Eldivenler, hikâyeler – Murathan Mungan

Murathan Mungan’ın yaşama dair derin ve incelikli gözlemlerle zenginleştirdiği “Eldivenler, hikâyeler” adlı kitabında yer alan bu öyküler, kadınlar hakkında, erkekler hakkında, ilişkilerin gerilimi hakkında, ebeveynler hakkında, zamanın geçiciliği ve bazen de “oturup kalması” hakkında, tesadüfler hakkında, kısacası hayat hakkında… Eldivenler, hikâyeler on öyküden oluşuyor. Eldivenler, Ansızın her şey, Kaset, Yaz gibisi var mı? Kötü adamla kötü kadının aşkı üzerine küçük bir film, Krepen’in duvarı, Islık, Çarpışma, Tabut ve Geçici kesinlikler. (Tanıtım Yazısı)
(*) Murathan Mungan?ın yazar kimliğinin sıra dışında durduğunu, örnek alınmaya değer bir çalışkanlığı ve verimliliği olduğunu, her yeni kitabında yazınsal arayışlarını sürdürdüğünü, entelektüel duruşundaki her zamanki tutarlılığını bugün de koruduğunu belirtmek de gerekir elbette. Herkes için bir yazar (edebiyatçı) kimliği de olduğunun neredeyse unutulmaya yüz tuttuğu şu sıralarda, çok satar romanlarla görünme tutkusunun pornografik biçimde sunulduğunu görmezden gelebiliyorsak, nitelikli edebiyatın etkinliğinin hiçbir şey değişmeden korunmasındandır.
Murathan Mungan?ın Eldivenler, hikâyeler kitabını bu düşüncelerden uzak durarak okuyamadım. Yaklaşık iki yılda üçüncü öykü kitabı: Yedi Kapılı Kırk Oda (2007) ve Kadından Kentler?den (2008) sonra gelen Eldivenler, hikâyeler üstünde, üstelik şu sıralarda daha çok tartışmak zorunda olduğumuz bazı özellikleriyle de durulmalı.
Edebiyatın insana odaklı oluşu
Sözgelimi, hangi yenilikçi biçimler içinde oluşursa oluşsun, edebiyatın insandan çıkıp sonunda insana dönen bir yaratıcı yazı etkinliği olduğu gerçeği değişmez. Yazınsal yapıtları zenginleştirip yenileyen iki ana unsurdan biri, biçime ilişkin topyekûn yeniliklerse; öbürü, insana ilişkin ayrıntıların iyi seçilmesi, gerçekliği başkalarının gördüğünden bambaşka biçimde görme yetisinin gelişmesidir. Bu arada yazınsal metnin hikâyesi bu iki düzeyi tamamlıyorsa, etkileyici bir anlatı kurgulamak için sağlam bir adım daha atılmış olur.
Hikâyesi olmayan, düşüncenin pek çoğumuzda kendiliğinden uyanacak gelgitleri ile duyguların sağanağı altında özünü gölgede bırakan ve asıl niteliğini belirsizleştiren metinlerin çoğaldığı son zamanlarda, bu iki düzeyi birden önemseyen öykülerin ve romanların öne çıkarılması, edebiyatımızın şimdilerde yaşadığı sorunların bir bölümüne olumlu karşılıklar olacaktır. Murathan Mungan aynı sorunu, yaşadıklarımızın kodlanmış birer kurgu olduğu biçiminde açıklıyor. Kodladıklarımız yazınsal metne dönüşürken, geride, gerçek hayatta bırakılanlar kodlanmayı gerektirmeyenlerdir. Eldivenler, hikâyeler?de hayatımızın biraz da uzak köşelerinden çıkan kişiler, anlatılması ve yazınsal metin içinde yeniden yaşatılması gereken hikâyeler var.
Bir aralar biçim arayışları hikâye anlatmanın önüne geçti geçmesine ve bir edebiyatın bazı dönemlerinde bu tür gerekli rol çalma denemeleri olumlu katkılara da neden olur. Gelgelelim, hikâye büsbütün gözden düşürülürken bir kaçış yolu da kullanıldı: önemsiz, basit bir yazınsal öğe olarak görüldü hikâye. Yerine duygu ve düşünce yoğunluğunun aslında herkesten çıkabilecek örtüsü geçirildi; böylece süslü dil ve anlatım biçimleri, okuduğunun eleştirisini yapmayan algı düzeylerine tam karşılıklar verebildi.
Murathan Mungan?da dil, anlatılanın, kişilerin, hikâyenin gereklerince oluşur. Eldivenler, hikâyeler?de kurmaca hayat hikâyeleri anlatıldığı için, dil içinde de yalınlığın, doğrudan söyleyişin gücüne dayanılmıştır. Denebilir ki, dili yazınsallaştırmanın yollarından biri olan söz sanatlarına çok başvurulmamıştır da, anlamın metin içinde bulunduğu bağlamdan aldığı çok anlamlılığa dayanılmıştır.
?Eldivenler? öyküsünde anlatıcısına, ?Zaten bana kalırsa, hangi konuda olursa olsun, gayret, kendi başına çirkin ve yorucu bir şeydir,? dedirten Murathan Mungan da, denebilir ki yazdıklarının yazınsal değerini parlatmak ya da onları etkileyici yapmak için gayret eden bir yazar görüntüsüne hiç girmemiştir. Yazdığı metinlerin gereklerini tizizlikle hesap edip en doğru dozu vermeyi ilke edinmiş, dil içinden çıkan içi boş güzelliklere gönül indirmemiştir. ?Yaz Gibisi Var mı?? öyküsünde Raymond Carver?ın Aşktan Sözettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz kitabını okuyan öykü kişisinin, ?Beğendin mi peki?? sorusuna verdiği, ?Evet, duru… az konuşan hikâyeler…? yanıtı da yazarına denk düşen bir anlam yüklenebilir mi? Belki aynıyla değil, ama Murathan Mungan?ın da yer yer benzer dünyalardan çıktığı pekâlâ söylenebilir. Ya da şu: Eldivenler, hikâyeler?de Raymond Carver?ın dünyasına en yakın öykünün ?Yaz Gibisi Yok mu?? oluşu, yazarın bir geçmiş zaman ustasına gönderdiği öykü gibi alınabilir.
Gerçeğin yazınsal karşılığı
Murathan Mungan?ın kullandığı öykü dili, kadınların acıyla kibir arasında yaşadığı saklı hayatları açığa vuran Kadından Kentler kitabındaki öykü dilidir. Çünkü orada da kurmaca içinde, doğrudan hayatlar anlatılıyordu. Kadının kendine kapanması bir olanak, kendini koruma kalkanı, hayatını kendince sürdürme biçimi olarak verilirken, öykü dili de kadının bu gerçekliğine uygun olmak zorundaydı. Kadınların benlik bilinci, açıkçası kadınlık durumu yazarın asıl sorunu olunca, orada dil anlatılan gerçekliğin yazınsal karşılığını tam vermek zorundadır.
Elbette şu var, Hande Öğüt?ün Kadından Kentler için yazdığı yazısında belirttiği biçim: ?Murathan Mungan?ın imgesini, sesini, çehresini, entelektüel bilgisini görmemek, kendi metinleri arasında kurduğu metinlerarasılığı algılamamak da mümkün değil.? Bu titiz saptamayı da Murathan Mungan?ı okurken yanı başımızda tutalım.
Eldivenler, hikâyeler?de anlatıcının yazarı yerine söz aldığı da hissedilir. Murathan Mungan anlatıcı ile yazar arasındaki ilişkiyi hiç kuşku yok ki düzenlemiştir, ama kendi dilini ve bakış açısını, ?Ansızın Her Şey?de olduğu gibi, anlatıcısına da yansıtmıştır. Bu arada alışılmış kişileri anlattığı da söylenemez. ?Eldivenler?de âşık olmadan evlendiği kocasına neden sonra âşık olan kadının düşünceleri, ?Ansızın Her Şey?de önceden düşünülmemiş bir eşcinsel tutku, ?Küçük Bir Film?de bir kaza aşkı anlatılır ve tümü de olağan öykülerdir elbette, ama bu tür öykülerin yazarlarının karşısına her zaman çıkacağı da düşünülmez.
Murathan Mungan, son yıllarda başka herhangi bir yazarda görmediğimiz verimliliğiyle sıra dışı bir yazarlık tutumu ortaya koymayı yakın gelecekte de sürdüreceğine göre, okur ya da yazar olarak kendimize çekidüzen vermemiz de gerekiyor sanki…
(*) Semih Gümüş’ün 11/09/2009 Tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki’nde Yayınlanan Yazısı

Kitabın Künyesi
Eldivenler, hikâyeler
Murathan Mungan
Metis Yayınları
Yayına Hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen
Kapak Resmi: Arzu Başaran
Basım Tarihi: 2009
168 sayfa

İçindekiler
Eldivenler
Ansızın her şey
Kaset
Yaz gibisi var mı?
Kötü adamla kötü kadının aşkı üzerine küçük bir film
Krepen’in duvarı
Islık
Çarpışma
Tabut
Geçici kesinlikler

Okuma Parçası
?Krepen?in duvarı?ndan, s. 87-93….
Babası kentin ikinci diş tabibiydi. Dişçilik mektebini bitirdikten sonra gururla baba memleketine dönmüş, kentin anacaddesinde yeni yapılmış binaların birinde açtığı muayenehane için iki adet tabela yaptırmıştı. Tabelaların daha geniş ve uzun olanı, binanın ön yüzeyine, muayenehanenin bulunduğu ikinci katın sırasına çakılmış; daha küçük olanı ise caddeden gelip geçenlerin rahatlıkla görebilecekleri biçimde binanın giriş kapısının biraz üzerindeki bir demir boruya asılmıştı.
Binanın ikinci katındaki karşılıklı iki daireden birinde ailecek oturuyorlar; diğerini ise babası muayenehane olarak kullanıyordu. Bu sallanan tabela Tahir’nin yatak odası penceresinin tam altına denk geliyor; rüzgârlı havalarda gırç gırç diye sallanarak gecelerine, uykularına, rüyalarına eşlik ediyordu. Ona kim olduğunu, kimin oğlu olduğunu, o şehir eşrafı içinde kimlerden olduğunu, babasının itibarlı mesleğini, ailesinin toplumsal mevkiini hatırlatıyordu. Babasının bütün çocukları korkutan bir mesleğin sahibi olmasından ötürü diğer çocuklar karşısında zaman zaman bir üstünlük duygusuna kapıldığı olmuyor değildi.
“Sen şehrin bütün çocuklarına örnek olmalısın,” diyen babası Tahir’in gülen bir yüzle dişlerini muayene ettirdiği bir fotoğrafı büyüttürüp çerçeveletmiş, muayenehanenin bekleme salonundaki duvara asmıştı.
Şehirde herkesin erken saatte yatağa girdiği o uzun gecelerden, hep o ses, hep o biteviye rüzgâr ve nedenini bilmediği o belirsiz hüzün kalmış aklında. Her saat başı, camlı dolabının içinde salınan sarkacıyla saati bildiren, baş köşesine kurulduğu salonu görkemli bir anıt gibi süsleyen ayaklı saatin sesinin dışında neredeyse hiç ses duyulmazdı evin içinde. Babasının her zaman, neredeyse her durumda alçak sesle konuşuyor olması herkese bulaşmıştı. Konuşmaya başlayan kim olursa olsun sesini alçaltırdı o evde. Zaten ahbap canlısı bir aile değillerdi; gelen gidenleri pek olmazdı.
Babası karşı dairedeki muayenehanesinde geç saatlere kadar ?çoğu kez karanlıkta? oturur, yalnız başına rakısını içip radyo dinlerdi. Arada bir yükselen öksürükleri duyulurdu oradan. Duvarın öbür yanında olduğunu bildiği babasının varlığı gene de uzak, çok uzak gelirdi Tahir’e. Karanlıkta korkmasın diye geceleri evde yatak odalarının kapıları açık bırakılırdı. Annesinin uykusunun arasında sık sık iç çektiğini duyardı yattığı yerden. Hâlâ ne zaman annesini düşünse iç çeken bir kadın gelir gözünün önüne. Bir şey yapması gerektiğini hisseden, ama ne yapacağını bilemeyen bir kadının kararsız davranışlarıyla göğüslerinin arasına sakladığı mendilini çıkarır, bir süre ne yapacağını bilemez sonra iç çekerek yeniden yerine koyardı mendili. Bazen iş olsun kabilinden alnını, boynunu sildiği olurdu.
Geç saatte babası nihayet karşı dairenin kapısını kilitleyip evin kapısını açar, bir süre sofada öylece durup evi dinler, sonra sessizce soyunup yatardı. Tahir çoğu kez ancak o zaman dalardı uykuya. O bunu böyle bilmese de için için babasının dönmesini beklerdi. Çok uzaklardan değil, burunlarının dibinden dönmesini. Babası eve girince sanki rüzgâr birdenbire susar, asılı olduğu yerde sallanıp duran tabelanın sesi kesilir, Tahir’in içi yatışır, birdenbire uykusu gelirdi.
Hayatı annesinin gözleriyle gören birçok çocuk gibi o da yıllarca annesinin gözleriyle baktı babasına. Geceleri muayenehanesinde tek başına karanlıkta oturup radyo dinleyerek içki içen adamın yalnızlığını hissetti belki; ama anlamadı. Babasını anlaması için büyüyüp erkek olması gerekti.
Şimdi çok uzak bir hayal gibi görünen babası o zamanlar da çok uzak bir hayal gibiydi; hayli içine kapanık bir adamdı; az konuşur, yüzünden ne düşündüğü anlaşılmazdı. Bıyıklarının ucu başka renkte yalazlanır; gülümsediği zamanlar ince dudakları büsbütün içe gömülürdü. Onun kibir sanılan azametli suskunluğunun, ifadesiz denecek kadar kayıtsız yüzünün mahzunluktan olduğunu Tahir’in anlaması zaman aldı; kim bilir belki de bunun mahzunluk olduğunu sonradan yakıştırdı ona. Anadolu’da bozkırın ortasındaki o kavruk şehrin mühim ailelerinden birinin üniversite bitirip tabip çıkmış münevver oğlu olarak kendisinden beklenenleri bir bir yerine getirmiş, işini kurmuş, büyüklerinin münasip gördüğü bir kızla evlenmiş, aileye soyadlarını sürdürecek bir erkek evlat vermiş, sonra da hayatını mühürleyip kapatmıştı.
Muayenehanesinin karanlık gecelerine, radyo istasyonlarına, hep çift buzlu içtiği rakıya ve kendi içine kapanmıştı. Arada bir şehrin münevverleriyle şehir lokalinde buluşur, memleket ahvalinden konuşur, ajans haberlerini tartışıp onlarla birkaç tek atardı. Seyrek de olsa bazen Tahir’i de yanı sıra götürdüğü olurdu; masadaki amcaların onun zekâsını ölçmek için sorduğu sorulara verdiği karşılıkları akıllıca bulduğunda gururlanırdı; bazen gülümseyerek başını öne eğer, en fazla Tahir’in hep üç numara tıraşlı olan başını şöyle bir okşar geçerdi.
Babasının şehirde sohbetinden en çok hazzettiği kişi Terzi Ethem Efendi idi. Onun yaz kış kumaş ve naftalin kokan yüksek tavanlı dükkânında üzerinden sarı renkli mezura şeritlerinin, milaj rulolarının, tahta riga cetvellerinin, iğnedanlıkların eksik olmadığı geniş tezgâhının başına oturur; Ethem Efendi elindeki sabunla tezgâha serdiği kumaşların üzerine makas yolu çizerken yahut ince milaj kâğıtlarıyla patron keserken onu ilgiyle seyreden babasının yüzünde, tavandan vuran güçlü ışığın oluşturduğu filmlerdekine benzer derin gölgeler oluşurdu. Tahir, bazen bir oyun havası içinde Ethem Efendi’nin çırağının yanına katılır, makasları bilemeye bileyciye birlikte giderlerdi. Tahir’in çocukken en imrendiği şey bir dükkânda çırak durmaktı. Eşraf çocukları öyle şeyler yapmazmış. Bir daha duymasınmış! Büyüyünce zaten her şeyi anlayacakmış.
Evlerindeki sessizliğe huzur denmezdi. Kupkuru bir sükûnetin her yere sindiği tekdüze bir yaşamasızlık içinde her gün her şeyin aynı biçimde tekrarlandığı birörnek günler geçip gidiyordu. Annesiyle babasının, varlığı en çok akşam yemekleri sırasında hissedilen sıkıntılı bir yalnızlık içinde yan yana durmakta zorlandıkları bu durumun adını ancak yıllar sonra koyabildi Tahir. O sıralar birçok çocuktan farklı olarak büyümekten anladığı anne babasının sözsüz bakışmalarının, seçilmiş sessizliklerinin ya da imalı sözlerinin ne anlama geldiğini sezecek duruma gelmesiydi yalnızca.
Bir keresinde babası hiçbir şey söylemeden on beş gün kaybolmuştu ortalıktan. Annesi öncesinde, günlerce “İçime kötü bir şeyler doğuyor,” diye gezinip durmuştu ortalarda; göğsünden çıkardığı mendiline bol bol “Pe re ja” kolonya döküp derin derin içine çekmişti. Tahir’i elinde boşalmış şişeyle eczaneye yollarken her seferinde “Gözünü dört aç! Sakın başka kolonya doldurmasınlar içine,” diye sıkı sıkı tembihlediği “Pe re ja”! Günlerce hiçbir haber alınamadı babasından. Istanbul’a gittiği biliniyordu; o kadar. Ev içinde sürekli iç çekerek dolaşıp duran annesi artık uluorta ağlayıp gözyaşı döküyordu. Bir gözü sürekli telefondaydı. O manyetolu siyah telefonun ayrılmaz bir parçası gibi hep üzerinde duran iğneoyası dantel örtü bile, her an telefon çalabilir diye artık örtülmüyordu. Başını, kulaklı koltuğun bir o yanına, bir bu yanına yaslayarak bir çuval gibi yığılı oturan annesinin eli, kolu, gerdanı bütün gün evin hizmetçisi tarafından kolonyayla ovulup duruyordu. “Babalarının” onları tamamen terk edip gittiğine kanaat getirmişti annesi. Öyle derdi hep: “Babamız geldi, babamıza soralım, babamız kızar, babamız ne der sonra.” Tahir de birçok çocuk gibi hassas konuları hep annesi üzerinden konuşurdu babasıyla; istekleri çoğunlukla onun tarafından aktarılırdı. Birçok benzeri baba gibi, o da oğlu üzerindeki otoritesinin sudan sayılabilecek olaylar yüzünden sarsılmasına izin vermez, kolay halledilebilecek önemsiz şeyler nedeniyle yüz göz olmak istemez, hatta şefkatini, sevgisini bile göze çarpacak ölçüde bir tutumlulukla gösterirdi.
On beş gün sonra babası çıkıp geldiğinde Tahir ilk kez evde yüksek sesle yapılan bir kavgaya tanıklık etti. Bu kavganın gene de kısa sürdüğü söylenebilirdi. Annesi “Seni öldü sandık,” diye yakınmayı, her çeşit kadınca kıskançlığının önüne koymuştu. Babasının sesini ilk kez bu kadar yüksek perdeden duymuştu Tahir. Sonrasında bir ev içinde günlerce küs kaldılar birbirlerine; surat asıp durdular. Evin sessizliği büyüdü. Aslında her ikisinin de kızgınlıkları, öfkeleri sönmüştü, ama küs kalmaları gereken belli bir zamanın geçmesini bekliyor gibiydiler. Sonra her şey yavaş yavaş solgunlaşarak günler eski tekdüzeliğine döndü. Babası geceleri muayenehanesinde artık daha uzun kalıyor, radyoyu biraz daha yüksek sesle dinliyor, ?bazı geceler Tahir’e bakmaya, açıksa üstünü örtmeye odasına girdiğinde nefesinin daha fazla rakı koktuğuna bakılırsa? eskisinden daha çok içiyordu.
Bu konu unutuşa bırakılmış görünüyordu. Yıllar içinde annesi zaman zaman o kayıp on beş güne dokunduran imalı cümlelerle yetindi. O on beş günü nasıl geçirdiği konusunda babasının hiçbir zaman ona gerekli açıklamayı yapmamış olduğu anlaşılıyordu. Onun anlattığı kadarıyla yetinmek zorunda kalan annesi ölene kadar, hiçbir zaman işin aslını öğrenemediği o on beş günle ilgili kafasından yazdığı, zaman zaman ayrıntılarını değiştirdiği, çeşitli olasılıklarla zenginleştirdiği takribi hikâyelerin muammasıyla ölüp gitti.
O sıralar “Bir kadın olmalı,” diyordu en fazla, “İşin içinde mutlaka bir kadın olmalı, hep şüpheleniyordum zaten, içime doğmuştu bir kere.” Babasının zaman zaman çeşitli vesilelerle Istanbul’a gittiği, “muayenehane için elzem” dediği yeni ilaçlar, aletler aldığı oluyordu. Ama bu sefer hiçbir şey söylemeden, aniden çekip gitmişti; hiç dönmeyecekmiş gibiydi. Peki, neden dönüp gelmişti tekrar? Bunların cevabını hiçbir zaman öğrenemediler. Belki de sahiden bir cevabı yoktu. Babası Istanbul’a gitmeyi hep sevmişti. Her zaman yataklı trenle giderdi. Hatta bir-iki keresinde annesiyle Tahir’i de götürmüş, Sirkeci’de denize yakın bir otelde kalmışlar, Tahir de böylelikle ilk kez deniz görmüştü. Ama o kayıp on beş günün Istanbul’unun içinde bambaşka bir hikâye olmalıydı.
Babası sırrıyla öldü.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir