Doğaya Dönüş – Nejdet Evren

J.Richard Gott evrenin sırlarını çözmeye çalışırken der ki, ? Einstein?in -tanrının evreni nasıl yarattığını anlamak istiyorum- cümlesi, onun kişiliği ile ilgili tartışmalara konu olmuştur. Bugün bilim, tanrının evreni nasıl yarattığı çabasını sürdürmekte, evreni anlamanın gerçek şartı olarak Einstein?ı anlamak olduğunu kabul etmektedir.? ( 1 ) Ve Nicolaus Copernicus ilkesinden hareketle insan türünün %95 olasılığı ilkesine göre 5100 dan az ve 8 milyon yıldan fazla var olamayacağını tahmin etmekte olduğunu belirtmektedir.
Ölümü biliriz, korkarız ve sonuçta içselleştirerek benimseriz. Türün tümden yok olması ise çok farklı bir şey olsa gerek. Diyelim ki J.R.Gott haklı olsun. 8 milyon yıl sonrasını düşünmeye değer mi? Demek var işin içinde! Yanıt: değer olmalı…
Sonsuz evrende sınırlı olanlar ile yaşamı sürdürdüğümüzü bilmeliyiz. Söylendiği gibi üretim kaynakları sonsuz ve sınırsız değildir. ?… Bir başka tahmine göre de, bütün ?azgelişmiş ülkelerin- batı modelini taklit etmeleri, onun kadar üretip, onun kadar tüketip, onun kadar kirletip, onun kadar tahrip etmeleri halinde, Dünyanın doğal ve enerji kaynakları ancak bir hafta ?yedi gün- dayanabilecektir…? ( 2 ) Demek ki Gott?ın tahmininin doğruluk derecesi kuantum düşüncesi ile değerlendirildiğinde bir olasılık olarak kalacaktır. Yedi gün ile 5100 yıl arasında devasa bir fark bulunmaktadır çünkü…
Mavi Gezegen sonsuz uzay eğrisinde tüm canlılara ve bize yaşam olanağı sunan tüm güzelliği ile saniyede 100.000 km hızla dönüyor ise bunu onun aceleciliğine değil Aşkla Güneş-ana-nın etrafında dönmüş olmasına yorumlamak gerekir. Doğayı salt Mavi Gezegen /Dünyamız ile sınırlı düşünmemek gerekmektedir. Nasıl ki Ozan tabakası onun bir parçası ise Karanlık Madde ve Madenin anti?tezi/anti-madde de eklemlenerek doğanın ayrılmaz parçaları haline gelirler. Atmosfer dışında yürütülen uzay savaşlarının yarattıkları çöplük örneğinde olduğu gibi doğanın kirletilmesi göz ardı edilmemelidir.

Doğaya dönüş, ?sürdürülebilir yaşamlar? için doğadan koptuğumuz ve onun tahribatına yöneldiğimizin bir ifadesi olsa gerek. Bu tüketim/hor kullanma/süper egonun tatmini/doğal tüm unsurların sömürüsüne dur diyemeyecekse insan türü, korkarım ki Gott?ın tahmininden çok daha az yaşama şansını bulacaktır. 19 ekim

Homo Eractus? ların dönüşümünden günümüze yaklaşık 250.000 yıl geçtiği hesaplanmıştır. Daha önceki zaman dilimlerinde ise;

Bundan yaklaşık olarak 4-5 milyon yıl önce yaşadıkları tesbit edilen ve ?Robert Dart?ın 1926 yılında Johannesburg?da bulduğu ve Güney Maymunu anlamına gelen AUSTRALOPİTECUS AFRİCANUS adını verdiği fosil-kafası, maymunla çağımız insanı arasındaki…?( 3 ) kıyaslamaya, sosyalleşmeye, evrimsel sürecin nasıl bir yön çizdiğine dair önemli bilgilerin elde edilmesini sağlamıştır.

Australopitecus Africanus?ların ? beşyüz santimetre küplü beyni ile bu insanımsı yaratığın, 30-20 milyon yıl kadar önceki doğa koşullarının değişmesi sonucu azalmaya başlayan tropikal ormanların dışındaki otluk bölgelerde yaşadığı, 120-150 cm boyunda olduğu, iki ayakları üzerinde rahatça durup yürüyebildiği, yeni başladığı zorlu yaşantı koşullarında salt bedensel yeteneklerinin dışında, savunmak ve avlanmak için geliştirmek, kullanmak zorunda kaldığı bazı aletleri de yapabildiği bilinmektedir? ( 4 ) …İnsanlaşma olarak tanımlanan süreçte doğal kaynakların dağılım şekli, elde edilme yöntem ve zorlukları, yeniden üretilmeleri için gereken aletler ve onların tüketilme yöntemlerine göre zaman içerisinde canlı türlerinin fizyo-biyolojik yapılarında değişiklikler olduğu ve insanlaşma sürecinde çenenin küçülüp, kafatasının ve hacimsel olarak beynin büyüdüğü tesbit edilmiştir. ? Aşırı özelleşme, canlının, yetenekleri gereği doğa ile kurabildiği çok yönlü olmayan, tek düze ilişkilerdir. Tek bir tür hayvanın bağırsağında yaşamaya koşullanmış parazitler gibi. Bunlar, birlikte yaşadıkları hayvanı yitirdiklerinde, kendileri de genellikle ortadan kalkarlar. Doğa ile belirli bitki örtüsü ve besi ilişkilerine girmiş yüksek memeliler bile, bu koşulları sürekli bulamadıklarında, evrim zincirinden silinirler. Bu tür özelleşmeler, giderek ancak insan çapında çalışmayı-üretimi-beyni oluşturduktan sonradır ki, evrimi geliştirici bir unsura dönüşebilirler. Bu nitelikteki toplumsallaşma, üretim ve beyin ile, bir yandan kendilerini, değişen dış dünya koşullarına uydururken, bir yandan da doğayı kendilerine göre değiştirmeye çalışırlar. Bu tür bir özelleşme sonucu, doğa ile kurulan diyalog, artık evrimin motoru olur. Örneğin, böyle bir gelişim düzeyindeki insanımsılar, çevredeki besi maddelerinin azalması karşısında, diğer türlerin açlıktan kırıldıkları bir dönemde avcılığa, et oburluğa başlar ve buldukları ateşin yardımı ile de buzulların öldürücü etkisine, karanlığa karşı direnebilirler.?…?Maymunların, otluk alanlara çıkmaya başlaması onları zorunlu olarak gereğinde başka hayvanları yiyerek beslenmeye, avcılığa, et oburluğa doğru itmiştir. Bu ise, proteine kavuşmak, hazır besi ve enerjiyi bolca bulmak demektir. Proteinli besinler, bitkisel olanlara göre çok daha kolay ve kısa süreli çiğnemeyi gerektirdiğinden insanımsılarda ve insanda giderek, daha az ve küçük çiğneme organlarına gereksinim görmüştür. Bu nedenle de, çiğneme organlarının, çenelerin küçülmesi, özelleşmesi saptanır. Hele ateşin bulunup hayvansal ve bitkisel besin maddelerinin pişirilerek yenmeye başlanması ile, çiğneme ve sindirim sisteminin işi iyice azalmış ve de bütün bunların uzantısında beynin evrimi daha da hızlanmıştır.?…? İnsanımsılardaki, iki ayak üzerinde yürüme, çenenin ufalması, hacimli görme, başparmağının gelişimi ve pençenin elleşmesi gibi yapısal işlevsel değişimlerin uzantısındaki en önemli aşama kuşkusuz beyin evrimidir? ( 5 )

Beynin evrimleşme sürecini tamamladığını düşünmemek gerekir. Nasıl ki üretim aletlerinin gelişmesine koşut olarak insan türünün doğanın acımasızlığı karşısında dayanma gücünü artırmış olması ile birlikte her alandaki sevk zincirinin ?giyim,beslenme,korunma, barınma vs- sürekli değişmesi organel yapının bu değişimler ile birlikte sürekli değiştiğini, farklılaştığını da rahatlıkla söylemek mümkündür. Gen ve hormonlar üzerinde sürekli yapılan değişiklikler, tabiri caiz ise oynamalar bir yandan kaynak artırımını gündeme getirseler de besinlerin yeniden üretilmesi için tüketilmeleri zincirinde tüketen tüm canlıların biyo-kimyasal yapılarında zaman içinde kalıtımsal dönüşümler yaratacak şekilde bir değişim ve dönüşümü de birlikte getirdiği gözlemlenmektedir. Doğal kaynakların yüksek ve bitmeyen kar etme düşüncesi ile sürekli ve artan oranda tüketime konu edinmeleri sonuçta doğadan muhteşem bir kopma demektir. İlk zaman dilimlerinde insanımsı türlerin beyin hacimlerinin bu günkü insan türünün beyin hacminden daha düşü bir hacme sahip olması, elin yetkinleşmemiş olması, aletlerin ilkelliği karşısında doğadan yararlanıp türün sürdürülmesi için göstermiş oldukları tüm çabaların biz çağcıllar için göz-ardı edemeyeceğimiz bir tarihsel belleğe katkı olarak değerlendireceğimiz bir olgu olduklarının bilincinde olmamız ve bu olgu ile sadece insan türünün değil tüm doğal türlerin korunmaları için neler yapmamız gerektiği konusunda çözümler üretebilecek olduğumuzun farkında olmamız gerekir. Kültürler, tarih ve doğa bu günlere dek gelişen yapılarımız için biz insan türüne sunmuş olduğu tüm güzelliklere şükran duyarak artık gelişkin beyin hücrelerimiz ile bu şükran ?tabiri caiz ise- borcumuzu ödemeliyiz. Bunun için geç kalınmış olduğunu düşünmek gelecek tüm kuşakların ve tüm doğanın göz-ardı edilmesi demek olacaktır.

Gelişkin bir memeli türü olarak insanın biyo-kültürel yapısını sürdürmesi için protein, karbonhidrat, yağlar, vitamin, mineral gibi kimyasalları üretim için tüketmelerinin gerekli oldu bilinmektedir.

22 Kasım

Ve yine bilinmektedir ki bu süreç doğal besin kaynaklarının biyo/kimyasal dönüşümleri ile elde edilmektedir. İnsan türünün varlığını sürdürmesi için bu kaynakları tüketmesi kaçınılmazdır. Sorun bir yönüyle bu kaynakların nasıl, ne ölçüde üretim ve tüketiminin sağlanacağı ve bunu yaparken de canlı türlerinin korunmalarını sağlamanın olanaklı olup olmadığıdır. Gelinen aşamadaki üretim aletlerinin gelişkinlik düzeyi mağara insanının düşleyemeyeceği büyüklükte olup, bu günkü insanın mağara insanı gibi düşünmesine de engel teşkil etmektedir. Farklı bir şekilde tanımlamak gerekirse bu günkü insan türü her yönü ile ilkel benlik/ilkel-egosuna göre davranma hakkına sahip değildir/olmamalıdır.Bunun için insan türünün ne düşüncelerindeki sonsuz zenginliği yok etmeleri ne de doğayı tanıma çabasını yok etmesi gerekmemektedir. Düşünme, algılama, yorumlayıp bir takım sonuçlara varma, bu sonuçları bir araya getirerek yeniyi keşfetme ve tüm çabalarının sonuçlarını canlı türün hizmetine sunma canlı-doğaya saygı temelinde yükselmelidir.

27 Aralık

İnsan doğanın bir parçasıdır. Ne ondan kopuk ne de ona karşıdır. Doğa da ne insana ne de canlı türüne karşıdır. Doğayı ve evreni algılamaya yönelik insanın çabası bitmemiştir ve bitecek gibi de değildir. Heraklit?in dediği gibi ?akan suda iki kez yıkanılamaz? Değişim, doğanın ve evrenin değişmeyen diyalektik bir oluşudur. İnsanın karşı olabileceği olgu ne olsa gerek?

İnsan türü atom-altı parçacıkların ısı/nem/basınç/enerji/kuvvetlerin etkisinden bağımsız olarak tarihsel belleği ile bilinçli tercihler yapabilme yetisini kazanmıştır. Doğrusu bu yetinin sonlandığını söylemek yanıltıcı olacaktır. Çünkü son yoktur ve olmayacaktır da. Ancak, gelinen aşamada doğal ve toplumsal yabancılaşma olarak tanımlanan insanın hem kendi üretimine hem kendisine hem de toplumsal yapıya yabancılaşması kaçınılmaz olarak var-olma/yaşama değerini olumsuz yönde etkilemeyi sürdürmektedir. Bu şu demektir; önemsendiği sanılan yaşam ? ki, en kutsal/vaz-geçilmez değerlerden sayılıyor- köleleştirilmiş bedenler içerisinde kaldığı sürece bir değer taşımamaktadır. Başka bir deyişle; yaşamak canlı türleri için bir var-olma biçimi ise tüm canlı türleri yaşam hakkına eş-değerde sahiptirler. Canlı türleri arasında yapılacak bir hiyerarşik üstünlük aslında ve bir yönü ile canlı doğadan kopma ve yabancılaşarak tükenmekten başka bir şey değildir.

İnsan türünün el-dil-beyin diyalektiğine bağlı olarak yaşama savaşımında diğer türlerden daha ileri bir düzeyde düşünsel birikim sağlamış olması onun tüm türlere ve canlı-doğaya yabancılaşarak onu ve onunla birlikte kendisini yok etme sefaletine dönüşmemelidir. Doğaya dönüş bir yönüyle insanın doğa ile barışması, kaynaşması ve örtüşmesi demektir.

Doğada var olan besin kaynaklarının hem üretim hem de tüketimine baktığımızda insan türünün diğer canlı türlerini acımasızca tabiri caiz ise katlederek yaşamlarını sürdürme eğiliminde olduklarını görmekteyiz. Gelinen aşamada insan türünün türünü ve varlığını sürdürmesi için edindiği zevkler dışında diğer canlıları tüketmeden yaşama şanslarının varlığı bilindiğine göre insan türünün sadece zevklerine yenik düşerek bu geçmiş ve ilkel alışkanlığını sürdürmesinin doğaya süper oranda yabancılaşma olduğu ve bu yönelimin kaçınılmaz olarak insan türünü de yok edeceğini ön-görmesi gerekmektedir. İnsan türü başka türleri tüketerek var-olamaz. Bu durum, bindiğin dalı kemeye benzer. Bunun ötesinde, doğal üretim kaynaklarının sunmuş oldukları tüm meyvelerin ?ki, bu meyve kavramı geniş yorumlanmalıdır- insan türünün sürdürülebilmesine yeterli olabileceği ?ancak tekelci düzeneklerin imparatorluklarından kurtulmaları koşulu ile- buna bağlı olarak türün sürdürülmesi için başka canlıların hangi sebep ve gerekçe ile olursa olsun acıtılmasının/vahşice tüketilmesinin gerekmediği bilinmelidir. Tarihsel bellek bu düzeye erişmiş ise, ilkel insandan ?Austrolopitecus Africanus- farklı olarak ve onlara müteşekkir bir şekilde et-obur olmaya son vermelidir. Et-oburluk bir vahşettir ?insan türü için- hayvanlar aleminde bu bilgi düzeyine gelinmemiş olması nedeniyle onların et-obur olmaları yadırganacak bir olgu olmasa gerek. Doğa diğer canlı türleri ile kendi dengesini sağlarken insan türü doğal ürünlerden yararlanmalıdır. Tüm yeşil dokuların ve tüm canlıların ürünleri onlara zarar vermeden elde edilebilir ve bu da insana yeter.

Doğaya dönüş, canlı türlerine saygı ile başlar. Bu saygı, ilkin, insanın kendisine duymuş olduğu saygının bir ifadesi olarak tezahür eder.
26 Şubat 2009 Küçüksu

Kaynaklar___________________________________________
1- J.Richard GOTT, Einstein Evreninde Zaman Yolculuğu, Arkadaş yayınları, Ankara,2005 sy:16/17 (Editör: Prof.Dr.Cengiz YALÇIN, Çeviren: Erdem Kamil YILDIRIM)
2- Fikret Başkaya, Küreselleşmenin Karanlık Bilançosu, Makibasın , 2.Bası, Haziran 2002 Ankara, sy.107
3- Serol Teber, Davranışlarımızın Kökeni, Say yayınları 4.Baskı,1989 Sy:33
4- Serol Teber, aynı eser, sy.33
5- Serol Teber, aynı eser, sy.39-41,47,51,57

Yazan: Nejdet Evren

Bir yorum

  1. Sevgili Nejdet, seni ve özgün eserlerini buralarda görmek çok güzel…
    Evrim devam etmektedir. Olasılıklar dahilinde iyi olana ve doğaya yönelik ilerleme günümüzde azımsanacak kadar yok olup endişelerimizi arttırmaktadır. Başka bir dünya hayal ederken ve akabinde kurmak için mücadele ederken doğanın ve doğallığın yok olmaya yüz tuttuğu bu düzende umutsuzluklar deryasında boğuluyoruz çoğu zaman. Çok kolaydır oysa insan olmak. Toprağa çıplak ayakla basmakla başlar ve baş eğmemekle devam eder geçici ve değişken bedenimizin egoist taleplerine. Evrim sürecinde de tarihte de formül şudur: geçmişin izdüşümünde geleceğin gölgesi saklıdır… Başka bir dünya için görmek gerekir ve yürümek senin gibi…
    Sonsuz sevgiler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir