Ağaçtan, daldan, yapraktan hatta börtü böcekten söz etmenin suç olduğu bir köyde yaşıyoruz. Nazilerin gücünü sürekli yükselttiği yıllarda Bertolt Brecht itirazını dile getirip şikâyet ediyordu. Ağaçtan söz etmenin suç sayıldığı bir Almanya?ya karşıydı itirazı. O günden bugüne, zaman hızla akıp gitti; giderken yanına Nazileri de alıp götürdü. Şimdi onlar tarihin çöplüğünde yavaş yavaş eriyip yok olurken, yeni çöpler için de yer açıyorlar.
Her gün suç hanemize bir çentik daha atıyor yöneteler. Bu çentikler, ağaçları, böcekleri, kuşları, su, toprağı ve güneşi sevdiğimiz için. Bu çentikler, değişim ve dönüşüme açık tavrımız,özgürlük talebimiz, reddiyemiz ve itirazımız için atılıyor. Yönetenlerin, katı ve ölü değerlerle tasarımı yapılmış bir toplum yapısı için korku ve düşmana gereksinimi var. Toplumu sindirmek için sürekli yeni düşman ve korku yaratarak bu hastalıklı yapıyı her gün biraz daha büyütüyorlar. Hastalıklı yapıya karşı direnen ve uyaranları ise, yarattıkları yeni suç ve cezalarla sindirip susmaya zorluyorlar.

Köyümüzün sokaklarında yürümek, sevgilimizin elini tutmak, şiirler okuyup, şarkılar söylemek, çimlere uzanıp kitap okumak suç sayılıyor. Birlikte bir arada olandan, yeni bir dünya yaratmak için düş kurandan, kapitalizmin içi kof vaatlerine sırtını dönenden korkuyorlar. Korkuyorlar… Tek bir kıvılcım, tek bir özgürlük anının büyüyerek bir alev topuna dönüşeceğinden korkuyorlar. Toplum tasarımlarının ve meşruiyetlerinin sorgulama tehdidine dönüşeceğinden korkuyorlar. Hayat alternatifini durmaksızın yineliyor. Onların zorbalıkları, otoriteryen kişilikleri, direnişi her gün biraz daha körüklüyor. Böylece hayat ve sanat, direniş ve isyanla özgürleşiyor. Her çağın isyanı geçmişinin anısını da taşır üzerinde. Geçmiş her daim yeni bir ruh yaratır küllerinden. Bu ruh kuşkusuz ki mücadele eden, eyleyen insana özgü bir ruhtur. Bu ruh yaratıcılığın, sanatın ve edebiyatın ruhudur.

Adorno?ya göre sanat, baskının ve iktidarın bütüncü karakterine, bütüncü bir yabancılaşmayla cevap verir. Sanat ve edebiyatın gerçekleştirdiği direniş, sadece yapıtta somutlanmaz. Basitçe ifade edersek, kitap okuma eyleminin kendisi de aynı yabancılaşmanın ve direnişin parçasıdır. Baskının tırmandığı her dönemde bireylerin yalnızlaşmayı aşması sanat ve edebiyatla olmuştur. Gezi direnişini hayata geçiren gençlik, polis barikatlarının önünde kitap okuyarak duruyordu.

Direniş temasının izini hayatın her alanında sürebiliriz. Tragedyalardan geriye doğru bir izlekle yürürsek ilk mağara resimlerine kadar bu izleri görmek olasıdır. Roman sanatının ilk örneği sayılan Don Kişot, bu ?deli? kahraman, edebiyatın ilk bilge delisidir. Delilik, dünyanın gidişatına karşı tavrıdır. “Deliliğe Övgü”nün yazarı Erasmus’un Engizisiyon tarafından yasaklanmış öğretisi ile yetişen Cervantes, yasaklara, dogmalara karşı direniş ve başkaldırısını yel değirmenleriyle savaşan bir ?deli?de cisimlendirirken romanın ve modern insanın izleyeceği yolu çizmiştir. Günümüzde düşlerinin peşinde koşan, olanaksızı isteyen, onun için mücadele eden bütün ?deli?lerin ortak adıdır Don Kişot.

Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ındaki öfke, Stendhall?in ?Kırmızı ve Siyah?ındaki adalet arayışı, Turgenyev’in “Babalar ve Oğullar”daki kuşaklararası çatışma; bunların tamamı bireyin benliğini sınırlayan ve boğan dünyaya karşı verdiği savaşın ve direnişin edebi ifadesidir. Fuantes’e göre: ?Tutkunun kaynağı ne olursa olsun, bütün büyük romanlarda başarısızlığa mahkûm olsa bile mücadele etmekten vazgeçmeyen, bizi de mücadeleye davet eden kahramanların hikâyeleri anlatılır. Don Kişot, başarısızlığa uğradığını bilir. Goriot Baba da, Anna Karenina da, Prens Mişkin de.?

Kafka’nın, Camus’ün, Sartre’ın, Beckett’in, Oğuz Atay?ın kahramanları da başarısızlıklarının, tutunamamışlıklarının farkındadır. Kafka’nın romanlarında -Değişim, Şato ve Dava?daki- kahramanlar kaybederler, tutunamazlar. Buna rağmen vazgeçmezler. İşte o vazgeçmeme halidir ki onları, başarısızlık yaşamış, kaybetmiş ve hayata küsmüş insanların sözcüsü kılar. İnadına yaşamak artık bu direnişin en üst noktasıdır.

Yazmak, direnişin haykırma biçimidir. Nitekim “Zaferi umut etmiyorum,” diyecektir Kafka; ama asla vazgeçmeyecektir. Stefen Zweig; ?Ölümü savaşa karşı direnişe çevirecektir bıraktığı intihar mektubunda; “Ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan bir şiir yaratabilen biri de bulunmalıdır,? diyecektir. Faulkner; ?İnsanlık galip gelecektir,? inancıyla haykıracaktır tercihini; ?Acıyla hiçbir şey arasında acıyı seçiyorum.? Sartre; ?Dünyanın üstündeki örtüleri kaldırmak,? için yazdığını söyleyecektir.

Bireyin öfkesini, isyanını ve direnişini; özgürlük talebi, hak arayışı ve adalet duygusu yaratıyor. Victor Hugo’nun ?Sefiller?ine, Flaubert?in ?Madam Bovary?sine, Zola?nın “Germinal?ine enerji ve güç veren işte bu üç kavramdır. Gözlemci olarak değil, yazar da direnişin öznesidir. Yazarlar, hayal güçlerini güçlüden değil, özgürlükten, adaletten, direnen insandan yana kullandıklarında egemenlerin o mağrur ve yenilmez imgesi kırılacaktır.

Evet yazarlar toplumsal direnişin içindedir. Örneğin; John Reed’in “Dünyayı Sarsan On Gün”ü, Maksim Gorki’nin “Ana”sı, Solohov’un “Durgun Akardı Don”u, Hemingway’in “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u, Malraux’nun “Umut”u, Fuçik’in “Darağacından Notlar”ı, Ostrovski’nin “Ve Çeliğe Su Verildi”si, Sartre’ın “Özgürlüğün Yolu” üçlemesi, faşizme karşı direnişi anlatan, hayata duyulan umudu tazeleyen yapıtlardır.

Direniş ve isyan, hayatın içinde yaşam bulur ve canlı bir organizma gibi yayılır. Dünya edebiyatında örnekleriyle tanışabildiğimiz yapıtlar, gerek biçim gerek içeriliğiyle bütüncül olarak direnişin edebiyatı olmaya devam edecektir. Azınlık guruplar, feministler, eşcinseller, çevreciler, savaş karşıtları, kısacası farklılıklarıyla barışık, farklılıklarıyla yaşamak isteyen her kesim kendisini sanat ve edebiyat yoluyla duyurmak isteyecektir. Sanat ve edebiyat bir kez daha direniş ve isyanın merkezi olacaktır.

Yaşadığımız topraklarda edebiyat ve direniş sözcükleri yanyana gelince, herkesin aklına gelen ilk isim, kuşkusuz Nâzım Hikmet’tir. Nâzım?ın siyasi ve edebi başkaldırısı, radikal isyanını bireysel duruşuyla pekiştirmesi, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının tamamını etkilemiştir.

Edebiyatımızın bu ilk toplumcu kuşağının romanlarında toplumun yoksul, dışlanmış ve ezik insanlarının hikayeleri işlenirken, kırsal hayat; ağa-köylü, işçi-işveren, zalim-mazlum çatışması bu kuşağın eserlerinde mazlumun direnişi ve isyanı biçiminde ele alınmıştır. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Fakir Baykurt gibi yazarlar köyün, köylünün ve fabrika işçisinin zalime, zulme, yoksulluğa ve doğaya karşı direnişini yazdıkları eserlerin merkezine taşımışlardır.

Halk edebiyatında Köroğlu, Dadaloğlu ve Pir Sultan Abdal, direnişin simgesidir. Sabahattin Ali?nin ?Kuyucaklı Yusuf?la toplumsal adaletsizliğe bir Ege kasabasında başlattığı isyanı, Yaşar Kemal, İnce Memed?iyle Çukurova?ya taşımış, edebiyatta bir geleneğe dönüşen isyan, roman kahramanlarının elinden 1968?lerde öğrenci gençliğine devredilmiştir. Öyle ki 1970’li yıllarda sanat ve edebiyatın yegâne ilgi alanı direniş olmuştu.

1980 yılları edebiyatın ve sanatın en kurak yıllarıdır. 80 darbesinin ardından toplumda olduğu gibi edebiyatta da direnişin izlerini göremiyoruz. Toplumla edebiyat arasındaki ilişki öylesine uzaktı ki, bu ölü ortamda direniş ve isyanı anlatan, böyle bir patlamanın ipuçlarını veren bir yapıtın adını söylemek oldukça zor. Bu uzak ve kurak ilişki toplumu şekillendirmede öncülük etmekten yoksun olduğundan, o dönemde yetişen gençliği de göremez oldu. Yalnızca edebiyat değil tabiî ki hiç kimse görmedi onları. Sanki onlar başka dünyanın çocuklarıydılar; ciddiye alınmadılar, apolitik bulundular, hatta hor görüldüler. Siyasete yön verenler, ana akım medya gibi sanat ve edebiyat da sahip çıkmadı onlara; ne romanlara kahraman, ne filmlere esas oğlan/kız oldular. Şimdi öylesine görünür ve duyulur bir haldeler ki başrol hakkını direne direne kazanıyorlar. Başka bir dünyanın mümkün olmadığını, başka türlü düşünmenin saçmalık olduğunu, tarihin sonunun geldiğini söyleyenlere… İsyankârlar seslerini yükselttiler; ?Yolların sonu yoktur, erişilecek bir son yoktur. İsyan ve direniş süreklidir. Korkmayın, yürüyün! Son sözümüzü söylemediğimiz sürece tarihin sonu nasıl gelebilir?…? diyerek direnişin başlı başına bir kazanım olduğu düşüncesini topluma benimsettiler.

Direnişçi kuşak, yeni ve genç bir kuşaktır. Bu kuşağın dilini, duygusunu, isyanını en iyi yakalayan tür hiç şüphe yok ki Yeraltı Edebiyatı’dır. Umutsuzluğun, geleceğe duyulan güvensizliğin, Batı?nın düşünce ve değerler sistemine, akla ve ilerlemeye duyulan inanç yitiminin, kurumlara ve statükoya reddiyenin ifadesi olan bu melez türün üyeleri olan Jean Genet, Boris Vian gibi yazarlar ile Charles Bukowski gibi Amerikan rüyasından sıçrayarak uyananlar toplumu ve edebiyatı protesto eden bir tavır almıştır. İnsanlıktan, ahlaktan, ilerleme ideallerinden dem vurmadan, reddiyelerini bizzat alt sınıfların bakış açısıyla, onların dilini kullanarak yükselttiler isyanlarını. Kişisel öfkelerini yansıtan ses, bütün kurumlarıyla sistemden ve toplumun kendisinden almak istedikleri intikamın çığlığıydı ve Marquis de Sade gibi, Oscar Wilde gibi lanetlenmiş öncüleri vardı. Genet, ?Yaşamış olduğum serüveni onlarla yeniden kurmaya çalıştım; bu serüvenin simgesi piçlik, ihanet, toplumun reddi ve yazıydı,? demişti roman anlayışını özetlerken. Boris Vian ?Mezarlarınıza Tüküreceğim? romanındaki ?kara? adamıyla tecavüz etmişti beyazların dünyasına.

Köyümüzün sokakları artık bu yeni ve dirençi kuşağın ayak sesleriyle hayat buluyor. Onlar çok kanallı televizyonlarla büyüdürler. İnternetin içine doğdular. Şimdi Dünyayı parmak uçlarında evirip çeviriyorlar. Onlar eğitim ve öğrenmenin sürekli olması gerektiğine inanıyorlar. Çalıştıkları her alanda eğitimin ve öğretimin metaforlarla (eğretileme) kalıcı olacağına ifade ediyorlar. Sorumluluk almaya çok hevesliler ve hemen kendilerini ispat etmek istiyorlar. Tercihlerini rahatlıkla ortaya koyabiliyorlar. Çekingen değiller. Rahatlarına düşkünler. Kendi dünyaları var. Doğrudan emir almaktan ve ast olmaktan pek hoşlanmıyorlar. Onların istediği daha demokratik, daha anlayışlı, değişimden yana, kolay ilişki kurulan bir yöneten. Yüksek otorite karşısında çok rahatsız oluyorlar. Kendi fikirlerine çok önem veriyorlar ve fikirlerinin mutlak sorulmasını istiyorlar. Bu direnişçi kuşağın daha önceki kuşaklarda olmayan çok önemli bir silahı var: Teknoloji. Onlar hayatı teknolojiyle değiştirip dönüştüreceklerine inanıyorlar.
Bu kuşak değişimin savunucusu olarak yazarları ve edebiyatı gösteriyor. Kendi yıkımına yol açacak olan araçlara karşı direnişini sürdürürken, kendisini boğmaya çalışan dünyanın körleşmiş yüzüne tükürmeyi de ihmal etmiyorlar. 25.05.2014

Emine AYDOĞDU

Previous Story

“Kitap okumam. Çok merak ettiğim bir şey olursa kitapçıya gidiyorum, son sayfalarını okuyup bırakıyorum.” Demet Akalın

Next Story

Yeni Bir ?Yasak Kitap? – Adil Okay

Latest from Edebiyat Haberleri

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ