Doğu’nun ve Batı’nın Mutluluk İdealleri – Bertrand Russell

Wells’in Zaman Makinesi’ni herkes bilir; makine, ona sahip olan kişinin zaman içinde ileriye veya geriye gitmesini, geçmişin neye benzediğini, geleceğin nasıl olacağını şahsen görmesini sağlar.

İnsanlar Wells’in makinesinin sağladığı yararların birçoğunun, günümüzde de, dünyanın çeşitli yerlerine seyahat ederek sağlanabileceğini pek farketmiyorlar. New York’a ya da Chicago’ya giden bir Avrupalı geleceği, eğer ekonomik bir felaket ortaya çıkmazsa Avrupa’nın ulaşması olası geleceği görecektir. Öte yandan, eğer Asya’ya gidecek olursa geçmişi görecektir. Bana anlatıldığına göre Hindistan’da Ortaçağ’ı, Çin’de (1920) onsekizinci yüzyılı görecektir.

Eğer George Washington yeryüzüne geri gelseydi, yarattığı ülke onu da
şaşırtırdı. İngiltere’de biraz daha az, Fransa’da ise ondan daha da az
yabancılık çekerdi. Ancak Çin’e ulaşmadan kendini tam olarak ülkesinde
hissetmezdi. Hayali yolculukları boyunca ilk kez orada, “yaşam, özgürlük ve
mutluluk arayışı”na hala inanan, bunları Bağımsızlık Savaşı’nın
Amerikalılarına benzer şekilde algılayan insanlarla karşılaşırdı.
Çin’e cumhurbaşkanı olması da sanırım pek uzun zaman almazdı.

Batı uygarlığı Kuzey ve Güney Amerika’yı, Rusya dışındaki Avrupa’yı ve
özerk İngiliz dominyonlarını içine alır. Bu uygarlıkta Amerika
başı çeker; Batı’yı Doğu’dan ayırdeden bütün özellikler en çok Amerika’da
belirgin ve gelişmiş durumdadır. İlerlemeyi doğal karşılamaya alışkınız: Son
yüzyılda gerçekleşen değişimlerin daha iyiye doğru olduğundan, iyiye doğru
başka değişimlerin de hep süregeleceğinden hiç kuşku duymuyoruz. Savaş ve
onun sonuçları Kıta Avrupasında bu güvenli inanca bir darbe indirdi;
insanlar 1914 öncesine, yüzyıllar boyu tekrar dönmeyecek bir altın çağ
gözüyle bakmaya başladılar.

İyimserliğin uğradığı bu sarsıntı İngiltere’de daha hafif, Amerika’da ise daha da hafif olarak gerçekleşti. İçimizde,
ilerlemeyi doğal karşılama alışkanlığında olan kişilerin, bizim
yüz elli yıl önce bulunduğumuz konumda olan Çin gibi bir ülkeyi ziyaret
etmeleri ve geçirdiğimiz değişikliklerin bize gerçek bir iyileşme getirip
getirmediğini kendi kendilerine sormaları özellikle ilginç olacaktır.
Herkesin bildiği gibi Çin uygarlığı, Confucius’un İsa’dan beş yüz yıl önce
yaygınlaşan öğretilerini temel almıştır. Grekler ve Romalılar gibi
Confucius da insan toplumunun gelişmesinin doğa gereği olduğu görüşünde
değildi; tersine, çok eski çağlarda hükümdarların bilge kişiler
olduğuna ve de insanların, yozlaşmış günümüzün hayranlık duyduğu ancak
ulaşamadığı ölçüde mutlu olduklarına inanıyordu. Bu kuşkusuz
bir yanılgıydı. Ama ne olursa olsun Confucius, çağının diğer hocaları gibi,
hep yeni başarılar peşine düşmek yerine, belli bir nitelik düzeyini
koruyan kararlı bir toplum yaratılmasını amaçlıyordu. Bu konuda, şimdiye
kadar gelmiş geçmiş herkesten daha başarılı oldu. Kişiliği o çağlardan
günümüze dek Çin uygarlığına damgasını vurmuştur.

Onun zamanında Çin bugünkü topraklarının yalnız küçük bir bölümünü
kaplıyordu ve birbirleriyle çarpışan eyaletlere bölünmüş durumdaydı.
Çinliler, bunu izleyen üç yüz yıl içinde şimdi Çin olarak bilinen topraklara
yayıldılar ve son elli yıla gelinceye kadar yüzölçümü ve nüfus bakımından
dünyanın en büyüğü olan bir imparatorluk kurdular. Barbarların işgallerine,
Moğol ve Mançu hanedanlarına ve arada yaşanan uzun veya kısa süreli iç savaş
ve karışıklıklara karşın Confucius’un sistemi varlığını sürdürdü; beraberinde
sanat, edebiyat ve uygar bir yaşama biçimi getirdi. Batı ve batılılaşmış
Japonya ile temaslar sonucunda bu sistem ancak yeni yeni çökmeye başlamıştır.

Bu kadar olağanüstü bir varolma gücüne sahip bir sistemin pek üstün
nitelikleri olması gerekir; saygı ve ilgimizi de hakeder. Bu sistem kelimenin
bizim algıladığımız anlamında bir din değildir; çünkü doğa üstü veya mistik
inançlarla bir ilişkisi yoktur. Tamamen ahlaki bir sistem olmakla beraber
kuralları, hıristiyanlığın kurallarından farklı olarak, sıradan insanların
uygulayamayacağı ölçüde yüce değildir. Confucius’un öğretileri, temelde,
modası geçmiş onsekizinci yüzyıl “beyefendi” idealine benzer şeylerdir.
Deyişlerinden biri bunu açıklamaktadır (Lionel Giles’in Sayings of Confucius
– Confucius’un Deyişleri-‘nden alıntı): “Gerçek beyefendi hiçbir zaman
kavgacı değildir. Eğer ortada kaçınılmaz bir rekabet varsa, bu bir atış-yarışması
gibi çözümlenir. Burada bile, yerini almadan önce ve kaybettikten sonra
rakibini kibarca selamlar; kaybetmişse ceremesini de çeker. Böylece,
çekişirken bile gerçek beyefendiliğini korur.”

Çoğunlukla, bir ahlak hocasından beklendiği gibi, sorumluluktan, erdemden
ve bu tür şeylerden söz eder; ancak kişiyi, doğaya ve doğal sevgiye aykırı
olan herhangi bir şeye zorlamaz. Bu da aşağıdaki konuşmada görülüyor:

“She Dükü Confucius’a şunları söyledi: Ülkemizde dürüst bir adam var.
Babası bir koyun çaldı ve oğlu ona karşı tanıklık etti. Confucius şöyle
yanıtladı: Bizim ülkemizde dürüstlük bundan farklı bir şeydir. Baba oğlunun
suçunu, oğlan da babasının suçunu gizler. Gerçek dürüstlük ancak böyle
davranışlarda bulunur.” Confucius her şeyde, hatta erdem konusunda bile,
ılımlı bir kişiydi. Kötülüğü iyilikle yanıtlamamız gerektiğine inanmazdı.
Bir keresinde kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi hakkındaki düşüncesi
sorulduğunda yanıtı şu olmuştu: “O zaman iyiliğin karşılığı ne olacak?
Haksızlığa adaletle, iyiliğe iyilikle karşılık vermelisiniz.” Onun zamanında
Çin’de kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi, öğretileri hıristiyanlığa
Confucius’unkinden daha yakın olan taoistlerce öğütleniyordu. Taoizmin
kurucusu Lao-Tze (Confucius’un daha yaşlı bir çağdaşı olduğu sanılır) şöyle
diyor: “İyiye iyi, iyi olmayana da, onu iyiliğe yöneltmek için, yine iyi
davranmalıyım. İnanç sahibi olanlara saygı duyarım; olmayanlara da saygı
duyarım; çünkü belki bu yolla onlar da inanç sahibi olurlar. Bir insan kötü
bile olsa onu dışlamak doğru olabilir mi? Kötülüğe iyilikle karşılık veriniz.”
Lao-Tze’nin bazı sözleri Dağdaki Vaaz’ın (İsa tarafından müritlerine
verilen, hıristiyanlığın temel ilkelerini içeren vaaz. (Ç.N))
bazı bölümlerine inanılmaz derecede benzer. Örneğin şöyle diyor:

“Alçakgönüllü olanlar oldukları gibi kalacaklardır. Eğriler
düzeltilecektir. Boşlar doldurulacaktır. Yıpranmışlar yenilenecektir.
Yoksullar başarılı olacaktır. Çok fazla şeye sahip olanlar yollarını
şaşıracaktır.”

Lao-Tze’nin değil de Confucius’un ulusal bilge
haline gelmesi Çin’e has bir özelliktir. Taoizm
de varlığını sürdürdü: ancak cahil halk arasında
ve sihir niteliğinde. Onun öğretileri İmparatorluğu
yöneten uygulamacılara hayal ürünü gibi
geliyordu. Confucius’un öğretileri ise sürtüşmeleri
önleme bakımından çok iyi hesaplanmıştı.

Lao-Tze eylem karşıtı bir sav öğütlüyor, şöyle
diyordu: “İmparatorluk, işlerin kendi doğal haline
bırakılmasıyla kazanılmıştır. Her zaman birşeyler
yapmak zorunda olan kimseler imparatorluk sahibi olmaya
layık değildirler.” Ancak, doğal olarak, Çin’in yöneticileri
Confucius’un, kendine hakim olma, hayırseverlik, nezaket ilkelerini
yeğlediler; aynı zamanda, bilge hükümetlerin sağlayacağı yararlara
büyük önem verdiler. Beyaz ırka mensup modern ulusların hepsinin
yaptığı gibi, kuramsal olarak bir tür ahlak sistemini, uygulamada
ise başka bir ahlak sistemini benimsemeyi Çinliler hiçbir zaman
akıllarına getirmediler. Onlar her zaman kendi kuramlarına
uygun davranmışlardır demek istemiyorum; ancak öyle davranmaya
çaba göstermişler, kendilerinden de öyle davranmaları beklenmiştir.
Halbuki hıristiyan ahlak kurallarının büyük bir bölümünün, bu
günahkar dünyada uygulanamayacak ölçüde yücelik öngördüğü,
genelde kabul edilen bir husustur.

Gerçekte, bizim yanyana giden iki tür ahlak sistemimiz vardır: birisi
öğütlediğimiz ama uygulamadığımız ahlak; öteki de uyguladığımız ama
sadece arasıra öğütlediğimiz ahlak. Mormonizm dışındaki bütün dinler gibi
hıristiyanlık da Asya kökenlidir. Hıristiyanlık, ilk yüzyıllarında, Asya
mistisizmine özgü olan bireycilik ve öbür-dünya kavramlarına ağırlık
vermiştir. Karşı-koymama doktrini bu açıdan bakıldığında bir anlam
taşıyordu. Ancak hıristiyanlık güçlü Avrupa prensiplerinin resmi dini
olunca bazı metinlerin sözcük anlamına göre algılanmaması gerekli görüldü.

Öte yandan, “Sezar’ın hakkını Sezar’a veriniz” gibilerinden bazı ifadeler
çok yaygınlaştı. Günümüzde ise rekabete dayalı sanayinin etkisiyle,
karşı-koymama ilkesine en ufak bir eğilim aşağılanmakta, herkesin kendi
yolunda gitmesi beklenmektedir. Uygulamada, geçerli olan ahlak ilkemiz
mücadele yoluyla elde edilen maddi başarıdır ve bu husus bireyler için
olduğu kadar uluslar için de geçerlidir. Bunun dışındaki her şey bize
safdillik ve saçma olarak görünür.

Çinliler bizim ne teorik ne de pratik ahlak kurallarımızı benimsiyorlar.
Teoride, kavganın yerinde olacağı durumların varlığını; uygulamada ise bu
hale çok ender rastlandığını kabul ediyorlar. Bizlere gelince, teorik
olarak, dövüşmeyi gerektirecek hiç bir durum olamayacağını; pratikte ise, bu
durumların sık sık ortaya çıktığını düşünüyoruz. Çinliler de bazan kavga
ederler; ancak savaşçı bir ırk değillerdir. Savaşta olsun iş yaşamında olsun
başarıyı uzun boylu övmezler. Geleneksel olarak, öğrenmeye herşeyden çok
değer verirler; ondan sonra, ve genellikle onunla birlikte, inceliğe ve
nezakete.

Çok uzun yıllar boyunca, Çin’de yönetim görevlerine atamalar yarışma
sınavı yoluyla yapılmıştır. İki bin yıl boyunca, babadan oğula geçen
bir aristokrasi var olmadığı için (bunun tek istisnası Confucius ailesidir,
aile reisine Dük denir) bilim, salt kendisi için topladığı saygının
yanısıra, feodal Avrupa’da güçlü soylulara gösterilene benzer bir saygıya
kavuşmuştur. Ancak, eski bilim çok dar kapsamlıydı; Çin klasiklerinin ve
onların ünlü yorumcularının, eleştiriden uzak olarak öğreniminden ibaretti.
Batı’nın etkisiyle coğrafya, ekonomi, jeoloji, kimya vb.’nin eski çağların
ahlak öğretilerinden daha pratik yararları olduğu farkedildi. Yeni Çin (yani
Avrupa standartları doğrultusunda eğitim görmüş olan gençler) çağdaş
gereksinimlerin farkındadır ve belki de, eski geleneklere yeterince saygı
duymamaktadır. Ancak yine de, en modern olanları bile, az sayıda istisna
dışında, ılımlılık, nezaket ve barışçılık gibi geleneksel
erdemlerini korumaktadırlar. Önümüzdeki birkaç on-yıllık süre içinde Batı’dan
ve Japonlardan alınan dersler sonunda bu erdemlerin varlıklarını sürdürmeleri
ise kuşku götürür.

Eğer Çinliler ile aramızdaki farkı tek bir cümle ile özetlemem gerekirse
şunu söyleyebilirim ki, temelde, zevk almayı amaç edinmişlerdir; bizler ise,
temelde, güçlü olmayı. Biz diğer insanlara ve Doğa ya karşı güçlü olmaktan
hoşlanıyoruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri, ikincisi için de Bilimi
geliştirdik. Çinliler bu tür uğraşlar için fazlasıyla tembel ve fazlasıyla
yumuşak huyludurlar. Onlara tembel demek yalnız bu anlamda doğrudur. Rusların
olduğu türden tembel değildirler; yani geçimlerini kazanmak için çok
çalışırlar. Patronları onları olağanüstü çalışkan bulur. Ancak onlar Batı
Avrupalılar ve Amerikalılar gibi, boş durmaktan sıkıldıkları için veya salt
koşuşturmayı sevdikleri için çalışmazlar. Geçimlerine yetecek kadar kazandıklarında
onunla yetinirler; daha çok çalışarak kazançlarını artırmaya çaba göstermezler.
Tiyatroya gitmek, çaylarını içerek sohbete dalmak, eski çağlardaki Çin
sanatına hayranlık duymak veya güzel manzaralı yerlerde dolaşmak gibi
eğlencelerle zaman geçirmek konusunda yetenekleri sonsuzdur. Bizim düşünce
tarzımıza göre insanın yaşamını böyle geçirmesi gereğinden çok rehavet ifade
eder; bizler her gün bürosuna giden bir insana, orada yaptığı işler
zararlı da olsa, daha çok saygı duyarız.

Beyazlar için Doğu’da yaşamanın belki de kötü bir etkisi oluyor. Ancak
itiraf etmeliyim ki, Çin’i tanıdıktan sonra tembelliğe insanların toplu
olarak sahip olabilecekleri en iyi özellik olarak bakmaya başladım.
Çalışkanlık sayesinde gerçi bazı şeyler kazanıyoruz; ancak bu başardığımız
şeylerin sonuç olarak bir değer ifade edip etmediği, sorgulanmaya değer.
Üretimde eşsiz beceriler geliştiriyoruz. Ürettiklerimizin de bir
bölümünü gemiler, otomobiller, telefonlar ve lüks ve hızlı yaşamın başka
gereçleri olarak kullanıyoruz; bir bölümünü ise birbirimizi toplu
halde öldürecek silahlar, zehirli gazlar ve uçaklara ayırıyoruz. Çok iyi bir
yönetim ve vergi sistemimiz var. Bu vergilerin de bir bölümü eğitim,
sağlık ve benzeri yararlı şeyler için, geriye kalanı da savaş amaçları için
kullanılmaktadır.

Günümüz İngilteresinde milli gelirin en büyük bölümü geçmiş ve gelecek
savaşlara ayrılmakta, yararlı şeylere ise ancak bundan geri kalan bölüm
harcanmaktadır. Kıta Avrupasındaki ülkelerin çoğunda oran daha da kötüdür.
Benzersiz etkinlikte bir polis örgütümüz var. Bunun bir bölümü suçu ortaya
çıkarmak ve önlemek için, bir bölümü de yeni, yapıcı siyasal düşünceleri
olan kişileri hapse atmak için kullanılıyor. Son zamanlara kadar Çin de
bunların hiçbiri yoktu.

Sanayi otomobil veya bomba yapamayacak kadar verimsiz, devlet kendi
vatandaşlarını eğitemeyecek ve başka ülke insanlarını öldüremeyecek kadar
etkisiz; polis haydutları veya bolşevikleri yakalamayacak kadar güçsüzdü.
Bunların sonucu olarak Çin’de, hiçbir beyaz adamın ülkesinde bulunmayan
ölçüde, herkes için özgürlük; ufak bir azınlık dışındaki bütün insanların
fakir olduğu düşünüldüğünde çok çarpıcı olan, yaygın bir mutluluk vardı.
Orta sınıftan bir Çinli ile orta sınıftan bir Batılının olaylara bakış
açılarını karşılaştırdığımızda iki farklılık göze çarpar: Birincisi, Çinlilerin
yararlı bir amaca hizmet etmeyen hiçbir eyleme değer vermemeleri; ikincisi,
kendi itilerimizi kontrol altında tutup başkalarınınkine karışmayı ahlaklılık
saymamalarıdır. Bunların birincisini daha önce tartışmış bulunuyoruz;
ancak ikincisi de sanırım aynı ölçüde önemlidir.

Ünlü sinolog Profesör Giles’ın “Confucianizm ve Karşıtları” konusunda
Gifford’da verdiği konferanslarda savunduğu görüşe göre, hıristiyan
misyonerlerin Çin’deki başarılarının başlıca engeli, doğuştan günahkarlık
doktrini olmuştur. Uzak Doğu’da çoğu misyonerler tarafından hala
öğretilmekte olan kalıplaşmış hıristiyan doktrinine göre hepimiz günahkar
olarak, sonsuza dek cezalandırılmayı hakedecek ölçüde günahkar olarak
doğmuşuzdur. Çinliler bu savın, beyazlar için geçerli olmasını kolaylıkla
kabul edebiliyorlar. Ancak kendi ana-babalarının ve büyük ana-babalarının
cehennem ateşinde yandığı söylendiğinde kızıyorlar. Confucius insanların
iyi olarak doğduğunu, eğer sonradan günahkar olurlarsa bunun kötü örneklerden
ya da kötü terbiyeden kaynaklandığını öğretmişti.

Batı’nın geleneksel katı inançları ile bunun arasındaki farklılığın
Çinlilerin bakış açısı üzerinde derin etkisi vardır.
Bizde, ellerinde ahlak meşalesi taşıdığı varsayılan kişiler, kendilerini
normal zevklerden mahrum eden ve bunun acısını başkalarının
zevklerine karışarak çıkaran kişilerdir. Bizim erdem anlayışımızda
başkalarının işine burun sokma özelliği vardır: Bir kimse eğer kalabalığın
rahatını bozmuyorsa onun olağanüstü iyi bir insan olabileceğini düşünmeyiz.
Bu bizim Günah anlayışımızdan kaynaklanıyor.

Bu tavır yalnızca özgürlükleri kısıtlamakla kalmıyor; ikiyüzlülüğe de yol
açıyor. Çünkü geleneksel ölçütlere uyum sağlamak çoğu kişiye fazlasıyla güç
geliyor. Çin de ise durum böyle değildir. Orada ahlak kuralları olumsuz
yönde değil, olumlu yöndedir. İnsanın ana-babasına saygılı, çocuklarına
şefkatli, fakir akrabalarına cömert ve herkese nazik davranması beklenir.
Bunlar da gerçekleştirilmesi çok zor beklentiler değildir; halkın çoğunluğu
tarafından gerçekten uygulanır. Sonuç da, galiba, çoğumuzun yerine
getiremediği bizim ölçütlerimize göre daha olumludur.

Günah kavramının yokluğunun bir başka sonucu da insanların, aralarındaki
görüş ayrılıklarını, Batı’da olduğundan daha fazla, mantığa ve tartışmaya
açık tutma eğiliminde olmalarıdır. Bizde fikir ayrılıkları hemen bir “ilke”
sorununa dönüşür: iki taraf da diğer tarafın kötü olduğunu, ona katılmanın
suçluluğu paylaşmak demek olduğunu düşünür. Bu da anlaşmazlıkları
şiddetlendirir ve uygulamada hemen kuvvete başvurmayı akla getirir. Çin’de
kuvvete başvurmaya hazır silahlı kuvvetler var olmuşsa da onları kimse, hatta
askerlerin kendileri bile ciddiye almamıştır. Hemen hemen kansız
denebilecek savaşlar yapmışlar, bizim Batı’daki daha şiddetli
çatışmalarımızdan edindiğimiz deneyimlere bakılırsa, beklenenden çok daha az
zarar vermişlerdir. Sivil yönetim de dahil olmak üzere halkın çoğunluğu
sanki bu generaller ve orduları hiç yokmuş gibi günlük yaşamlarını
sürdürmüşlerdir. Günlük yaşamda anlaşmazlıklar, çoğunlukla üçüncü bir kişinin
dostça arabuluculuğu ile çözümlenir. Kabul gören ilke uzlaşmadır; çünkü her
iki tarafın da aşağılanmaması gereklidir. Bazı yönleri yabancılara
komik gelse bile, bu görünüşü-kurtarma ilkesi son derece değer verilen ulusal
bir kurumdur; sosyal ve siyasal yaşamı, bizdekinden çok daha az acımasız
kılar.

Çin sisteminde tek bir kusur, ama önemli bir kusur vardır ve bu da
sistemin, Çin’in daha kavgacı uluslara karşı koymasını engellemesidir.
Bütün dünya Çin gibi olsaydı bütün dünya mutlu olurdu. Diğer uluslar kavgacı
ve kuvvetli olduğu sürece, Çinliler de, eğer ulusal bağımsızlıklarını
koruyacaklarsa, artık dış dünyadan soyutlanmış olmadıkları için, bizim
kötülüklerimizi bir ölçüde taklit etme zorunda kalacaklardır. Bu taklidin
bir gelişme olduğunu sanıp gururlanmaya kalkışmamalıyız.

Bertrand Russell

Sorgulayan Denemeler
Çeviri: Nermin Arık
Tübitak Popüler Bilim Kitapları 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir