İnsanlar vardı, ama insanlık yoktu burada:

Mehmet Tanboğa ve Fevzi Yetkin’in Dörtlerin Gecesi kitabında geçiyor bu söz. Diyarbakır Cezaevi’nin 12 Eylül sonrası koşullarını anlatıyor.

Adnan Yücel ise, o uzun şiirinde şöyle diyor:

Havasızlık içinde veremler yaratılırken
Gardiyan hakimler ve savcı çavuşlarla
Her gece mahkemeler kurulurken
İnsanlar soyundurulup makatlar aranırken
Hangi kuş konardı zindan penceresine
Ve makatlara sigara takılıp yakılırken
İnsanlar dört ayak ile yürütülürken
Hangi bayrak çekilirdi onur kalesine

Ne yazık ki çok uzundur Adnan Yücel’in şiiri. Çok uzundur dörtlerin gecesi kitabı. Onlarca yıl, yüzlerce yıl uzunluğundadır. Çok da yaygındır. Dünyanın her köşesine yayılmıştır.

Emeğin hakkına el koyma ihtirasıyla yaşayan kişiliklere, kadim bir zalimlik de eklenince, efendilerinin sadık celladı olmaya ne kadar da gönüllü hale gelir insanlar. Her yerde, her çağda. Ama en çok Diyarbakır’da.

İnsanlığın olmadığı yer demek; iktidarın denetlenemez, sorgulanamaz, sınırlandırılamaz olduğu yer demektir. Yaşanamaz olunan yer! İktidarın her yerde olması durumudur bu; sadece kanunlarda, zindan hücrelerinde değil? İktidarın insan ruhuna, insan hücrelerine, beyinin ve yüreğin her noktasına yerleşmesi.

Ama bir kadim gerçek daha var: iktidar yer yerdeyse, direniş de her yerde olur. Her yerde! En çok da Diyarbakır’da.

Bir ağıttır belki Ağrı’da Zilan deresi
Dersim’de Lac deresi bir kanlı şiir
Oysa bir destandı Diyarbakır kalesi
Ve Diyarbakır zindanında
Ateşle sevişen ‘dörtlerin gecesi’

Önce Mazlum Doğan ateşi yandı. İnsanlığın binlerce yıllık “Newroz’u sönmesin diye, içine doldurulmak istenen iktidar zehri eriyip aksın diye, ışığa hasret yürekler parıldasın diye” Yaktı kendini.

Ne ki zindan – ne ki tutsak olmak
Ne ki kavga – ne ki dağlarda vurulmak
Bir sehpada idam olmak ne ki
İhanet utancıyla yaşamak var ya hani
Onursuzluğun lağım çukurunda yok olmak
Üniformalı bir Dehak önünde durmak
Ve beyninin içindekileri bir bir kusmak
Sonra bir et yığınına dönüşüp kalmak
İşte buydu Diyarbakır zindanında yaşamak

Sonra diğerleri geldiler. Dörtler! Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin, Eşref Anyık!

Ölmeye karar vermek kolaydı onlar için. Kendilerini feda etmekte tereddütleri yoktu. Ama kararı uygulamak zordu. Çok önlem almıştı düşman, ölmek bile yasaktı. Kibrit bulundurmaktan yemek tabağına, çatal kullanmaktan konuşmaya her şey yasak! Ama? Gerekirse sevdayla tutuşacaklardı.

Bir havar yükseldi zindandan kırlara
Dört ateşten dört kıvılcım düştü dağlara
Dağlar tutuşup indi bağlara
Dört ayrı ses yükseldi her ateşten
Söndürmeyin ateşi
Üfleyin korlara – üfleyin korlara

Çağların ve coğrafyaların ateşine karıştılar. Demirci Kawa’nın ateşini beslediler.

Newroz piroz be!

Zafer Köse
zaferxkose@gmail.com

4 Comments

  1. Kitap çok güzel gerçek olduğunu bilmek çok acı 1999larda okudum herhalde tekrar okumak isterim ama kitabı bulamıyorum hiç bir yerde yok sahaftada internet satışı yok

  2. Merhaba
    Halen almamışsanız ben DİYARBAKIR da bakabilirim

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Jacques Ranciére’den “Demokrasi Nefreti”

Next Story

BUKET UZUNER: SU romanı bize ‘vicdanımızı kaybettik’ diyor. (Söyleşi: Elif Şahin Hamidi)

Latest from Anlatı

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ