dünyaya_kafa_tutan_köyKürenin üzerinde 37° 22′ 16¨ Kuzey, 4° 57′ 29¨ Batı noktası: Marinaleda. Asteriks’in köyünü hatırlatan bu Endülüs köyü bildiğimiz dünyaya kafa tutuyor: Burada insanlar kâr için değil, insanca bir hayat sürmek için çalışıyorlar.
Marinaleda’da köyle ilgili kararlar herkese açık genel toplantılarla alınıyor. Çiftliklerin ve üretim tesislerinin mülkiyeti ortak. İnsanlar ömür billah konut kredisiyle cebelleşmek yerine, kooperatifin sağladığı malzemeyle ve eş dost yardımıyla kendilerine bir ev inşa etmeyi öğreniyor, çok cüzi bir miktara barınma imkânına sahip oluyorlar.

Ayda bir gün köyü geliştirmek için ücretsiz çalışıyor, köylerinde bir polis kuvveti bulundurmaya ihtiyaç duymuyorlar. Yani dünya üzerinde küçücük bir nokta olmasına rağmen, bir köyden çok daha fazlası Marinaleda: siyasal bir örnek, başka bir dünyanın mümkün olduğunun somut bir örneği. Arsız bir bireyciliği ve müşterek kaynakların özelleştirilerek yağmalanmasını teşvik eden liberal uygulamaların hiçbir alternatifi olmadığı iddiasını çürütebileceğimizin yaşayan bir kanıtı. Kuşkusuz bu noktaya bir günde gelmedi Marinaleda: Bu kitapta okuyacağınız, toprak işgalleri, açlık grevleri, “kamulaştırma” ve eylemlerle geçen uzun bir mücadele tarihi var.
Albert Camus bir zamanlar İspanya için “Başkaldıran insanın anavatanı, en büyük başyapıtların imkânsıza karşı haykırışlar olduğu yer,” demişti. Marinaleda, adaletsizliğe ve eşitsizliğe başkaldırısıyla tam da Camus’nün söz ettiği türden bir başyapıt: Barış yolunda süregiden bir ütopya.

KİTABIN KÜNYESİ
Dünyaya Kafa Tutan Köy
Dan Hancox
Özgün adı: The Village Against the World
Çeviri: Ali Karatay
Yayına Hazırlayan: Özge Çelik
Kapak Tasarımı: Semih Sökmen
Yayıncı: Metis
05 / 2016
224 Sayfa

İÇİNDEKİLER
Sunuş, Alberto Garzon Espinosa
1 Köyle Tanışın
2 Topraktaki Hikâye
3 La Lucha
4 Toprak İşleyenindir
5 Ekmek ve Gül
6 Ütopyada Muhalefet
7 Krize Karşı Köy
8 Ütopyanın Sonu mu?
Teşekkür

OKUMA PARÇASI
Sunuş, Alberto Garzon Espinosa, s. 13-17
Bugün İspanya’da yaklaşık 6 milyon işsiz var. Bunlardan 1,5 milyon kadarı Endülüslü kadın ve erkekler; 1.700.000’den fazlası ise 30 yaşından küçük. Bu feci veriler, bugünkü ekonomik krizi, 1930’ lu yıllardaki Büyük Buhran’dan bu yana gördüğümüz en ağır kriz olarak tanımlamamıza yol açıyor. Vatandaşlarına iş sağlamaktan bile aciz ekonomik bir sistemin, kapitalizmin krizi.
Bu soğuk rakamların ardında barınma, eğitim, sağlık ya da kültür gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorluk çeken insanların yüzleri ve hayatları olduğunu unutmamalıyız. Kısacası, topraklarımızda doyurucu bir toplumsal hayata ulaşmanın düpedüz imkânsız değilse bile her geçen gün daha zor hale geldiğini teslim etmek gerekiyor.
Ancak bu kriz sadece ekonomik bir kriz değil; 1978’den beri İspanya’da kurulmaya çalışılan formel demokrasinin payandalarını devirmekte olan devasa siyasal krizin de işareti. Günümüzde siyasi kurumların itibar kaybetmesi, siyasi partiler ve sendikalar gibi eski siyasal örgütlenme biçimlerinden duyulan hoşnutsuzlukla birleşince, önümüzde henüz hakkında pek az şey bildiğimiz yeni bir toplumsal ve siyasal alan açılıyor. Hakkında pek az şey biliyoruz, çünkü bu alanı, halk sınıflarının örgütlenme kabiliyetinin damga vuracağı gelecekteki toplumsal mücadeleler şekillendirecek.
Şu an durduğumuz yol ayrımında başlıca görevimiz nereye itildiğimizi ve nereye varabileceğimizi anlamaya çalışmak; bunun için de İspanya’nın yakın tarihindeki önemli bazı toplumsal ve siyasal süreçleri gözden geçirmemiz gerekiyor. Kimsenin kuşkusu olmasın ki bunların en önemlilerinden biri de, Sevilla’da, Marinaleda’ da, işçilerin dur durak bilmeksizin inşa etmekte oldukları süreç.
Marinaleda bir köyden çok daha fazlası. Aynı zamanda siyasal bir örnek.
Marinaleda, “başka bir dünya mümkün”ün somut bir örneği. Sevilla bölgesindeki bu köy, arsız bir bireyciliği ve bütün müşterek kaynakların özelleştirilmesini teşvik eden liberal uygulamaların hiçbir alternatifi olmadığı iddiasını çürütebileceğimizin kanlı canlı bir delili. Üstelik söz konusu olan kuramsal ya da soyut bir iddia değil, vatandaşların her gün bilinçleriyle yoğurdukları son derece elle tutulur ve pratik bir teyit.
Mesele sadece Sol Birlik tarafından yönetilen Marinaleda’nın, farklı partilerin elindeki başka belediyelerce de uygulanabilecek farklı bir yönetim modeli sunması değildir. Aynı zamanda burada, ancak toplumsal kalkışmanın, seferberliğin gücü dikkate alındığında açıklanabilecek –işgaller, konut programları ya da komüniter üretim faaliyetlerinin örgütlenmesi gibi– süreçlerin işlemekte olduğunu görmemiz gerekir. İşte Hancox’ın karşınızdaki çalışması Marinaleda’nın tarihini kronolojik olarak bize tanıtarak bu kalkışmaların etkin gücünü tahlil edebilmemizi sağlıyor.
Bu kitapta anlatılan süreçlerin çelişkiden azade olduğunu iddia etmiyorum. Her tür dönüştürücü süreç gibi Marinaleda’daki mücadele de henüz kesin bir çözüme kavuşturulamamış engellerle karşı karşıya. Belirgin bir örnek vermek gerekirse, belediye başkanı Juan Manuel Gordillo’nun güçlü karakterinin aynı anda hem avantaj hem de dezavantaj olduğunu belirtmek yeterli olacaktır. Bütün dönüştürücü süreçler, liderin karakterinin ve iletişim yeteneğinin temel önem taşıdığı, iyi bir iletişim stratejisi gerektirir, ancak –tanımı gereği kolektif olan– projenin tek bir kişiyle özdeşleştirilmesi tehlikesine karşı dikkatli olmak gerekir.
Öte yandan, Marinaleda örneği, her zaferin fedakârlık gerektirdiğini de gösteriyor bize. Belli aralıklarla oy sandıklarına gitmekten ibaret olan salt kurumsal siyaset icrası, toplumsal dönüşüm için yararlı bir aygıt sunar. Ancak, Marcelino Camacho’nun bize hatırlattığı gibi, grev hakkı, grevler sayesinde kazanılmıştır. Ve bugün en temel saydığımız haklar bile, zamanında, hâkim sağduyu, yani hâkim sınıfın ideolojisi tarafından asla kabul edilemez görülmüştür. Nitekim, kaynaklarımızı ve haklarımızı nasıl paylaşacağımız meselesini belirleyen, toplumsal sınıflar arasındaki mücadeledir.
İşte bu nedenle her zaman tetikte olmak gerekir. Unutmamalıyız ki kazanılan şeyler kaybedilebilir de. Bugün kamusal eğitim, kamusal sağlık gibi kamusal hizmetlerde yapılmakta olan kesintiler, nüfusun en zengin kesimlerinin bize dayattığı korkunç şiddet yüzünden gerçekleşmektedir. Belki şiddetin mekanizması değişmiştir, karmaşık finansal ve ekonomik kanallar üzerinden uygulanmaktadır artık, ancak saikler aynı kalmıştır. Bugün kâr mantığının bütün kamu alanını ele geçirmesi tehdidiyle karşı karşıyayız. Marinaleda’nın öyküsü, aynı zamanda mücadeleyi hiçbir zaman elden bırakmayan bir köyün şanslı öyküsü.
Hiç kuşkusuz, yeni nesillerin –işgaller, iş bırakmalar, açlık grevleri ve benzeri siyasal eylemler yoluyla mücadele verenlerin çocukları ve torunlarının– gelmesiyle birlikte, bu zaferlere hangi dev bedeller ödenerek ulaşıldığının unutulması tehlikesi var. Mesela Küba’da Fidel ve Che’nin devriminin toplumsal kazanımları on yıllardır temel ve doğal hizmetler sayılıyor; oysa genç yurttaşların sermayeden koparılıp alınmış hakların hakiki değerini anlamaları için “iki günlük kapitalizm” tecrübesi yeterli olacaktır. Bir devrimden, toplumsal bir zaferden çıkagelen kolektif imgelem, toplumsal ilerlemeyi harekete geçirmiş olan önemli çabayı, emeği unutma eğilimi taşır. Bu unutuş, cehalet, konformizmin ve söz konusu zafere yöneltilen saldırılara karşı zaaf göstermenin kaynağı olur. Bu nedenle, Gramsci’nin “kültürel hegemonya” dediği şeyi ele geçirmek için devrimci pedagoji uygulamak can alıcı önem taşır.
İşte bu nedenle emek kültürünü beslemek, toplumsal zaferi kazanmak kadar elzemdir. Etrafımızda gördüğümüz her şey, kamu hastanelerinden yollara, okullara kadar her şey, emeğin gücüyle meydana getirilmiştir. Ve üretim aygıtının içinde her biri ayrı bir yer tutan –marangozundan yöneticisine, profesöründen madencisine– emekçilerin payına, özel olanların yanı sıra kamusal mülkleri ve hizmetleri de ayakta tutma erdemi düşer. Bu nedenle emekle üretilen değerlerin nasıl dağıtıldığını sorgulamayı sürdürmek hâlâ son derece geçerli bir ödevdir. Aynı zamanda toplumsal dönüşüme katkıda bulunan sübvansiyonların ve diğer kamusal desteklerin de son tahlilde mutlaka emeğin gücünden yani işçi sınıfından kaynaklandığını unutmamamız gerekiyor.
Bunların yanı sıra, Marinaleda bize ekonomiyi düşünmenin başka bir yolu olduğunu öğretti. Toplumun açgözlü piyasa karşısında boyun eğmemesinin mümkün olduğunu öğretti. Bu açıdan, Hancox bize bu kitapta şair Oppenheim’ın şu güzel dizelerini hatırlatıyor: “Bedenlerle birlikte açlıktan ölüyor yürekler de; ekmek verin bize, fakat gül de!”
Vazgeçilmez yapıtı Büyük Dönüşüm’de iktisatçı ve antropolog Karl Polanyi bize şunu hatırlatıyor: “Bizim çağımızdan önce, piyasanın kontrol ettiği hiçbir ekonomi mevcut değildi.” Polanyi bu fikrin üzerinde hassasiyetle duruyor, çünkü liberal düşüncenin toplumun, bütün toplumların her zaman piyasanın kaprislerine boyun eğdiği yolundaki iddiasını çürütmemizi sağlıyor bu fikir. Sadece bugün, kapitalist ekonomi koşullarında “ekonomi toplumsal ilişkilere katılacağına, toplumsal ilişkilerin ekonomiye katıldığını” belirtiyor Polanyi. Yani, tarihsel bir ilişki tersine çevrilmekte. Toplumun kendisi daha iyi yaşamak için ne üreteceğine, nasıl dağıtacağına ve tüketeceğine –yani ekonomiyi nasıl yapacağına– karar verecek yerde, bugün bu kararlar toplumun dışında, kendi kendini düzenleyen piyasanın mantığına göre alınarak topluma dayatılıyor. Toplum sonuçta ekonomiye esir ediliyor, daha doğrusu piyasanın kaprislerine esir düşüyor.
Bütün bunlar önemsiz değil. Son yirmi-otuz yılda emekçilerin çabaları üretici güçleri sağlık, kültür veya eğitim gibi kamu hizmetlerini topluma rahatça tahsis edebilecek ölçüde geliştirerek bize daha dolu ve engin bir hayat sağladı. Yine bu zaman diliminde, farklı toplumsal sınıflar arasında hâlâ dev farklar mevcut olsa bile, ortalama ömür beklentisi arttı. Her halükârda emeğin bizi önceki çağlara özgü pek çok zahmetten, zorluktan kurtardığından kimsenin şüphesi yok. Hiç kuşkusuz ortalama ömür beklentisinin artması emeğin bir zaferidir.
Bu nedenle bir toplum için en öncelikli, en önemli şeyin vatandaşlarının mutluluğunu artırmak olduğunu vurgulamak gerekir. Bu amaca ulaşmak için en can alıcı şey herkese iş ve iktisadi bağımlılıktan azade, özgür yaşayabilecekleri bir gelir temin etmektir. Bu amaçla da ekonomi politik yapmamız gerekir; yani ne üreteceğimize, nasıl dağıtacağımıza ve nasıl tüketeceğimize kendimizin karar vermesi gerekir.
İspanyollar ve özellikle de Endülüslüler için bunca ağır olan kriz şartlarında, ütopyanın kendisini günbegün toplumsal mücadele yoluyla inşa ettiğini hatırlamakta yarar var. Binlerce gencin daha iyi bir hayat bulma umuduyla başka yerlere göç ettiği bir anda, bu ütopyada ısrarlı olmakta yarar var. Bu gençler evlerinden, topraklarından, dostlarından uzağa savruluyor. Sermayenin şiddeti ve kaprisleriyle yerinden yurdundan edilen hayatlar söz konusu. Seferber olalım, örgütlenelim, payımıza düşen ekmeği ve gülü elimizden almalarına, çalmalarına asla izin vermeyelim!
İspanyolcadan çeviren: Müge Gürsoy Sökmen

Previous Story

Ben Kimim? (Benlik ve Kimlik Bilincinin Temelleri) – Nurdoğan Arkış

Next Story

Ortak Lüks – Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi – Kristin Ross

Latest from İnceleme

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ