Düşüncelerini eyleme geçirenin hayata kattığı anlamlı farktır: Michel Sieur Montaigne – Bedriye Korkankorkmaz

Stefan Zweig?ın dilimize çevrilmiş tüm eserlerini okumaya özen gösteriyorum. İnsana verdiği üstün değer beni içten içe kuşatıyor. Günümüz edebiyatında insanın unutulduğunu düşünüyorum. Okuduğum eserlerin birçoğunda insanın derin açmazlarını, anlam arayışlarını, ekmek kavgalarını, ikili ilişkilerin gelgitlerini tüm çıplaklığıyla hissedemiyorum içimde. Kendi açmazlarımı bana acımasızca anımsatan, güçlü sarsıntıları içimde hissettiren ve bu güce karşı koyabilme irademi sınayan eserleri okumaya ihtiyacım var. Can Yayınları arasından Ahmet Cemal?in çevirisiyle çıkan Stefan Zweig?ın Yarının Tarihi eserinde yer alan “Montaigne? denemesini okumak bu anlamıyla şans. Denemenin ustası Montaigne?i bir başka deneme ustası Zweig’ın anlatımıyla derinlemesine tanıma/ tanımlama ayrıcalığına sahip olmak oldukça önemli bir kazanım. Montaigne?in hepimizin düşünce dünyasında önemi büyüktür. İnsanın düşüncelerini eyleme geçirerek kendini gerçekleştirmesini sağlayan düşünce dizgesi değilse nedir deneme? Hayattan beslenmeyen, yaşadıklarının karşısında kendi önceliklerini savunmayanlar için, herhangi bir anlamı olmaz ustanın yazdıklarının/ savunduklarının. Büyük ustanın büyüklüğünü anlayabilmek için insanı hayatın neresine koyduğuna bakmamız yeterli. İnsanın her koşulda kendi ilkelerine sadık kalmasının zorluğu ile zorunluluğunu kimse ondan daha iyi anlatamamıştır bize. Her türlü kirli/ temiz ortamda (savaşta ve barışta) kendi maneviyatını, ahlaki değerlerini, başkalarının güdümünden kurtaran üstadın düşüncelerine biçim veren yaşamını derinlemesine anlamadan onun düşünce derinliğinde kulaç atmanın mümkün olmayacağını düşündüm.
Michel Sieur Montaigne, soyadının şatafatı ile soyluluk armasını dedesine borçlu. 10 Ekim 1477’de Bordeaux başpiskoposundan Montaigne Şatosu’nu satın alır dede. Babası Pierre Eyquem, aileyi burjuva dünyasından soylular dünyasına, baba mesleğinden askerlik mesleğine taşır. Kral I.François ile birlikte İtalya seferine katılarak mesleğindeki ilerlemeler sonucu Sieur de Montaigne unvanıyla evine döner. Babasından miras kalan şatonun tadilatı yapılarak muhteşem bir yapıya çevrilir. Yeni yeni arazilerin eklendiği şato, düşüncenin ve düşünce özgürlüğünün de kalesi konumundadır ağırladığı konuklar nedeniyle.
Babası, kaybettiği iki kızının ardından dünyaya gelen oğlunun her anlamda iyi eğitilmesi için bilge dostlarının fikirlerini alır. Çocuk Montaigne doğar doğmaz şatosundan çok uzaklarda derebeylik sınırları içinde kalan küçük bir köyde yaşayan yoksul bir oduncu ailesinin yanına verilir. Oğlunun sadeliği tanımasını, azla yetinmesini, halka/ halkın yaşama koşullarına yabancılaşmamasını sağlar baba. Zweig?ın babanın oğlunu yetiştirme biçimine dair yorumu şöyle: ?Montaigne, kendisini ana sütüyle birlikte bütün önyargılardan uzaklaştırmış olan babasına bunun için ömür boyu şükran duymuştur; oysa Balzac, onu kendi yanında tutacak yerde dört yaşına kadar bir jandarmanın ailesinin yanına vermiş oluşundan ötürü annesini yaşamının sonuna değin suçlamıştır (.s.151).
Çetin koşullarda üç yıl yaşayan oğlan baba ocağına döner. Üç yaşındaki oğlanın sağlıklı bir vücuda, sağlam bir iradeye, kültürlü bir ruha sahip olması hümanist kültürün derinliklerini ve inceliklerini öğrenmesiyle mümkündür. Oğlunun Latince öğrenmesine karar veren baba dudak uçuklatan rakamlar ödeyerek Alman bilginini evine getirtir. Fransızca konuşması yasaktır düşünürün oğluyla. Aile bireyleri dört yaşındaki çocukla konuşmak için Latince öğrenirler. Montaigne, Antik dünya dili Latinceyi öğrenmek pahasına altı yaşına kadar Fransızca konuşamaz.
Babaya hümanist danışmanlarının önerileri şu yöndedir:”Babamın yapması gereken, bilgiden ve görevlerimden, hiç zorlamaya gitmeksizin, özgür irademin ve isteğimin uyandırılması yoluyla tat alabilmemi sağlamaktı. Ruhum, her türlü katılıktan ve doğal sayılmayacak baskıdan, son derece yumuşak atmosferde ve mutlak bir özgürlük ortamında yüceltilmeliydi ( s.1539). Bu konudaki görüşlerini şöyle açıklıyor kendisi de:”Adam olabildiysem, bir anlamda kendi katkım bulunmaksızın, rastlantı sonucu ve sanki kendiliğinden olduğumu belirtmek isterim. Daha dizginlenemez bir yaradılışta olsaydım, korkarım sonum hiç de iyiye varmazdı” (s.154). “Bütünüyle kendisini odak noktası alan, kendini istediği gibi yönetmeye alışık, özgür bir ruhum var ( s.155).
Kendi özgür iradesine göre eğitilen düşünür düzenli olarak yeni şeyler öğrenmek zorunda bırakılır on üç yaşına kadar okuduğu Bordeaux Koleji’nde. Eğitim yuvalarında uygulanan eni konu sert disiplin sayesinde öğrencilerin akılları ile bilinçlerinin boş kaldığından yakınır. Baskı yuvasından kendi isteğiyle ayrılır. Özgürce edebi yapıtları okumak o dönemin kazanımıdır. Öğretmenlerinden biri daha sonra İskoçya tarihinde önemli rol oynayan George Buchanan, aynı zamanda önemli Latince tragedyaların yazarıdır. Denemenin ustası Latince tiyatro oyunlarında oyuncu olarak sahneye çıkar ve büyük başarı kazanır. On üç yaşından sonra da kendi kendisinin öğretmeni olur. Ailesi tarafından Paris ya da Toulouse’a hukuk okuması için gönderilir. Sadece iyi bir eğitim alması için eğitilen ünlü düşür ileriki yaşlarında diğer insanlar gibi iyi dans edememekten, şarkı söyleyememekten, herhangi bir müzik aletini çalamamaktan, iyi yüzememekten, iyi kılıç kullanamamaktan şikâyet eder.
1568?de babasının ölümü, hayatında yeni bir dönemin başlangıcı olur. Bundan sonra babasından kalan servetinin yönetimi ile aile sorumluluklarını üstlenir. İşleri kendini fazla zorlamadan yapar. Kızı dünyaya geldiğinde şatonun ve diğer servetlerin yönetimini damadına devretmeyi hayal eder. Babasının tutkuları onu hiç istekli olmadığı halde siyasetin içine iter. On beş yıl parlamentonun avam kamarasının üyeliğini yapmasına karşın görevinde ilerleyemez. Yıllarca Chambre des Enquétes’nin onuncu üyesi olarak kalmaktan sıkıldığından Büyük Kamara’ya aday olur. Bu talebi kayınbabasının görevinden dolayı geri çevirilince ünlü düşünür politikaya veda eder. Bu bir anlamıyla onun kurtuluşudur. 38 yaşında hayatını doğru yaşamaya karar verir. Üzerinde hâkimiyet kuran tüm görüş ve fikirlere, sorumluluklara, babasının dayatmalarına sırtını döner, sanata sığınır. Dış dünyadan kopuş yeniden doğuşun başlangıcıdır. Şato içinde kendi kalesini kurar. Çocuklarından kaçının öldüğünü bile bilmediğini itiraf eden düşünür kitaplarını odasına taşır, şatoda ailesinden ve her türlü gürültüden uzak on yıl yaşar. Bu tür tedbirlere niçin ihtiyaç duyduğunu söyle açıklar:”Çok kolay tedirginliğe kapılabilen, hassas bir kalbim var. Kalbim herhangi bir şeyle meşgulken, bir sineğin vereceği rahatsızlık nedeniyle bile durabilir (s. 166?167). Ve krallığını şu sözlerle ilan eder: ?Kitaplığım, benim krallığımdır ve burada mutlak bir kral gibi saltanat sürdürmeye çalışıyorum”(s.7).
Yazgının beklenmedik sürprizi elli yaşında kapısını çalar. Kendisinin katkısı olmaksızın, çoğunluğun onayıyla Bordeaux belediye başkanlığına seçilir. 1585?te ikinci Bordeaux belediye başkanlığı dönemi sona erdiğinde Bordeaux?da patlak veren veba salgınından dolayı hemşerilerini yüzüstü bırakarak kaçar. Onun dürüstlüğü hiçbir zaman bir kahraman gibi davranmadığı için kendisini de bir kahraman gibi tanıtmamasıdır. Tek uğraşı ve sanatı yaşamak olan Montaigne yaklaşık altı ay sonra şatosuna geri döner ve 1580 yılında denemelerini iki cilt olarak Bordeaux’da yayımlar. Daha sonraları ilk iki cilde üçüncü bir cilt ekler. Yazar olmanın büyüsüne o da kapılır. Hayat boyu kendisini tanımayı ve kendi doğrularıyla yaşamayı önemseyen düşünür, dünyanın onu tanımasını, yazdıklarının önemini kavramasını önemser. Yazdıklarını genişletme hevesi sayesinde yazdıklarıyla kendi portresini çizer. Tek farksa ilk yazdıkları çıplak Montaigne ise son yazdıkları kendisine yakışanı giyen Montaigne?dir. Onun yaşama biçimi bulmak değil; aramaktır. Bu yüzden direkt belirli bir hedefe doğru yönelmez. Kaskatı ideallerle işi yoktur. Panik de değildir. Serinkanlılıkla düşüncelerini kesinlikten uzak ifade etme biçimi aslında onun konuşma biçimidir. Zweig da ustanın kişiliğine dair şu tespiti yapar: ?Bu nedenle Montaigne asla filozof değildir ya da en sevdiği düşünür olan Sokrates kadar filozoftur; onu sever çünkü Sokrates arkasında ne bir dogma, ne bir öğreti, ne yasa ne sistem bırakmıştır; kalan yalnızca insan Sokrates?tir; her şeyde kendini ve kendinde her şeyi arayan insanın ilk örneğidir” (s. 174
Denemelerini yazarken ince eleyip sık dokumaz. Bilginin hizmetkârlığını da yapmaz. Yaşar. Yaşamaktır sanatı. Bu yüzden denemelerinin konusu da ben ile ben?in özü’dür. Bir ruh bilimci kadar kendisine karşı son derece dürüst olan düşünürün kişisel çıkmazlarını yazdıklarında aramak gerekir. Annesinin Yahudi kökünden geldiğini saklamak adına annesinden tek kelime söz etmediği varsayılır. Bunun yanında ithafın dışında karısı ile kızından da yazdıklarından tek kelime söz etmemesi kadını önemli saymayan Antik Çağ anlayışının izleridir. Yoksa evliliklerde erkeklerdense kadınların zaman zaman sevgili edinmelerini savunmazdı. Aşkı değil mantık evliliklerini savunan düşünürün uzun süren evliliklere dair düşünceleri ise şöyle: ?Yüzyılımızda kadınlar kocalarına besledikleri iyi duyguları ve niyetleri o ölene değin söylememe alışkanlığındalar. Yaşamımız çekişmelerle dolu geçiyor; ölümüz ise bir sevgi ve ilgi çemberiyle sarılıyor diyor ve ekliyor: Dul kaldıktan sonra daha sağlıklı olan evli kadınların sayısı az değildir ve sağlıklı görünüş yalan söylemez”(s.188). Ömrünün sonralarına doğru kızı yaşında Marie de Gournay’a âşık olur. Ölümünden sonra denemelerini basma işini sevgilisine bırakan düşünürün en önemli şansı dünyaya gözlerini açtığı çağın, bilginin bilgeliğe dönüştüğü bir dönem olmasıdır. Bir yandan, Erasmus?un hümanizmayı dünya çapında yaymak için elinden geleni yapması diğer yandan bilginlerin geliştirdikleri ortak dil olan Latince ve Yunancanın yardımıyla Platon ile Aristoteles’in bilgeliklerini Antik Çağdan insanlığın hizmetine sunmalarıdır. Bilginin ve bilgeliğin önündeki sınırlar aşılarak uluslararası insanlığın bilgelik/ bilgi ışığı altında toplanması sağlanmıştır. Bilgelik ışığının altında toplananlardan birisidir. Rönesans ile hümanizmanın yarattığı düşünce özgürlüğünün yerini çok geçmeden din savaşlarının barbarlıkları alır. Bu gerici baskının yarattığı gerileme insanlık tarihine ağır maliyetler yükler. Zweig da o döneme dair yaşanılanları ve ünlü düşünürün yaşamındaki trajediyi şöyle açıklar: “Hümanizmden canavarlığa uzanan bu korkunç gerilemeyi, insanlığın- tıpkı bugünkü gibi- büyük kitle çılgınlıklarından birini, bütün olup bitenleri ruh sarsıntıları içinde duyumsayarak ve uyanık kalarak, ama eli kolu bağlı izlemek zorunda kalmak. Montaigne?in yaşamının trajik yanı, işte budur (s.137?38). 1588’de hayatının sonlarına doğru içinde yaşadığı çağın hayatına nasıl yansıdığını şöyle ifade eder ünlü düşür:”Otuz yıldır içinde yaşadığımız bu kargaşada her Fransız, yazgısının her saat değişebileceği olasılığıyla karşı karşıya”( s. 139). Bu baskı çağından düşünürler hayatlarını ve ailelerini kurtarmak adına memleketlerinden uzaklara göçerler. Avrupa’da kılıçların hüküm sürdüğü bu dönemde insanlar her insanın hayalini kurduğu, doğup büyüdüğü topraklarında yaşayabilecekleri yeni bir dünya kurma özlemleriyle hayata gözlerini yumarlar. İşte tam da bu ortamda, bu vahşetin, bu kan gölünün içinde ünlü düşünürün dehasını mercek altına almak gerektiğini düşünüyorum. Bu kanlı, bu kirli, bu vahşet düzenini yönetenlerin kurbanı olmadan yaşamayı başarmak ve kendi iradesini, beynini, sağlığını, düşüncelerini, ruhunun inceliklerini başkalarının hizmetine sunmadan korumak; budur Montaigne dehası.
O, bize soyut sıfatlarla taltif edilmiş başarıların hiçliğini öğretir. Bir insanın iç özgürlüğünü kazanmasının paha biçilmez değerinin farkına varmazı sağlar. İnsanlığın özgürlüğüne verdiği önem /değer onu büyütür. Montaigne?in sıradan bir vatandaştan farkı yoktur. Bir vatandaş gibi çalışan, dini bütün bir Katolik? Onun büyüklüğü dış görüntüsünde değil; iç görüntüsünün ışıltılarını korumasındaki bilgeliğinde saklıdır. Kendini iç dünyasına vermeye her an hazır olan bu adam kendini adamaya, ille de kullandırmaya razı değildir. Barbarlık çağında aklın yolundan ayrılmadan, insanlığı/ kendisini özgür kılmak için mücadele eder. Özgürlüğünden ödün vermemek için unvana/şana ulaşmak için çaba sarf etmez. Gamsız, korkak, tabansız olarak adlandıranlara kulak asmaz. Kendi yaşamını kendi kurallarına göre yaşamak ve kendine verdiği sözü tutmak dışında kimseye bağlı/ bağımlı değildir o. Eylem adamı gibi gözükmeyen Montaigne, aslında eylemlerin en zoru olan kişinin kendisiyle başlattığı savaştan kendisini kazarak çıkar. Bu iç göçü savaşçısının cephanesi kitaplar akıl ve özgür iradedir. Kimsenin göremediği ganimetlerin hükümdarının yaktığı düşün ve düşünce meşalesi yıllarca yanar? Büyük düşünürler öldükten sonra ilkeleri ve düşünceleriyle kitleleri etkilerler. Karanlıklarımızı düşüncenin ışığıyla aydınlatan bir kurtarıcı olarak girer hayatımıza. Ellerimizden tutar, bağrına basar, gözyaşlarımızı siler acizliğimizi küçümsemeden bize çıkış yollarını göstererek yeniden hayata dönmemizi sağlar. Bu anlamıyla hayatseverliği bize bağışlayan bir azizdir. Okurun karşısına tıpkı Tanrı’nın karşısına çıkar gibi çıkar. Ne Senyör Montaigne ne Fransız kuralcı meclisinin üyesi, ne St. Michael nişanı olan birisi ne de Bordeaux belediye başkanı. Cesaretiyle bizi silker. Bize dış dünyanın çirkinliklerini, kabalıklarını, zorbalıklarını, biz istersek içimize alabileceğimizi anımsatır. Ciddiye aldığımız her şeyin batağına düşmekten kendimizi kurtaramayacağımızı, dünyaya biz kendimizden bir şeyler vermek istiyorsak verebileceğimizi, aksi halde kimsenin bizden vermeyi istemediğimiz hiçbir şeyi alamayacağı bilincini yaşama sanatı haline getirmemizi öğütler bize. İşte bu bilinçle kendimizi yönettiğimiz sürece kimsenin bizi yönetemeyeceğini, kimsenin bizi üzemeyeceğini, hayatla aramıza mesafe koyamayacağını, sadece ve sadece yaşadıklarımıza karşı sorumlu olduğumuzu kanıtlar. ” Çünkü benim yargılarına boyun eğdiğim kendi yasalarım ve kendi mahkemem var” (s. 204).
13 Eylül 1592 yılında ölümsüzlüğe ulaşmak için ölen düşünürü varlığıyla yaşadıklarına anlam katmayı isteyen her insanın, değerlerin yozlaştırıldığı çağımızda bu bilinçle yazdıkları üzerinde düşünmesinin tam da sırası…

(*)Stefan Zweig, Yarının Tarihi. Çev. Ahmet Cemal. Can Yayınları. Sayfa: 133?205.
Yapıt yayımı: Kitaplarla Söyleşi.Camgöz Yayınları. İstanbul. S.105-112.

Previous Story

Sanat Yazıları – Aziz Nesin

Next Story

Toplumsal Direniş ve “Ateş Çiçekleri” – Hülya Soyşekerci

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ