?? Hareketi Roma adına yöneten başpapaz, ?Hepsini Öldürün, tanrı kendi kullarını öte dünyada ayırır? diye yanıtlar. ?Silahımız inancımızdır? diyen ve silah kullanmayı reddeden Katharlar çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirilir. Bu katliam, saltanat erbabının ajanda kaydına, Allah adına sapkınları cezalandırdık olarak geçer. Gazalarını kutsarlar. Katliam yapanların katliamlarını haklı göstermeye yarayan bu yaklaşım tüm coğrafyalarda ve tüm zaman dilimlerinde aynı şekilde devam etmiştir.? ?Gece Kelebeği?nde de buna benzer bir durum şöyle anlatılmaktadır: ?Herkesin silahı vardı, devlet kandırdı, ?getirin silahlarınız verin, anlaşalım,? dedi, babanla amcan, ?Devlet bizi kandırıyor, silahları toplayıp sonra da Ermeniler gibi bizi katleder,? dediydiler ama kimse dinlemedi. Herkes kendisi götürüp verdi silahını, vermeseydi kimse ölmezdi.? (s.116)

Burada, romanın tümüyle ilgili bir inceleme yapacak durumda değiliz. Bunu bir başka yazıyla gerçekleştirmeyi düşünüyoruz. Hem güncellenen ?Dersim tartışmaları? hem de soyolojik, psikolojik ve folklorik açıdan zengin malzeme sunan bir romanın içerik-teknik ilişkisi çerçevesinde irdelenmesi gerekiyor. Evet, hayat gerçeğinin sanat gerçeğine dönüştürülmesinde yazarın yaratıcılığı kadar anlatımının sahiciliği de çok önemlidir. ?Dersim katliamından çıkarılması gereken dersler yanında, savaşsız ve sömürüsüz bir toplum kurmanın verilerini de bir roman çerçevesinde sunan ?Gece Kelebeği? bunu hak ediyor.

Müslüm Kabadayı

Kitabın Künyesi
Gece Kelebeği
(Perperok-a Söe)
Haydar Karataş
İletişim Yayınevi / Çağdaş Türkçe Edebiyat Dizisi
İstanbul, 2010, 1. Basım
255 sayfa

Previous Story

Ateş Çiçekleri – Alime Yalçın Mitap

Next Story

Başkaldırıyorum! – Gülsünay Uysal

Latest from Haydar Karataş

Zazalar – Haydar Karataş

Bu Zazalık meselesi aslında epeyce karışık ve de bulaşanın başını yakan bir şeydir. Onun için işin o tarafına girmek istemem. Türkologlar onları Türklük içinde

Haydar Karataş?tan yazma üzerine 9 öneri!

1. Nasıl yazarım; yazacağım zaman, genelde bisiklete biner kendime ?sessiz? bir kafe aramaya çıkarım. Böyle başlıyor her şey. Yazarken gürültü, patırtı beni rahatsız etmez.

Masalın dilinden Dersim tarihi (Giriş)

Dersim Anadolu platosu ile Mezopotamya havzasının gelip son bulduğu yerdir. Dünyanın her yerinde Dersim gibi tartışmalı coğrafyalar vardır. Kimi sosyologlar bu gibi yerlere tampon

Benim Dersim Manifestom – Haydar Karataş

1861?de Dersim?e giden Diyarbakır Britanya Başkonsolosu, bölgeyle ilgili uzun bir rapor yazar. O rapordan değil de, Taylor?un kendisiyle aynı dönemde Fransa?nın Diyarbakır Konsolosu Mösyö
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ