Doğaya ve Tanrı?ya İhanet – Mehmet Taşar

Köy evinin çardağında oturuyorduk. Sırtını hasır yastığa dayamış, şapkasını da dizine asmış Nazım Amca?yla doğanın yeniden uyanışına tanıklık ediyorduk. Önümüzde uzanan renk ve koku cümbüşündeki bahçeyi izliyor, taze yapraklar arasında cıvıldaşan kuşların sesini dinliyorduk. Ağaçlar çıplak bedenlerine yapraklarını, çiçeklerini giyinmişti, Bahçenin bitiminde görmediğimiz, ama çağıltısını duyduğumuz Gövpınar?ın serinliğini buradan bile duyuyorduk. ?Şu kupkuru ağaçlara can veren, kurdu kuşu uyandıran, nimetlerini bizden esirgemeyen Allah?ım? dedi Nazım Amca. İki elini yukarıya doğru kaldırdı, gözlerini yumdu. ?Şükürler olsun sana!? Göz kapaklarını açtığında gözlerindeki ışık çoğalmış, yüz çizgileri yumuşamıştı. Büyük bir hayranlık içinde doğayı izlerken teşekkürünü de tanrıya sunuyordu. Aslında ben de aynı hayranlık içindeydim. Eşsiz güzelliğin yanında doğurganlığın berekete dönüşecek serüvenini ta içimde duyarak doğanını üretici, yaratıcı, paylaşımcı özelliklerine borcumu anımsayarak izliyordum. Bir tek farkla belki. Ellerimi yukarıya kaldırmadan, gözlerimi kapatmadan, doğrudan açan çiçeklere, yapraklara bakarak, kuş cıvıltılarını dinleyerek teşekkür ediyordum doğaya. Aslında ikimizin de keyfine diyecek yoktu. Doğayla barışık yaşamanın erinci vardı ikimizde de. Ben gördüğümle yetiniyordum. O, görünenin (evrenin) bir yaratıcısı olduğunu düşünüyor, bu doğadaki değişimi ve eşsiz düzeni sağlayan Tanrı?nın ?hikmeti?ne inanıyordu. Belli etmesek, farklı açılardan baksak bile bunun fazla bir önemi yoktu aslında. Çünkü, iki anlayışın da vardığı nokta ?doğaya göre yaşama?nın ?akla göre yaşamak? olduğuydu. Çünkü; akıl, doğada bulunan bütün varlıkların onun bir parçası olduğunu söylüyor, yine o akıl; canlı cansız batan varlıkların birbirini besleyen, birbirinin var olma nedenini oluşturan, üreten ve paylaşan, ölüm halinde bile yeniden doğan, dönüşen yapısını anlatıyordu. Öyleyse sorun neydi? Her şey bu kadar iç içe, bütünü tamamlayan parçalar halindeyse evrenin bir parçası olan dünyada neden olumsuzluklar bitmiyor, felaketler, savaşlar sürüp gidiyordu? Denge neden bozuluyordu ve sorumlusu kimdi? Doğaya göre yaşamak akla göre yaşamaksa aklı kullanan varlık da insansa? Demek ki sorumlu bizdik. Yani insanlar. Öyle ya? Barınma, korunma, doyma güdüleriyle hareket eden canlıların içinde aklını kullanan tek varlık insandı. Bir tepsiye çaydanlığı, bardakları ve şekeri koyarak getiren Sultan Teyze: ?Çayınızı demledim. Siz doldurup içersiniz artık. Ben hem şu tavukları yemleyim, hem de domates çitillerini ıslamıştım. Onları dikivereyim bahçeye? dedi. Demlenmiş taze çayın kokusunu içime çekerken ?Her şeyi kendi yararımız ve çıkarımıza göre değiştiriyor, dönüştürüyoruz? dedim içimden. Belki bu gerekliydi de. Yaşamamız için bütün canlılar gibi kendi gereksinimlerimiz için çaba harcıyor, emek veriyorduk. Doğa da hiç yüksünmeden, kıskanmadan kendinde olan ne varsa paylaşıyordu bizimle. Buraya kadar her şey güzeldi. Sorun bizim doyumsuzluğumuzdan kaynaklanıyordu. Yaşamımızı kolaylaştırmak, kendi yaşam alanlarımızı genişletmek isterken sınırsız ve sorumsuz bir tutkunun pençesinde doğaya müdahale çabasına giriyorduk. Doğaya göre yaşamak yerine doğaya karşın yaşamayı seçmiştik. Sanki doğa bizim yaşam kaynağımız değil, yaşamak için delik deşik ettiğimiz bir şeydi. Öyleyse Nazım Amca?nın verdiği nimetler, sağladığı eşsiz düzen için teşekkür ettiği Tanrı?ya da; benim yine o eşsiz güzellikleri, doğurganlığı ve bereketi bizimle paylaştığı için teşekkür ettiğim doğaya da ihanetin temsilcisi insandı. Eceli geldiği için Tanrı?nın, işle -vini tamamladığı için doğanın her şeyi kendi bünyesine kattığını biliyorduk. Doğa işlevini yitirdiği için varlıkları alıyor, farklı varlıklara dönüştürüyor, yeni bir biçim ve işleve büründürüyordu. Tanrı da bedenini değil, ama ruhunu terbiye etmek amacıyla canlıyı (aslında insanı) kendine alıyor, onu yeniden yaratıp kendi yasalarına uygun yarattığı cennet ya da cehenneminde cezalandırıyor ya da ödüllendiriyordu. (Aslında doğal afet dediğimiz olaylara bakılırsa doğanın da ödüllendirme ve cezalandırma özelliği olduğu çıkar ortaya!) Demek ki biz insanlar, doğaya da Tanrı?ya da ihanet ediyorduk. Doğanın bir parçası olarak varlığını sürdüren insan, kendi yaşamını güvenceye almak için doğaya müdahale ettikçe bir hak gaspı da çıkıyordu ortaya. Bu hak gaspı yanlızca doğada yaşayan canlılardan değil, aynı zamanda insanın insandan hak çalma durumunu ortaya çıkarıyordu. Belki de böylece insanın insana ihaneti de ortaya çıkıyordu. İnsanın doğaya, insanın insana ihanetiyle başlayan sınırsız tutkular artık bireysel olmaktan çıkmış, sistemleşmişti. O sistem, yalnızca insanın değil tüm canlıların yaşama hakkına müdahale eden bir canavara dönüşmüştü. Sistemleşen o canavarın adı da emperyalizmdir. Demek ki Nazım Amca?nın, benim, hatta domates fidelerini dikmeye giden Sultan Teyze?nin, cıvıltılarını ezgileyen kuşları, yapraklarını çiçeklerini giyinmiş meyveye durmuş ağaçların da bir tek düşmanı vardır: Emperyalizm. Kendi içindeki canavarı sistemleştirerek doğada var olan canlıların yaşamlarını tehdit eden insan, yine o canavarı yok etmenin yolunu bulacaktır; bulmalıdır da…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir