Edebiyatın dünyaca ünlü intikam sahnesi: Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı

dostoyevskiEdebiyatın dünyaca ünlü bir başka hayali intikam sahnesi Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ında karşımıza çıkar. Askeri başarılar kazanmış, çapkınlık hikâyeleri dillerde dolaşan Zverkov onuruna verilen veda yemeğinde bir yandan korkaklık nöbetleri geçiriyor, bir yandan da herkesi kendine hayran etmek istiyordur yeraltı adamı. Ama davette kimse onu fark etmez.

Zverkov’la arkadaşlarının peşinden çağrılmadığı halde geneleve giderken arabada ince ince hayal eder: içeri girecek, Zverkov’a bir tokat atacak, sonra da onu düelloya çağıracaktır. Adam teklifi kabul etmezse paltosunu çekip alacak, ellerini ısıracak, ona hakaret edecektir. Sonunda karakola götürülse, Sibirya’ya sürülse, mesleğinden olsa da yıllar sonra bir dilenci olarak onu izleyecek, karısının kızının önünde aşağılayacak, sonra da -evet, yıllar yıllar sonra, adamla görkemli bir biçimde ödeştikten, onu herkesin gözü önünde küçük düşürdükten sonra- büyük bir yüce gönüllükle bağışlayacaktır: “İşte silahlar, ben silahımı boşaltıyor, seni de bağışlıyorum.”

İntikamın neden hayali kalmaya yazgılı olduğunun ipuçları, romanın ünlü kavga sahnesindedir. Yeraltı adamı daha önce bir kavgada Zverkov tarafından sırf yolu kapadığı için omuzlarından tutulup bir kenara konmuş, iri yarı subayın karşısında “fareleştiğini” hissetmiştir. Gururu fena halde kırılmasına rağmen öfkesini bir türlü akıtamadığı için de tıkanıp kalmıştır. Subayı alaya alan bir öykü kaleme alır; öyküyü yayınlatamaz. Şairane bir düello mektubu yazar; adamın onun kim olduğunu bile hatırlamayacağından korktuğundan mektubu yollamaz. Bir gün bulvarda gezinirken hep başkalarının subaya yol verdiğini, onun da kalabalığın içinde sanki önünde bir boşluk varmış gibi rahatça dolaştığını görünce aklına dâhice bulduğu ödeşme fikri gelir. Bir sonraki karşılaşmalarında çarpışmayı göze alacak, böylece onu hiçe saymış olacaktır. Kılık kıyafetini düzelttikten, gece gündüz çarpışma ânını hayal ettikten sonra, birçok başarısız çarpışma girişiminin ardından nihayet bir gün çarpışırlar. Herkesin gözü önünde subaya eşiti gibi davranmış, onurunu kurtarmıştır. Ama kalemini bir mutlu son anlatısına ayarlamamıştır Dos- toyevski. İncinen gurur bir türlü onarılamıyordur; çünkü çarpıştıklarında onu görmemiş, başını bile çevirip bakmamıştır subay. Hıncı imkânsızlığın yol açtığı bir tıkanma olarak tanımlar Max Scheler. Yeraltı adamının tanımında yine bir imkânsızlık, ödeşme isteğinin insanm içinde kalmasına, onu içten içe zehirlemesine yol açan aşılmaz bir duvar var: “Olanaksızlık taştan bir duvar demektir.”

Yeraltından Notlar’daki çarpışma sahnesinin Çemişevski’nin Nasıl Yapmalı?’sındakı benzer bir sahnenin, yoksul tıp öğrencisi Lo- puhov’un bir bulvarda yüksek rütbeli bir adamla çarpıştığı sahnenin farklı bir yorumu olduğu bilinir. İki yazarın da bulvarı ödeşme mekânı seçmiş olması tesadüf değildir. On dokuzuncu yüzyılda soylulardan küçük memurlara, işsizlerden yoksul öğrencilere, orospulardan bohem entelektüellere hemen her kesimin birbirine karıştığı bulvar -aslında zengin fakir, eğitimli eğitimsiz, şehirli taşralı, kadın erkek herkesin birbirine karıştığı, birlikte eğlendiği kalabalık şehir ortamları- bu özelliğiyle hem bir eşitlik vaadini içinde taşıyor hem de kalabalığın içinde kimin kime yol vereceği görünmez yasalarca düzenlenmiş olduğundan kendini aşağılanmış hissedenin aşağılayana duyduğu hıncın artmasına neden oluyordur. Şehri devasa bir vitrine dönüştürdüğü için, vitrinin içinde farklı sınıftan insanları birbirinin bakışına açık hale getirdiğinden, bir yandan herkesin kendini herkesle kıyaslamasına imkân tanıyor, bir yandan da kıyaslamadan yenik çıkmaya mahkûm olanın tek bir bakış darbesiyle “göz göre göre” aşağılanmasına zemin hazırlıyordur. Bu yüzden mağdurun kalabalığın içinde herkesin gözü önünde “saygıdeğer bay”a atacağı omuz darbesi -ya da çoğu zaman kalabalık şehir ortamında “saygıdeğer bay”a yönelen cinsel öfke- oradaki görünmez yasayı ihlal ettiği için simgesel bir anlam taşıyormuş gibi dursa da yasayı bir türlü tam değiştiremediğinden ihlal edeni daha da hınçlandıran bir tıkanmışlığı dile getiriyordur.

Yine de Çemişevski’nin anlatımıyla Dostoyevski’ninki arasındaki fark önemlidir. Nasıl Yapmalı?’da Lopuhov adamın üzerine doğru geldiğini görünce yol vermez; çarpışırlar. Adam küfreder; Lopuhov da adamı devirip yoluna devam eder. Sonradan eleştirmenlerin “kolay zafer” olarak niteleyeceği bu çarpışma Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ında bu kez aşağılananm bilincinde yer alan bütün çatışmalarla; isyan, incinmişlik, öfke ve korkunun aynı anda hissedildiği bir sahnede geri dönmüş gibidir. Her şeyden önce aşağılanan için o omuz darbesinin göründüğü kadar kolay bir eylem olmadığını anlatır bize Dostoyevski. Uzun, tedirgin bir ruhsal hazırlık gerektirmiş, bir dizi başarısız girişimin ardından gelmiştir çarpışma. Gerçi sonunda yeraltı adamı sınıf farkını hiçe sayıp adama yol vermez; ama çok geçmeden bunun bir zafer olmadığını, ona meydan okuyor olmasının adamın kılını bile kıpırdatmadığını da fark eder. Bu yüzden kalabalık bulvarda yüksek rütbeli subaya atılan omuz darbesini Petersburg’da açılacak yeni politik ufkun, Rus Devrimi’nin habercisi sayanlar olduğu gibi, yorumlarını yeraltının telafi edilemez hıncı üzerine kuranlar da vardır.3 Aslında bu iki ucu aynı anda içinde taşır Dostoyevski’de yeraltı. Bir yandan “saygıdeğer insanlar”ı, onları saygıdeğer kılan yasayı tanımama cüretinin ifadesidir; diğer yandan yasayı umursamıyor olmanın altında, meydan okumanın hedefini tam bulamıyor, öfkenin tam yatıştırılamıyor olmasından kaynaklanan bir hınç da kıpırdıyordur.

Burada biraz ara verip roman okuma dinamiklerimiz üzerinde durmakta yarar var. Romanlarda yerüstüne karşı yeraltıyla özdeşleşme, bizi de şu ya da bu ölçüde yaralamış bir toplumsal yasayı sarsabilecek güçte bir kahraman görme isteğimiz bu tür anlatıları nasıl değerlendirdiğimizi büyük ölçüde belirler. Dostoyevski’nin yeraltını içerden anlatacak kadar yeraltına yakın, “yukarıdakiler”e kızgın olduğu açıktır. Yine de toplumsal yasayı bir omuz darbesiyle yıkıp geçen biri olarak yüceltmez kahramanını. Üstelik, oldukça kararsız bir anlatımı vardır itirafların. Yeraltı adamı önce hırçın, aksi biri olduğunu söyler; sonra hırsından böyle düşündüğünü, aslında onurlu, kuruntulu ve alıngan olduğunu anlatır. Yeraltını över; sonra bunun yalan olduğunu söyler: “Yalan, çünkü iyi olanın yeraltı değil, başka, bambaşka, özlemini çekip bir türlü elime geçireme- diğim şey olduğunu iki kere ikinin dört ettiği gibi biliyorum. Yeral- tının cehenneme kadar yolu var.” Yeraltını sevdiğini söyler; sonra ondan nefret ettiğini de; “Kendi köşemde, canlı yaşamdan kopmuş bir biçimde, manen çürümüş olarak kendi yeraltımda kendi yarattığım kini içime akıta akıta yaşamımı nasıl perişan ettiğimi anlatmanın hoşa gidecek bir yanı olabilir mi? Sonra romana bir kahraman gerekir. Oysa benimkinde tam tersine bir kahramanın karşıtı olan ne varsa özellikle bir araya getirilmiştir. İşte bu, bizim gibileri anlamanın en doğrudan yoludur. Bizler yaşama alışkanlığını kaybettiğimiz, topallaya topallaya yürüdüğümüz için yazdıklarım etkili olacak. Bizim yaşama karşı duyduğumuz yabancılaşma, canlı yaşamdan tiksinecek, onun adını bile duymak istemeyecek ölçüdedir. Üstelik bu canlı yaşamı bir iş, bir görev gibi kabul ediyoruz ve onu kitaptan öğrenmeyi daha üstün tutuyoruz.”

Kararsız bir anlatım, dedim. Belki birçok sese aynı anda yer veren demek daha doğru olur. “Bir sinek kadar” değeri olmadığı duygusuyla aslında “herkesten daha akıllı, daha soylu, daha kültürlü” olduğu inancı, yıkıcı eleştiriyle sızlanma, yeraltına sığınma arzusuyla ondan kazanç elde etme isteği (“yeraltı daha iyi elbette, daha kazançlı”), horlanmış olmanın acısıyla bu acıyı bir ayrıcalık olarak kullanma çabası, nihayet meydan okumanın verdiği kendine güvenle buna duyulan inançsızlık aynı anda konuşabiliyordur çünkü itiraflarda: “Ah, şimdi buraya yazdıklarıma bir inanabilsem! Yemin ediyorum baylar, şu karaladıklarımın tek sözcüğüne bile inandığım yok. Daha doğrusu belki inanıyorum ama bir yandan da nedense malın kötüsünü satmak isteyen tezgâhtar gibi sözlerimin yalan olduğunu hissediyor, bundan dolayı kuşku içinde kıvranıyorum.”

Nurdan Gürbilek
Mağdurun Dili – Denemeler

Metis Yayınları

Not: Sevgili okur, birbirinden ilginç denemeler barındıran bu inceleme kitabını kesinlikle almanızı öneriyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir