Düğüm – Ezgi Gençtürk

Oda, mahallede oynayan çocuk sesleriyle dolmaya başladığına göre öğlen olmalı. Saatin biri vurması bu vakti belirsizlikten kurtarıyor. Vuruşu sadece Ali Ersan fark ediyor. Gece boyu gözünü kırpmayıp, tavana, tavandaki girintilere, lekelere hapsolmasına rağmen uykusu yok. Saatlerdir soluğunu ilk defa bir sesle dışarı bırakıyor. İç çekmesi rahatlatıyor biraz. Yatağından kalkıp bir iki adım uzaklıktaki sandalyeye oturuyor. Duvardaki takvim resmi gözüne ilişiyor. Kulaklarını elleriyle kapamış çığlık atan bir adam… Etrafında can sıkıcı, boğucu renkler. Çığlık atan adamın neden bağırdığı belli değil. Belki bir nedeni de yok.
Sokak başından penceresinin dibine kadar büyük bir tangırtı ve kadın sesini taşıyan sebzeciye dayanamıyor Ali Ersan. Tereddütsüz başını ellerinin arasına alıyor, soluğu çığlığına yetiyor bu sefer. Resimdeki çığlık atan adamın bir nedeni olmasa bile Ali Ersan’ın var. O kuru bir görüntüden ibaretken Ali Ersan’ın yaşamı birkaç görüntüye bölünebiliyor. Boş sokak görüntüleri… Eller cepte, bir o yana bir bu yana… Bakkalın manavın uzağında bu sokaklar, rahat yürünebiliyor. Ardından kasvetli bir koridor ve bitmek bilmeyen bir sıra görüntüsü… Bir yatak iki sandalye bir masayla sıvası dökülmüş oda görüntüsü… Ali Ersan bu görüntüler arasında gidip geliyor. Düşünüyor Ali Ersan, takvimdeki adamdan ne kadar farklı, şanslı.
Allak bullak Ali Ersan, düşünceleri bir düğüm haline gelmiş. İşin içinden çıkamıyor. Düğüm gitgide bir kara lekeye dönüyor. Hatırlamıyor olanı biteni. Uyuşturucu bir umutsuzluk bedenine yerleşiyor. Bu sefer masanın üzerindeki bir paket fark ettiriyor kendini. Gülfem’in yüzü… Aklına getirmeye çalışıyor. Zorlanıyor. Parça parça canlanıyor beyaz teni, masum bakışı. Yine iç çekiyor Ali Ersan. Mahalledeki düğüne büyük bir umutla nasıl hazırlandığını, O’nu görünce neler söyleyeceğini, nerede yalnız kalabileceklerini düşünüyor. Kızgın ve kırgın… Yine de; o loş sokak lambasının altında Gülfem’in boynuna dolayamadığı pembe eşarbı doluyor bu defa Ali Ersan.

Yorgunluk yaşamının ayrıntılarında gezinmesini engelliyor. İçinde bir boşluk var adını koyamadığı, bir eksiklik… Bir şey var, arıyor ama bulamıyor. Sokağa, akıp giden yaşama dönüyor yüzünü. Seyre koyuluyor. Sokak, her zamankinden kalabalık. Yeni açan akasya ve erguvanlarla renkli bir görüntü oluşuyor. Kocalarının paketlerini karşılayan kadın yüzleriyle kaynaşıyor görüntü. Sadece tahta bir merdiven gıcırtısı seyrini bozuyor. Ötede bir adamla bir kadın birbirine yaslanıyor. Kadın kilolu, esmer. Her gün yüzlercesiyle sokakta karşılaşılacak türden. Adamın üzerinde iş kıyafetleri, belli ki evde yıkanacak. Tüm nakaratlara rağmen yaşantıları kendilerinden önde. Sıcaklıklarıysa pencere ardına bile işliyor. Bir çocuk çıkıveriyor parktan. Yanlarına geliyor. Ellerini uzatıyor adama. Dayanamıyor görüntüye Ali Ersan. Tahta merdiven gıcırtısı gibi eklenmek istemiyor. Uzaklaşıyor pencereden. Eksikliğinin ne olduğunu buluyor. Yaşamı ne zaman yavanlaşsa, seyre koyulacak ve yokluğunu duyumsayacak.

Arkasını döndüğünde yine karşılaşıyor takvimdeki adamla, “Boş yere yaygara koparıyorsun. Bak, insanların keyfi yerinde” diyor. Kıyafetlerini koyduğu küçük kutudan eski bir resim çıkarıyor. Annesinin ekmek sıcaklığındaki gülüşü içini sarmalıyor ilkin. Sonra kendi gözlerine bakıyor, duyularından uzak bir rahatlığı fark ediyor. O ifadeyi alıp yüzüne yerleştirmek istercesine geçmişe uzanıyor. Gözlerini kapayıp çocukluk anılarında turluyor. Elma hırsızlıklarını, bisiklet kiralamalarını, yağmurlu günlerde sinema kapılarını, sıra sıra ahşap evleri, evleri yutarcasına sarmalayan erikli bahçeleri, çinko zeminli balkonlarda yapılan çay keyiflerini anımsıyor. Eksik yanı kayboluyor ansızın. Gözlerini açıp, ceketini alıyor. Takvimdeki adama “hadi eyvallah” diyor ve seyirlik yaşamın kapısını aralıyor.

Sokak bu sefer tenha. Birkaç kişi var. Ama yokluk gibi varlar. Aceleci tavırları varlıklarını silikleştiriyor. Sırıtmaktan kırışmış bir çift göz önüne çıkıyor. Para verse eline yapışacak. Yılışık, kirli görüntü çürük dişlerini aklına getiriyor. Neden sonra evden hayli uzaklaştığını anlıyor Ali Ersan. Sormuyor kendine neden buradayım ne yapıyorum diye. Sorsa ne fark eder? Ali Ersan’ın yaşamında bir sebep var mı? Sıralanmış, irili ufaklı tamirhanelere takılıyor gözleri. Kimse yok içlerinde. Ama var gibiler. Taze ter izleri taşıyan bir bez parçası ele veriyor kendilerini. Düşünüyor Ali Ersan; ?Kaç kepçe yemek, kaç kadın gülüşü eder, bu soğuk, izbe barakalar.?

Tamirhanelerin sonlanmasıyla bir park uzanıyor önünde. “Parklar bu saatte yeni boyanmış kadınlar, tıraşlı erkeklerle dolmaz; hele hele çocuklar hiç olmaz.” diye düşünüyor. Tekrar bir seyrin içerisine girmek istemiyor. Yetişecek yeri olmayanlarla buluşmayı kaldırabilir ancak. Öyle ya, birileri vardır muhakkak. Konuk olmayan, konuk ağırlamayan, karısı olmayan, olsa bile gülmeyen, evi olmayan olsa bile evinde duramayan, bir sebep arayan, bulsa bile sokağı yeğleyen, sıkılan, sokakta sıkılmak isteyen, sözlerini bitiren, sokakta söyleyecek sözü olan, sevmeyen, sevmek için sokağa çıkan… Birileri vardır muhakkak.

Bir duygu açlığıyla soluyarak banklardan birine yerleşiyor. İnsanın gizli, karanlık köşelerini saklayabilen bir park. Seviniyor buna. Tahta kapıyı araladığında tüm varlıklar aniden insanlaşıyor. Kuşlarla konuşuluyor, karıncalar selamlanıyor. Herkes tüm ilgisini, ilgisizliğini bir beyaz bayrak halinde gökyüzüne fırlatıyor. İlgisizler bir adım öne çıkıyor dertleriyle. İlgililer bir adım geride onları dinleyip, ciddi ve endişeli bir bakışla söz söylemeye hazırlanıyor. Bu büyülü merasime alışmaya koyulurken yanı başındaki romatizmalı teyzeye cevap vermediğini fark ediyor. Ama yok, ilgili olamaz Ali Ersan. Susmaya devam ediyor. Sevmez, kendisinden bir şey umulmasını. Tek şey düşünmeyi dayatmaktan başka bir şey değil. Yaşlı kadın biraz daha ısrar etse koşarak uzaklaşabilir Ali Ersan. Düşlere cam kırığı olarak girmek istemez. Beklentide bırakmamak için yönünü değiştiriyor. Bir düşünceye gark ediyor kendini.” Beklentisi var mıydı benden? Bekleyecek kadar sevmiş miydi? Elişinden parmakları kızarmıştı. Bizim için miydi? Bizim evimize miydi onlar? Neden şüpheleniyorum ben! Sevmese mahallenin kuytuluklarında tenine dokundurur muydu? İçime bırakır mıydı beni günlerce avutacak kokusunu. Sonra o ısırıcı sessizliğe gömmeden önce beni, masum bakışı delici sözlerinden daha gerçek değil miydi? Gözleri dolmuştu. Elleri çaresiz. Nereye koyacağını bilemiyordu. Kararlı ve soğuk tavrıyla bir başka bedene uzatıyordu yazgısını. Hâlbuki sıcaklığı hala bendeydi.” Gözlerinin izinsiz seyriyle irkiliyor Ali Ersan. Bir yuvarlak sıcaklığı yakalayıp bulmuş habersiz. Detaylarda iki düğmenin arasındaki gizli boşlukta takılı kalmış O derinlerdeyken. Karşısındaki kadının yüz hatlarında gezdiriyor bu sefer kendini. Bakışları birbirlerine değiyor. Duyularında bir parça utanç, bir parça şefkat, bir parça huzur, bir parça sevgisizlik, bir parça umut, biraz sıcaklık… Utancı diğerlerine üstün. Kadının vücuduna, yüzüne yaydığı bakışlarını toparlayıp parka özgü biçimlerin yüzeylerine bırakıyor.

Fark edilmek canını sıkıyor. Artık konuşmasını bekleyecekler. Ne anlatabilir ki onlara. Susuyor. Tüm aranmışlığını yüklenerek gitmeye hazırlanıyor Ali Ersan. Parktan dışarı adım attığında, bir nebze rahatlıyor. Sokakların umarsız, beklentisiz hali O’nu hep rahatlatır. Kalabalığa karışıyor. İnsan kümelerini bölmemek için mümkün olduğunca yönünü değiştiriyor. Neşeli sohbetler, kahkahalar içini sızlatıyor. Yanından geçen birkaç inşaat işçisinin konuşmasına kulak kesiliyor. “Ne yaparsın abi, umut fakirin ekmeği işte.” Tekrarlıyor.” Umut fakirin ekmeği”…Ali Ersan, kendine bir umut edinse…

Yaşamının karanlık dönemecinden kurtulma sancıları çekerek ilerliyor Ali Ersan. O sırada, bir el, gecenin tüm yoğunluğunu alarak bulutları yere indirmeye hazırlanıyor. Sırtındaki ince dokunuşla irkilerek hızla arkasını dönüyor. Soluğu sese dönüşüyor günler sonra.
“Ali, canım ne yapıyorsun buralarda? Seni arıyorum saatlerdir.”
“Beni mi?”
“Evet, düğün başladı. Konuşmuştuk hani, köşedeki sokak lambasının altında buluşacaktık.”
Kaybetmişliğinden olacak, Ali Ersan yaşayacaklarına da yaşadıklarına da bir son yazıyor. Hangisi gerçek hangisi kurmaca ayıramıyor. İhtimallerini kendisi biçiyor her gün. Şu işe başvursam bunu derler. Gülfem’e şunu söylesem, böyle cevap verir. Ölsem, cüzdanım kaybolsa, aç kalsam bunlar olur. Uzun bir solukla yere çöküyor. Bilincinin dehşetinden ayrılmaya çalışarak cevap veriyor.
“Öyle miydi?”
“Öyleydi tabi. Eve gittim. Kapıyı uzunca çaldım. O arada, komşuların birkaç gündür seni görmediklerini söylediler. Korktum. Aramaya koyuldum ve nihayet buldum.”
“İyi ki… İyi ki…”
Kalkıyor Ali Ersan. Sarılıyorlar. Takvimdeki adam çığlığı kesiyor. Umutsuzlar parkı boşalıyor. Sokakların düşlü, kurmacalı tarafları uysal gerçekliğe uzanıyor. Sözcükler, günlerdir bir büyük sessizlik hapsine galebe çalıyor. Gülfem’in boynunda bir pembe eşarp halinde salınıyorlar.
“Ölüyordum. İyi ki geldin.”

Ezgi Gençtürk
2010 Temmuz

2 yorum

  1. Güzel bir öykü olmuş. Ara sıra sitenizdeki yazı ve öyküleri okuyorum. Okumayı seviyorum. Bu öyküde farklı tad verdi bana. Çok hoş olmuş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir