Aylardır bir kabusun içindeyiz. Afakanlar basıyor uykumuzda bizi. Soluduğumuz havada barut kokusu. Korkular sarmış dört bir yanımızı. Ne tarafa baksak silik bir yüz, sinsice, hoyratça bakıyor bize. Uzattığımız dost eli havada kalıyor. Soramıyoruz ne oluyor, ne olacak, ne zaman sonlanacak bu karanlık? Ufukta görünüyor mu aydınlık yarınlar?

Sorular, sorular, sorular?

Oysa nadide bir çiçektir Antakya?m. Korur, kollar herkesi. Dosttur, vefadır, arkadaştır, sırdaştır, barıştır.

Kültürlere beşiklik etmiş, depremlere, yıkımlara, savaşlara göğüs germiş, onlarca milliyetin rahatça barındığı,Türkiye?deki tek Ermeni köyünü bağrında yaşatan, dinler arasında bir köprüdür Antakya?m.

Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği, şimdilerde dar sokaklarında gezmek, meşhur künefesini yemek, kebabından tatmak için can attığım; huzurun,, hoşgörünün adam gibi yaşandığı şehir, şehrim, Antakya?mın üzerindeki kara bulutlar dağılmak bilmiyor.

Gün geçmiyor ki basında ona dair bir haber çıkmasın.

Komşudaki huzursuzluğun faturası ona kesilmek isteniyor. Kendilerine mülteci(!) denilen yüzlerce, binlerce insan, nicedir bu şehri kendilerine mesken tutmuş. Ne bindikleri dolmuşlara, ne yemek yedikleri lokantalara, ne de sağlık hizmeti aldıkları hastanelere tek kuruş vermiyor.

Yazılan, söylenen başka şeyler de var ki çok trajik. Tanıdık bir doktor anlattı. Mülteciler Sünni ama ana dilleri Arapça. Hastanelerdeki doktorların Sünni olanı Türkçe, Alevi olanı da Arapça konuşuyor. Gelenlerin neredeyse tamamı kendi konuştukları dilden doktorları değil de aynı mezhepten ama farklı dili konuşanı tercih ediyor. Aslında edemiyor; çünkü anlaşamıyorlar. Araya yine Arapça bilen doktorlar giriyor, yardımcı olmaya çalışıyor. Bu noktada dil önemsizleştiriliyor, geri plana itiliyor.

Dinin birleştiriciliği değil de ayrıştıcı özelliği öne çıkarılıyor. Buna benzer pek çok örnek yaşanmakta.

Bir süre öncesine kadar hastaneler Suriye?deki çatışmalarda yaralananlarla dolu iken, şimdilerde yaralı ve ölüler ne yazık ki kendi vatandaşı. Karanlık bir oyunun kurbanı onlar. Neden öldükleri bir muamma. Sokaklarında silah dolu arabaların dolaşması, güvenlik zaafiyeti korkuları doruk noktasına çıkarmış. Halk telaş içinde, arayışta. Onları dinleyecek, yaralarını saracak güvenilir bir ses arıyor; ama o ses çoktan uzun bir yolculuğa çıktı. Dönüş ileri bir tarihe ertelendi.

Oysa yıllar önce merhum Ahmet Taner Kışlalı bir yazısında Türkiye?nin her yerini karış karış gezdiğini ve gerçek kardeşliğin, hoşgörünün, huzurun bu denli açık, rahat yaşandığı Antakya gibi başka bir kent görmediğini yazmıştı. Özellikle vurgu yaptığı bir nokta vardı ki dikkate değer: ? Ramazan ayında gidin? tavsiyesinde bulunmuş; çünkü o ayda gündüz

vakti lokantanın biri açıkken, diğerinin kapalı oluşunu hayranlıkla izlediğini, bu durumu insanların büyük bir olgunlukla karşıladığını, Arabıyla, Sünnisiyle, Müslümanıyla, Hristiyanıyla, Alevisiyle, Ermenisiyle, Romanıyla bir arada yaşamanın en güzel örneğini orada göreceklerini de belirtmişti.

Antakyalı biri olarak memleketin herhangi bir noktasında ne zaman bir kavga manzarası görsem gururlanırım şehrimle. Aklıma Fikret Reyhan?ın Defne adlı romanı düşer.

Irmak Tanrısı Thesselia’nın biricik kızı Defne (DAPHNE) sarı saçları ve masmavi gözleri ile doğa aşığı bir genç kız. Bütün gününü Harbiye’nin sımsıkı ormanlarında kah gezmekle, kah uyumakla geçirmekte… Zeus’un oğlu Apollon’un kendine olan aşkından habersiz kendisini yer tanrısı’na adamış, vuslat gününü beklemekte.

Şimdiki adıyla Asi o dönemlerdeki adıyla Orontes nehrinin kenarında yine kendi kendine vakit geçirdiği günlerden bir gün Apollon artık dayanamaz ve sahip olmak için peşine düşer Defne’nin. Ancak Defne Gaia’ya öylesine adanmıştır ki, bir an olsun düşünmez Apollon’a teslim olmayı… Kendisinden sayısız kez daha güçlü olan Apollon’un nefesini artık ensesinde hissetmeye başladığı bir an öylesine korkar ki, toprak anaya yalvarmaya başlar;

– Ört beni, ne olur sakla toprak ana…

Onun bu içten ve korku dolu yakarışına dayanamayan toprak ana Defne’yi ayaklarından tutup yavaşça içine çeker ve kolları birer ağaca, parmakları ise birer yaprağa dönüşür güzeller güzeli Defne’nin…

Gözleri önünde bir ağaca dönüşerek kendisinden sonsuza kadar kopan Defne’yi gören Apollon’u öylesine büyük bir acı kaplar ki, haykırışı bütün bir Harbiye’de duyulur;

– Sen güzeller güzeli Defne; bundan sonra hiçbir mevsim dökmeyeceğin yemyeşil yapraklarınla Tanrıların tacı olacaksın…!

Defne o günden sonra şu anda da bildiğiniz Defne Ağacı olarak hakikaten de dört mevsim koruduğu yemyeşil yaprakları ve muazzam kokusu ile varlığını sürdürmektedir.

Içimi bir huzur kaplasın istedim bu öyküyü anımsadıktan sonra. Antakya?m Defne gibi kendini kötülüklerden sakınabilecek mi? Direnecek mi her türlü zorbalığa?

Antakya Anadolu?nun aynası gibi. İsyanın, dayanışmanın, sevginin, direnişin, simgesi. Ama dokundunuz ona. Keyfi, huzuru kaçtı. Boynu bükük eski, güzel günlerine kavuşmayı bekliyor sabırla,metanetle?Ya o sabır taşarsa?

Selma Sayar

2 Comments

  1. Toprağın bu denli verimli ve kapsayıcı olduğu doğa parçaları, Dünya’da ne yazık ki giderek azalıyor. Hatay insanıyla da doğanın verimliliğine ve kapsayıcılığına uyumlu bir yaşam tarzı geliştirmiş binlerce yıl içinde. Özellikle il merkezi Antakya, Pers-Roma hakimiyet savaşlarının, Haçlıların sömürgeci baskınlarının, Emevilerin ticari taktiklerinin, Osmanlı’nın baskılarının üstesinden gelerek “kardeşliğin kenti” olmayı becerebilmiştir.
    Bugünlerde emperyalist devletlerin ve işbirlikçi ülke yönetimlerinin yakın coğrafyamızda yürüttükleri savaş stratejisinin bedelini ödeyen Ortadoğu halkları, temel çelişki olmayan farklı kültürlerini birlikte yaşama olanağını yeniden inşa etmek zorunda. Yoksa, her daim yeşil olan defne, yöresel adıyla har(ğar), yeşil olduğu kadar kuruduğunda hemen parlayan aleve dönüşebilir. Antakya halkı, bugünlerde adını kayıtlardan silmeye çalışan devlet kurumlarına inat, defnesini her daim yeşil tutmak için “barış suyu”nu toprağına, her zamankinden daha çok taşımak zorundadır.
    Müslüm Kabadayı

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Öteki, Düşman, Olay (Levinas, Schmitt ve Badiou’da Etik ve Siyaset) – Duygu Türk

Next Story

Asmalı Pencere – Mustafa Balel

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ