– Günaydın

– Ooo, aleykümselâm. Gel buyur. Bu başıma gelenlerin güzel tarafı da var; sık görüşmeye başladık.

– Dışardakiler, köydekiler iyi. Selam gönderdiler. Karşı tarafla da işler yolunda.

– Daha öğrenciyken başlamıştın bizi ihmal etmeye. Ama iyi ki büyük okulları bitirip avukat oldun. İşimiz düşünce sana güvenebilirmişiz demek.

– Evet Dayı. Ama fazla zamanımız yok; görüşme iznimiz uzun değil. Duruşmadan önce savunma hazırlayacağız, biliyorsun.

– Ben yazdım bir şeyler. Al, bir bak.

– Bakayım… Hımmm… Bunlar olmaz, böyle olmaz.

– Sen karışma! Sadece Hâkim Bey’in anlayacağı hale getir.

– Peki bir bakayım. Ama savunma böyle yazılmaz. Bu yazıyı ulaştırabilsek bile okumazlar.

– Sen dediğimi yap. O da bir insan değil mi? Ha, yazdıklarımın içini değiştirme sakın! Sadece dışını düzelt…

– Peki, bir elden geçireyim. Ama mahkemede kullanacağımıza söz veremem.

– …

*

Hâkim Bey,

Senin de hiç düşünmeden davrandığın olmadı mı? Öyle düşüncesizce demek istemiyorum. Düşünmeye gerek yok gibi hissettiğin olur ya, işte öyle.

Taammüden diyor Savcı Bey. Yani önceden tasarlayıp, kasten. Öyle değil… Önceden planlamadım. Ama yalan yok, yanlışlıkla da değil. Ne bileyim işte, keşke ölmeseydi.

Beni serbest bırak deme hakkım var mı, bilmiyorum. Yine aynı şey olursa, yani tıpkısının aynısı, yine yaparım, herhalde. Emeğimi yedirmem. Aslında yediriyormuşum hep. Hepimiz. Biz çalışıyormuşuz, başkaları yiyormuş. Bu avukat çocuk anlatırdı eskiden; öğrenciyken, köye geldikçe. Ama farkında değilmişiz de onun için göz yumuyormuşuz. Biz anlamayınca olabilir, ama böyle açık açık olmaz ki! Neyse…

Olaydan bir gün önce zeytin topluyorduk. Türlü zeytin toplama yolları vardır. Biz daha çok belimize sepet bağlayıp zeytinleri tek tek toplarız. Tam da tek tek sayılmaz ya; daldan sepete sağarız.

Soğuk olur genellikle. Merdivene çıkarsın, yetişebileceğin dallara uzanırsın. Dalların püskülleri takıldığı yerden kurtulur, yüzüne çarpar. Islaktır dallar, daha da soğuk olur. Bazen ellerin çizilir. Acımaz, ama akşama biraz yanacağını bilirsin. Dayadığın yerden toplayabileceklerin bitince, merdivenin yerini değiştirirsin. Yerler çamurdur, ayaklarına sarar. Başka bir dala dayarken veya merdivene çıkarken, ensene bir zeytin tanesi düşmez mi, buz gibi. En kötüsü budur. Yakanın içinden alıp yere atarsın. Gözünde ne kadar değerli de olsa hiç acımazsın o taneye. Hatta bazen ezersin ayağınla. Siyah tanenin kırmızı özü, çamura karışır.

Ha, zeytinin özü kırmızıdır, aslında. Belki sen bilmezsin Hâkim Bey, zeytinler ilk toplandığında yenmez. Bazı işlemlerden geçirilmesi, aylarca beklenmesi gerekir. Özünün kırmızılığı ve acısı, ancak ondan sonra kaybolur. Neyse, ben devam edeyim.

Allah’a şükür Hâkim Bey, kendimize ait mallarımız var. Yani, zeytin toplama işini yevmiyeci olarak yapmayız biz. Kendi mallarımızdaki ürünleri toplarız. Çok da güzeldir bu iş. Pek yevmiyeci götürmek istemeyiz, ama bazen mecbur kalırız götürmeye. Onların çalışması beni hep hüzünlendirir. Ellerini ovuşturur, hohlarlar. Fakat kesintisiz çalışmak zorunda olduklarını düşünürler, ara vermezler.

Budama zamanından kalma dallar olur bahçede. Onların birazını toplar, bir küçük ateş yakarım bazen. Doldurduğu sepetini plastik seleye boşaltan aceleyle ateşin başına gider. Biraz ısınıp öyle devam eder. Yevmiyecilerin ısınmaları da telaşlı olur.

Öğle ezanından sonra yemeğe otururuz. O ateşin közlerinden birazını yan tarafa ayırırım. Sucuk pişiririz üzerinde. Zeytinlikteki en güzel öğle yemeği budur. Üstüne bir de helva! Ama Hâkim Bey, doğrusu, bu tür ziyafetleri yevmiyeci götürmediğimiz günler yaparız. Ne yapalım; onlara da ikram etsek olmaz, etmesek hiç olmaz. Neyse…

O gün merdivenden inince bir baktım, üst dalda bir zeytin tanesi kalmış. Oysa sepetim dolmuştu. Merdivenin de yerini değiştirecektim. Keşke görmeseydim o taneyi. Ama görmüştüm bir kere; bırakır mıyım, o kadar emeğim vardı üzerinde. O ağacı budamıştım, traktörün yanaşamadığı diplerini çapalamıştım, en sıcak günlerde çalışmıştım. Öğrenci olan çocuklarımı da çalıştırmıştım bazı tatil günlerinde. Yıl içinde üç defa ilaçlamıştım. Dünyanın da parasını harcamıştım.

Belimdeki dolu sepetle tekrar merdivene çıktım. Böylece, bir emek daha ekledim üzerine. Sepetin ağırlığından dolayı belim ağrımaya başlamıştı. Eh, yaş da epey oldu. Neyse… Merdivenin üst basamaklarına kadar çıktım. Yan tarafta, oldukça uzakta kaldı o zeytin tanesi. Uzandım, uzandım, parmaklarımın ucuyla dokunabildim, ancak. İşaret ve orta parmağım arasına sıkıştırıp kopardım. Ama daha kolumu geri çekmeden parmaklarımın arasından kayıp düştü. İndim baktım, çamura düşmüş. Aldım yerden, plastik selenin yanına gittim. Sepetimi boşaltınca sele de doldu. O zeytin tanesi hâlâ avucumdaydı. Kazağımın içiyle bir güzel sildim. Selenin en üstüne koydum.

Bir sele dolusu zeytinin üzerinde parlıyordu. Yeni toplanan zeytin taneleri biraz bulutlu olur. Ama bunu sildim ya, zümrüt gibi parlak olmuştu.

Zeytin toplama günlerinde bize dinlenmek yasaktır, Hâkim Bey. Akşam olunca da toplanan zeytinlerin seçme işi başlar. Genelde malı olan herkesin bir de zeytin seçme makinesi vardır. Üstten kasasına dökülen zeytinleri sarsarak alt katlara iletir, bu makine. Aşağıda, delikli saclardan oluşmuş üç katlı bölmeler vardır. En üstteki sacın delikleri en büyük, en alttakinin ise en küçüktür. Zeytin taneleri bu deliklerden bir alt kata inerler. Hangi katta kalırsa, o bölmenin çıkışından, dışarı dökülürler. Bu şekilde zeytinler boylarına göre ayrılmış olur. Tabii, her döküldüğü bölmenin altındaki selelerin başında bizler oturur, iyi kararmamış, ezilmiş, bozulmuş olanları da elle seçeriz. Neyse…

Seçtiğimiz zeytinleri salamuralı havuzlara atıp aylarca bekletmek en iyisidir. Çünkü henüz yenmeyecek durumdayken, yeni toplandığında satmak, üreticinin zararınadır. Ama en azından bir kısmını çiğden satmak zorundayız. Havuzdakilerin satılacak duruma gelmesini bekleyene kadar nasıl geçineceğiz, değil mi?

O gece seçtiklerimizi satmaya götürmek için, ertesi sabah erkenden kalktım. Seçme işi bazen geç saatlerde biter, akşamdan götürüp satamazsın. Toplamaya geç kalmamak için, en iyisi, ertesi gün çok erken saatlerde toptancı pazarına gitmektir.

Seleleri arabamın bagajına yükledim. Steyşın bir arabam var, çok şükür. Tam yola çıkacakken şu parlak zeytin tanesini koltuğun üzerinde gördüm. Hâkim Bey, inanmayacaksın şimdi, ama sahiden o zeytindi. Selelerin birinden düşmüş, zümrüt gibi parlıyordu. Dedim ya, tanelerin biraz bulutlu olması iyidir, ama ben bunu aldım, yine bir güzel sildim ve yanımdaki koltuğun üzerinde duran dolu selenin üstüne koydum.

Yol boyunca, bir yıldır harcadığım emeklerim, sene sonunu bekleyerek geçen günlerim, hafta sonlarında çalıştırdığım çocuklarımın sessiz sitemleri, bir önceki gün bir tek zeytin tanesi için tekrar merdivene tırmanıp uzak dala uzanışım, simsiyah bir parlaklıkla gülümsedi bana.

Zeytin pazarına ulaşınca birkaç pazarlıktan sonra bir tüccarla anlaştım. Her zamanki gibi, tüccarın iki adamı, omuzlarına yükledikleri sopaya bağlı bir kantarla seleleri tartıyorlardı. Tüccar da onların başında duruyor, kantarın gösterdiği değeri okuyordu. Bir adam da arabamdan seleleri çıkarıp teker teker kantarın kancasına takıyordu. Bu adam, aynı zamanda tüccarın yüksek sesle okuduğu rakamı bir kâğıda yazıyordu. Aynı rakamı, âdet olduğu üzere ben de not ediyordum. Sonra bu rakamları toplayıp selelerin darasını çıkararak ne kadar zeytin sattığımı hesaplayacaktık.

Bu arada ön koltuktaki seleyi tarttıklarını gördüm. Bu, sonuncuydu. Gözlerim, üstlerde olması gereken o parlak taneyi aradı. Ama yoktu. Yere baktım. Kantarın yedek sopası ve ezilmiş birkaç zeytin tanesi vardı etrafta. İçim bir tuhaf oldu. Acaba benim zümrüdüm de ezilmiş miydi? Ne kadar dikkatli baksam da ezilen zeytinlerin arasında onu göremedim. Hepsi çamura bulanmış, üzerlerindeki bulutlar kaybolmuş, kırmızı özleri dışarı akmış şekilde orada yatıyorlardı. Hepsi aynıydı; oydu…

Ne diyecektim bilmiyorum, hışımla tüccara döndüm ve ona yaklaştım. O sırada herif, “otuz iki” diye bağırdı. Acayip bir şekilde baktığımın farkındaydım, ama yine de tüccarın yüzündeki ürkek ifade beni şaşırttı.

Herifin yüzünün niye o şekle büründüğünü hemen anladım. Kantarın topuzu 34’ün üzerinde duruyordu. “Aaa, otuz dörtmüş,” dedi. Yerden sopayı alıp kafasına geçirdim.

Düştü, pis kanı aktı. Belki pis değildi; siyah saçları arasından akan kırmızılık çamura karıştığı için öyle görünüyordu.

Neyse, Hâkim Bey, affet diyemem elbette. Ama beni anlarsan sevinirim.

.

Zafer Köse
zaferxkose@gmail.com

Evin Yolu, Mevsimsiz Yayınları, 2007,
sayfa 65-73

Previous Story

Şiir ve Öykünün Ressamı İsmail Gümüş – Müslüm Kabadayı

Next Story

Kuşkunun Ardındaki – Hatice Balcı

Latest from Anlatı

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ