“Edebiyat, acıları kanatıp daha da belirginleştirir”

Mehmet Eroğlu: ?Acımak adalet kavramını da yaratır. Gerçek bir yazar, adalet duygusunu Tanrısı kılmalıdır. Edebiyat pansuman yapmaz, acıları kanatıp belirginleştirir, farkındalığı artırır.?

Bazen öyle dönemler olur ki ne düşündüğünü bilseniz de, hangi soruya nasıl tatlı sert ve belki de öfkeyle yanıt vereceğini bilseniz de, yine de sorarsınız. Çünkü tekrarlansın, tarihe yazılsın, okuyan yeniden okusun, duymayan kalmasın hatta mümkünse bir zahmet herkes şöyle bir durup düşünsün istersiniz. Okur olarak da, gazeteci olarak da böyle olsun istedim Mehmet Eroğlu röportajında. O anlatsın, eleştirsin,kafamızı açsın, silkinip kendimize gelelim. Konumuz edebiyat, vicdan, adalet ve güncel siyasetti ama bu arada güzel de bir haber aldık. Tüm kitaplarıyla İletişim Yayınları?na geçen Mehmet Eroğlu şu sıralar Eylül?de çıkması muhtemel olan yeni romanını bitirmek üzere?

Issızlığın Ortası adlı ilk kitabınızdan bugünlere baktığınızda Mehmet Eroğlu?nun yazmaktan başka çaresi yoktu diyebilir miyiz?
O zamanlar gerçekten yazmaktan başka yapacak bir şey yoktu: Ya kendime gösterişli bir yok oluş biçimi bulacaktım -içki, depresyon, marjinallik içinde başıboş, sonu olmayan, amaçsız gezintiler- ya da anılaştıramadığım hayatımı yazacaktım. İyi bir roman okuru olduğum için ikinci yolu seçtim diyebilirim. Bizim neslin üzerine iri bir karanlık damladı. Bu karanlığı dağıtmak, güneş damlasına çevirip kızıla boyamak için yazmaktan daha iyi ne olabilirdi? Aslında, gerçek edebiyat, bireyin çileli deneyimlerinden sonra acılı anılarını özümseyerek kişiliğini oluşturma safhasında ortaya çıkıyor. Yazar, hiç olmazsa hayatın bir bölümünü Golgatha?da geçirmiş olmalı. Sonraları yazma en iyi yaptığım iş olduğu için devam ettim.

FOTOĞRAF: ÜMİT BEKTAŞ

İlk kitabınız siz bitirdikten epey bir sonra yayımlanmıştı. Sancılı bir dönemdi tabii ama yine de hayal kırıklığı yaşadınız mı yoksa aksine daha mı umutlandınız?
Ne hayal kırklığı ne de umut. İlk kitabım Issızlığın Ortası, ödül kazandıktan neredeyse on yıl sonra yayımlandı. Sekiz yıllık bir mahkûmiyetten afla kurtulmuştum ve ara vermeden romantik, varlıklarını ancak kurtarıcılıkla anlamlandıran bir kuşak hakkında yazıyordum. Yazdıklarımın yayımlanıp yayımlamaması üzerinde pek durmadım. Üstelik de ödül kazanmış romanımı solcu ve anti-militarist niteliklerinden dolayı yayımlamıyorlardı. Bu gerekçeler bana ikinci ödül gibi geldi. Ödül kazanmış olmama da çok aldırmadım. Ben zaten çok iyi bir edebiyat okuruydum, nasıl bir roman yazdığımı biliyordum. Romanımı ilk okuyan Attilâ İlhan ?Çok, çok iyi? demişti. İki çok, ille bir onay gerekiyorsa, yeterliydi. Yazmaya devam ettim. İlki yazıldıktan on yıl sonra nihayet yayımlandığında bitmiş iki romanım daha vardı.

Tatildesiniz ve biliyorum ki eğer siz tatildeyseniz kesin bir şeyler yazıyorsunuz? Sahi yeni bir kitap var mı üzerinde çalıştığınız?
Aslında tatilde değilim. Ait oldum yerde, Karaburun?dayım. İki taraftan aile köklerim buradadır ve ben yazları dedemden kalan, -denize 30 metre- evde geçiririm. Romanlarımı evin, Foça?dan Midilli?ye kadar uzanan bir görüntüye sahip balkonunda tasarlar ve genellikle de Homeros?un yıldızları seyrettiği gökyüzünün altında, burada bitiririm. Evet, tamamlanmak üzere yeni bir roman var. Ağustos 15?de yayınevim İletişim?e teslim edeceğim. Sanırım Eylül?de çıkar.

Artık birçok kitapta, söyleşide, sıradan bir arkadaş sohbetinde Gezi Direnişi mutlaka kendine yer buluyor. Bu iyi bir şey tabii ve ben asıl Gezi Direnişi?nde yaşananlardan sonra edebiyatımız nasıl etkileneceğine dair öngörüleriniz var mı diye merak ediyorum?
Gezi; kentsel, çok yaygın, spontane bir orta sınıf hareketiydi. Neredeyse bir ay boyunca yaşamımızı derinden etkiledi. Bunun edebiyata, sanata yansımaması düşünülemez. En azından romanların arka planında toplumsal dekor olarak ortaya çıkacak. Şimdiki şehirli neslin başından silahlı hareket, Filistin direnişi, 12 Mart ve Eylül, dağlarda savaş gibi serüvenler geçmedi, o nedenle Gezi?den, belki zaman zaman rolünü abartarak söz edilecek. Ama Gezi, insan öykülerinin arka fonu olarak çok iyi edebi malzeme. Aslında benim bitirmek üzere olduğum romanda da böyle bir yapı var.

Biliyorum ki sizin için yazarın görevi vicdansızlığın, adaletsizliğin önüne geçebilmek ya da bu iki kutsalın önüne duvar örenlerin karşısında kalan toplumun akıl fikir damarlarını açmak. Ama şimdi sizden yeniden duymak istiyorum edebiyatın vicdan ve adaletle olan bağını?
Tekrarlayayım: Vicdan, erdemlerimizin büyüdüğü bir kuyudur ve bütün erdemlerin anası da acımaktır. Dikkatlice bakarsak, kalıcı yazarların beslendiği kaynağın çoğunlukla acı olduğunu görürüz. Acı çekmek, bize insanları, nesneleri ve durumları -en çok da kendimizi- duyumsayıp kavrama yeteneği verir. Acımak, adalet kavramını da yaratır. Gerçek bir yazar adalet duygusunu Tanrısı kılmalıdır. Başka varlıkların acılarına duyarlı olmayan, kendi benliğini bir neden beklemeden acı çekenlerin benliklerine katmayan birisinin yazdıklarını asla okumam. Edebiyat pansuman yapmaz, acıları kanatıp belirginleştirir, farkındalığı artırır.

?Edebiyatımızın muhalif tavrı kayboldu?

Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde bazı sanatçılar Başbakan?ın davetine icabet ettiler?
Böyle bir toplantıya davet edilen sanatçı ya da edebiyatçı kendini hakarete uğramış hissetmeli. İktidardakiler sürekli onaylanma peşindedirler. Bunu da en ucuz biçimde elde etmeye çalışırlar. Bu olay, bu iktidar, şu iktidar meselesi de değildir. Bütün iktidarlar üç aşağı beş yukarı aynı biçimde davranırlar. Ama unutulmamalı, kralların, hükümdarların kol boyunda sanatçıdan çok soytarılar ve şaklabanlar bulunur.

Size üç anahtar kelime versem: İktidar, edebiyat ve itaat?
Edebiyat asla itaatkâr değildir; edebiyatın isyana açılan büyük, geniş bir kapısı vardır ve edebiyat iktidara, hâkim düşünceye meydan okuduğu sürece değerlidir. Son yıllarda edebiyatımıza musallat olan en büyük illet de bu konuyla ilgili bence. Edebiyatımızın eleştirel, muhalif tavrı kayboldu, adeta iğdiş edildi. Tabii bu konuda meydanın da suçu olduğunu kaydetmek gerekiyor. Bize bir yandan yeni adı altında sistemin değer yargıları dayatılırken, bir yandan da uysal, etliye sütlüye karışmayan romanlar, yazarlar ön plana çıkarıldı. Ama bunlar boş çabalar. Sanat için para gerekli olabilir ama yine de gerçek sanatçıyı satın almak kolay değildir.

?Toplumsal öfke boraya benzer?

Birkaç yıl önce sanırım, bir röportajınızda günlük rutininizi anlatırken ?uyandığınızda öfkelenecek bir konu bulduğunuzdan? bahsediyordunuz. Kafama takılmıştı, biraz anlatır mısınız bu meseleyi?
?Umudun iki güzel kızı vardır: Öfke ve cesaret. Öfke olanlara dayanmak, cesaretse değiştirebilmek için?? Bir romanımda buna benzer bir şey yazmıştım. Cesaretin ölçülü öfkeyle beslenmesinin şart olduğuna inanırım. Öfke, cesareti tutuşturur, insana yaşam, sanatçıya değiştirme enerjisi verir. Öfke saldırganlıktır da; içinde saldırganlık olmayan başyapıtsa hemen hemen yok gibidir. Unutmayalım, konformistler ve düzen severler önce öfkelerini yitirirler. Ancak sözünü ettiğim öfke ataerkil, maço karakterli olmamalı, vicdandan, yürekten, adalet duygusunun rencide edilmesinden doğmuş olmalı?

Öfke demişken biraz da toplumsal olarak bakalım derim; Gezi?den, ölümlerden, 17 Aralık?tan ve Soma?dan sonra özgürlük talebi, hak arayışı ve adalet ve vicdan duygusunun toplumda öfke yarattığı görülüyor. Sizin gözlemleriniz nedir?
Toplumsal öfke boraya benzer. Eser gürler ama sonunda sönüp gider. Önemli olan bu öfkeyi çözüme, değişime kanalize edebilecek örgütlenmeyi sağlamış olmak. Bir de şu var tabi: Toplumumuz değil, eğitimli kent kitlemiz öfkeleniyor. Şöyle bir istatistik olabilir mi? Halkın yüzde 80?ni yolsuzluk ve hırsızlığa inanıyor ama bu kitlenin ancak yüzde 40?ı bunu sorun ediyor. Taşra değer yargıları, büyük kent nüfusunun çoğunluğu en az iki nesil boyunca büyük kentlerde yaşamadan, yani her anlamıyla medenileşmeden (Medine, Arapçada şehir demektir) değişmeyecek.

SİBEL ORAL
(18.07.2014, http://kitap.radikal.com.tr/)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir