Vitrinde YaşamakNurdan Gürbilek, eleştiri denince sıkı okurların aklına ilk gelen yazarlardan biri. Türk edebiyatının az sayıdaki yaratıcı eleştirmenlerinden. Gürbilek başlangıçta dikkatini kültür alanında yoğunlaştırmış olarak çıktı karşımıza. Jale Parla gibi o da 1980’lerin sonlarında okumaya başladığımız ilk yazılarından itibaren uyandırıcı oldu. 80’li yıllar Türkiye’sindeki “‘aşağı kültür’ patlaması”ndan, Vitrinde Yaşamak’tan, Kültürel İklim’den, ‘İktidarın Sağlığı’ndan söz eden sıkı metinler yayımlıyordu. Bu başlıklar ve altlarında yazılanlar o zamana kadarki düşünsel matrislerimizin aşırı indirgenmişliğini gösteriyordu bize. Marksist düşüncenin daha çok reel sosyalizm değişkesiyle öğrenildiği bir ortama esaslı müdahalelerdi bunlar. Ortamın düşünsel sınırları, kadim şehirlerin surları gibi azar azar orta yerde kalmış müzelik duvarlara dönüşüyordu.

Bu sınırlar yalnızca dar anlamdaki kültür alanıyla ilgili değildi.
‘Krizin İmkânları’ başlıklı yazısında, verili edebiyat anlayışlarını da önüne katmıştı Gürbilek. Ardından, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, diyerek girişti.

Edebiyat eleştirisi nedir?

Yapıtla sürdürmek istediğimiz bir konuşma, bir karşılıklı konuşma aslında eleştiri. Yapıtın içinde ilk bakışta duyulmayan sesleri daha duyulabilir hale getirmeye çalışan, bir bakıma yapıtı konuşturmayı amaçlayan bir konuşma. İyi ya da kötü olması da biraz buna bağlı. Eğer o konuşmada, sadece eleştirmenin sesi duyuluyor, onun görüşleri, onun izlenimleri, onun değer yargıları, onun kuramsal anlayışı ortaya çıkıyor, yapıt da bir kenarda öylece suskun duruyorsa, o iyi bir eleştiri değil bence. Ama eğer yapıtla eleştirmen arasında bir karşılıklı konuşma varsa, eleştirmenin kuramsal bakışı ya da izlenimleri kadar, hayranlıkları ya da kızgınlıkları kadar yapıtın sesi ya da yapıtın içindeki farklı sesler de duyulabiliyorsa, o zaman iyi bir eleştiriden söz edilebilir; orada bir karşılıklı konuşma, bir diyalog başarılmıştır.
Aslında eleştiri deyince hep şöyle bir şey anlama eğilimindeyiz: Eleştirmen diye biri var, bir şeyler biliyor, bir kuramsal bakışı var, edebiyata dair değer yargıları oluşmuş, bir eleştiri anlayışı var, bunu yapıta uyguluyor. Yani hazır bazı kalıplar, ilkeler ya da ölçütler var, yapıt da onlara maruz kalıyor. Oysa iyi bir okumada daima ikili bir ilişki oluyor. Eleştirmenin yapıta soracağı sorular var, yapıtı bazı ölçütlere göre sınıyor, ama aslında yapıt da eleştirmene soru soruyor, onun ölçütlerini sınıyor. Bizim başlangıçtaki, yani yapıta ilk yaklaşırken edindiğimiz izlenimleri, dediğim gibi hayranlıklarımızı ya da kızgınlıklarımızı, hatta başlangıçtaki kuramsal öncüllerimizi sorguluyor, çoğu zaman değiştirmemize neden oluyor. Tekrar ‘konuşturma’ bahsine dönersem, karşımızdaki edebi malzemeyi ne kadar konuşturabiliyoruz, eleştiriyi iyi yapan büyük ölçüde bu. Bazı yapıtların bazı eleştirmenlerin karşısında susması, kendini hiç ele vermemesi de bu yüzden. Yani bir karşılıklı konuşma olarak düşünmekten yanayım eleştiriyi. Biz yapıta soru soruyoruz, ama yapıt da bize soru soruyor.

Denge mi, yoksa…

Tam denge değil aslında. Mesela bazen kızgınlıkla ya da hayranlıkla yazmaya başlayabilir eleştirmen. Yapıttan etkilenmiştir, hatta büyülenmiştir, ve o duygularla başlar yazmaya. Ya da tersine kızgınlıkla yazmaya başlayabilir. Fakat yazarken, daha doğrusu yapıtla daha yakın bir ilişki kurduğunda, hayranlıklarını ya da kızgınlıklarını da gözden geçirebilir. Ya da diyelim bir yapıtı anlamlandırmak için yardımına çağırdığı kavramların ya da kuramın kendisinin de pekâlâ sorgulanabilir olduğunu fark edebilir. Galiba iki şey birden lazım eleştiride. Birincisi, bizim yapıta kendimizi oradaki bütün sesleri, ilk başta duyulmayan sesleri duyabilecek kadar cömertçe açabilmemiz lazım. Tanpınar’ın lafıdır, “yapıta kendini cömertçe teslim etmek”. Bunu yapabilecek kadar sabırlı, cömert, dikkatli bir okuma yapabilmek gerekir. İkinci olarak da, daha mesafeli bir yerden, biraz uzaktan bakabilmek gerekir. Bu ikisi arasında bir salınım, belki dediğin gibi bir denge, ama çoğu zaman da bir gerilim var. Yani bir yapıt var, bitmiş, eleştirmen de onu kendi bilgisine dayanarak açıklıyor, değerlendiriyor; bu kadar basit değil bence. Bir yapıtta ilk bakışta duyulmayan sesleri duyulabilir kılan bir karşılıklı konuşmadan söz etmek daha doğru.

Halbuki genellikle yapıt denince, konuşmuş, sözünü söyleyip bitirmiş gibi düşünülür…

Öyle. Ama, eleştirmenin belki sıradan okurdan farkı -çünkü eleştirmen de bir okur sonuçta- orada ilk bakışta duyulmayan sesleri duyulabilir kılabiliyor olması. Bunu nasıl yapabilir? Belki kuramla yapıtı karşı karşıya ya da yan yana getirebilir. Belki bir yapıtı başka bir yapıtla yan yana getirebilir. Belki yapıtı kendi iç dünyasından, kendi yaşantısından aldığı verilerle yan yana getirebilir. O zaman ortaya çıkacak perspektif değişikliğiyle yapıt daha fazla konuşma imkânına sahip olabilir. Ben hep eleştiriyi ‘yapıtı konuşturma çabası’ olarak düşünüyorum.

Sonsuza kadar çoğaltılabilir mi bu?

Çoğaltılabilir belki, ama çoğaltmanın anlamlı olabilmesi iki tarafa da bağlı. Yani eleştirmenin kendini ordaki bütün seslere cömertçe açabilmesi kadar yapıtın da zorlu, çetin bir yapıt olması, okuruna çetin sorular sorabilmesi lazım. Yani mesela diyelim Freud Dosteyevski’yi okuyor, ama pekâlâ Dosteyevski’nin de Freud’u okuyup onun hakkında bir fikir sahibi olabileceğini, hatta Freud’un kuramında bazı değişiklikler talep edeceğini varsayabiliriz. Ya da Girard, Stendhal üzerine bazı şeyler söylüyorsa, Stendhal’in de Girard’ı okusaydı hakkında bazı fikirleri olabilirdi. Yani yapıta eleştiriye maruz kalan bir şey olarak değil, aynı zamanda eleştiriyi sorgulayan, onu zenginleştiren, hatta onda değişiklik talep eden bir şey olarak bakmak lazım.

Tanrı-yazar konumu gibi, tanrı-eleştirmen konumundan da söz edilebilir mi?

Edebiyata hem dışarıdan hem de yukarıdan bakan birini akla getiriyor bu. Hepimizin içinde irili ufaklı tanrılar dolaşıyordur mutlaka, yine de bir tanım yapmak gerekirse şöyle söylenebilir: Eğer, yapıt hakkında söylediklerinin kendisi için de geçerli olduğunu, yapıta işlettiği ölçütün kendi yapıtına da işletilebileceğini kabul etmiyor, ya da kendini bütün bu süreçten muaf görüyorsa yapıta hem dışarıdan hem de yukarıdan bakıyordur bence. Halbuki sen onu eleştiriyorsan, aynı ölçüt, senin için de geçerli, çünkü sen de bir yazarsın. Ya da sen yapıta soru soruyorsan, yapıt da sana soru soruyor, onları dinleyecek kadar sabırlı olabilmelisin.

Bizim gençliğimizde şabloncu diye bir kavramımız vardı…

Evet, o var. Ama aynı zamanda eleştiriyi edebiyatın dışında, ona dışarıdan bakan, o halde yazarın karşı karşıya olduğu açmazlardan etkilenmeyen, onlardan tümüyle muaf biri olarak görmek de var. Oysa edebiyatın içinde, onun bir parçası olarak varolabilir ancak eleştiri. Bundan yalnızca iyi bir üslupla yazılması ya da edebiyat tadı vermesini kastetmiyorum. Aynı zamanda edebiyatçının açmazlarının eleştirmen için de geçerli olduğunu, her şeyin üstünde bir ‘eleştiri’ konumu olmadığını söylemek istiyorum. Eleştirmenin soruları, edebiyatın da sorularıdır. Ya da şöyle söyleyeyim: Her yapıt dünyaya verilmiş bir cevaptır; eleştirmen de nasıl başka yapıtları kendi cevaplarından yola çıkarak sınıyorsa, kendi dünyaya verdiği cevapları da başka yapıtların cevaplarıyla karşılaştırmak zorunda.

Şu soruya geçelim: Yazarın okura, okurun yapıta aktarmalarına ek olarak, eleştirmenin de bu ikisine aktarmalarından söz edilebilir mi?

Ben aslında eleştirmeni, yazar ve okurdan ayrı bir üçüncü terim olarak değerlendirmek, ya da bu ara konuma büyük önem atfetmek yanlısı değilim. Eleştirmen hem yazar hem de iyi bir okur bence. Yani bir üçüncü kategoriye gerek var mı, çok emin değilim.

Ama eleştirmen okurdan farklı olarak metin üretiyor?

Evet, ama her okur da kendi kendine bir metin üretir aslında. Kızar, etkilenir, okuduğu kitap üzerine düşünür, arkadaşlarıyla konuşur, yani yazmasa da kendi metnini kurar. Eleştirmenin okurdan farkı, aynı zamanda bir yazar olması. Yoksa, eleştirmeni okura kılavuzluk eden, ona yön gösteren biri olarak görmek, sadece bu misyonuyla tanımlamaya yatkın değilim. Ben iyi bir okur, ısrarlı bir okur, okuduğu yapıtlarla konuşmasını sürdürmek isteyen, yapıtın okuruna sorduğu sorulara cevapları olan, kendisi de yapıta soru soran biri olarak düşünüyorum eleştirmeni. Yani edebiyat eleştirmenliğini yazarlıktan çok fazla ayırmak, ayrı bir meslek olarak görmek yanlısı değilim. Eğer illa öyle görülecekse, kendi yazdıklarıma ‘deneme’ denmesini tercih ederim.

Evet, belki buradan kültür meselesine geçebiliriz. Kültür incelemeleri yazmaktan vazgeçmiyorsun. Öyle başladın, doğrudan edebiyat eleştirisi denebilecek kitaplar çıkardın, sonra tekrar kültür… Bunlar tabii etiket olarak tatsız gelebilir ama sonuçta işe yarayan kavramlar. Böyle bir gitgel var.

Çok haklısın. Aslında şöyle bir genel tanım yapabiliriz belki: Eğer bir edebiyat yapıtından yola çıkarak kültürü açıklamaksa amaç, ona kültürel eleştiri, kültürel bağlamdan aldığımız bilgilerle edebiyat yapıtını konuşturmaksa amaç, ona da edebiyat eleştirisi diyebiliriz. Böyle çok genel bir tanım yapabiliriz, işler bu kadar kabaca gerçekleşmese bile.
Fakat, ben, dediğin gibi bir o tarafa gidiyorum, bir bu tarafa. Bazı kitaplarım birinci tanıma daha uygun, bazıları ikinci tanıma. Aslında bu gelgitte çok rahat olduğum da söylenemez. İçimde hep çatışan taraflar oluyor. Bir yanım tamamen edebiyat yapıtına gömülüp, tırtıl gibi orada dolaşmak istiyor. Yakın okumalar yaparak, yalnızca edebiyat yoluyla aktarılabilir bir bilginin peşinde dolaşmak istiyor. Fakat, bir müddet sonra fazla gömülmüş, dünyadan fazla kopmuş, dahası edebiyatı dünyadan fazla kopartmış hissediyorum kendimi. O zaman da daha geniş bir kültürel bağlama, politik iklime doğru açılmaya çalışıyorum. Edebiyatla edebiyat dışı arasında bağ kurmak istiyorum. Ama bu kez de acaba edebiyatı kendi ‘politik emellerim’ için mi kullanıyorum, ya da onu bir belirtiden, bir semptomdan mı ibaret bırakıyorum, onu kendi kuramsal analizlerimin bahanesi mi kılıyorum, gibi bir endişe doğuyor.

‘Endişe’ dedin!

Evet, endişe… Yani, bunlar çatışan taraflar benim içimde. Bazen bir kitap bir başka kitapla çatışıyor, bazen bu iki taraf aynı kitap içinde çatışıyor. Aslında benim kuramla ilişkimde de bu var. Yani kuramı önemsiyorum, fakat bir müddet sonra acaba ben edebiyat yapıtları arasında dolaşırken kuramı fazla mı konuşturuyorum, yapıtın sesini fazla mı bastırıyorum diye bir endişeye kapılıyorum. Tamamen edebiyat yapıtına gömüldüğümde, cümleler arasında tırtıl gibi dolaştığımdaysa bu sefer kuramı ihmal ettiğim, ya da ayrıntıya boğulduğum, ya da edebiyatı dünyadan kopardığım kaygısına kapılıyorum. O zaman da daha geniş kültürel bağlamı hesap eden, daha müdahil yazılar yazmak istiyorum. İki taraf da var yani, üstelik bu ikisi çok bahtiyar bir ikili, çok anlaşan bir çift de oluşturmuyor.

Aslında ben de eleştirmenin endişeleri neler diye bir soru soracaktım ama, sen buna cevap vermiş oldun… mu?

Valla, eleştirmeninkiler nelerdir bilmiyorum ama benimkiler bunlar. Aslında kültürel eleştirinin de edebiyat eleştirisinin de zayıf ve kuvvetli tarafları var. Kültürel eleştiri edebiyatı ıssız bir ada olmaktan kurtardı, her şeyden kopuk bir akademik bilgi alanı olmaktan çıkardı, çok daha geniş bir perspektifte ele almamızı sağladı. Ama kötü tarafı da, ya da kötü yapıldığında diyelim, edebiyatı bir kültürel semptomdan ibaret bırakabiliyor, kuramın bahanesine dönüştürebiliyor, yani edebiyatı kültürel kuramın neredeyse talan edeceği bir alan haline getirebiliyor. Edebi biçimi ya da edebi değeri yok sayabiliyor. Kötü yapıldığında tabii. Sözgelimi Tanpınar Türkiye’de modernleşme, Batılılaşma gibi bir genel problemin bir parçası olarak okunduğunda, yalnızca o başlık altında okunduğunda, o zaman onu başka yazarlardan ayıran, onu Tanpınar yapan, ya da bir edebiyatçı yapan şey ihmal edilmiş oluyor çoğu zaman…

Tabii her eleştirmen bu kültürel incelemelerle uğraşmıyor. Uğraşan, Murat Belge var, Jale Parla, Orhan Koçak var. İlginç bir şekilde, bu adını andığım eleştirmenlerle senin eleştiri anlayışın arasında ortak yanlar var.

Ortak yanlardan öte bir etkilenme de var. Yani Jale Parla da Orhan Koçak da beni etkilemişlerdir. Murat Belge de öyle, özellikle de Tarihten Güncelliğe’deki kültürel analizler sonraki kuşağı çok etkiledi. Hani “hepimiz Gogol’un Paltosu’ndan çıktık” demiş ya Dostoyevski, Rus gerçekçileri için, biraz öyle bir durum var burada da. Kültürel eleştirinin zayıf ve güçlü taraflarından bahsederken, şunu da eklemek lazım. Eskiden edebiyat kuramı derslerinde okutulan bir ayrım vardı, ‘içsel eleştiri’ ve ‘dışsal eleştiri’ diye. Yapıta dönük eleştiridir içsel eleştiri. Dışsal eleştiride ise tarihe gidebilirsin, kültüre gidebilirsin, yazarın yaşamöyküsüne gidebilirsin, psikolojiye gidebilirsin… Bu ayrımı yapanlar ‘dışsal’ eleştirinin yapıtın hakkını yediğini düşünenlerdir genellikle. Oysa ben dışsalla içsel arasındaki ayrımın bu kadar kalın çizgilerle çizilmesine karşıyım. Çünkü içle dış arasında aslında o kadar büyük sınırlar da yok. Çünkü ‘iç’ dediğimiz şey de büyük ölçüde ‘dış’tan oluşan bir şey. Yapıtı konuşturma ilkesi burada da önemli bence. Tamamen yapıtın içinde kalıp yapıtı hiç konuşturmayan eleştiriler olabileceği gibi -ki çok var; izlenim, izlenim, izlenim, yapıt hakkında hiç yeni bir şey duymuyoruz- yapıtın dışına çıkan, örneğin tarihe başvuran, psikanalize başvuran, yaşamöyküsüne giden, gidip de geri döndüğünde yapıtı konuşturabilen eleştiriler de var. Yani ‘konuşturma’ ilkesi burada da geçerli bence.

Bu konuda şimdi hatırlayamıyorum nerede dediğini ama, bir yerde, yapıta odaklanma ısrarının tam da bu dönemde ortaya çıkmasını belirtisel buluyordun.

Evet, evet, çünkü tam da bu dönemde aslında yapıt o kadar çok dışsal faktörlerin etkisinde ki, piyasa denilen bir şey var, dünya pazarı, edebiyat trendleri var. Bütün bunların şimdiye kadar hiç olmadığı kadar etkili olduğu bir dönem bu. ‘Yapıt yapıt yapıt!’ ısrarı yapılıyor şimdilerde ama, yapıtın da şimdiye kadar olmadığı kadar dışsal koşullar tarafından istila edildiği bir dönem bu; bunu unutuyoruz. O yüzden, ‘iç’ ile ‘dış’ı birbirinden bu kadar kesin çizgilerle ayırmayalım, aradaki bağları da kuralım bence.

Necmiye Alpay,
Radikal Kitap Eki, 10 Ağustos 2007

Previous Story

Kafka’nın böceği olmasaydı, Dostoyevski’yi fark etmeyecektik

Next Story

“Benden önce bir başkası daima vardır”

Latest from Nurdan Gürbilek

Teklifi Olmayan Kültür – Nurdan Gürbilek

Bir zamanlar Murat Belge bu ülkede insanların ekranda konuşamamalarından yakınırdı. Bu insanlar için ekran kendilerine dışarıdan bakan bir resmiyetin işaretiydi; karşılarında kamerayı ya da

Devrimden söz etmek gülünç geliyorsa…

Devrimden söz etmek gülünç geliyorsa, toplumun kökten dönüştürülmesi ihtimallerinin güçlü olduğu modern toplumlarda, örgütlü devrimci hareketlerin uzun bir süredir ortadan kaybolmuş olmasındandır. Ama varolan düzeni şu ya
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ