Emeğin Tevekkülü / Konya’da İşçi-İşveren İlişkileri ve Dindarlık – Yasin Durak

“Hepsi Allah’tandır… işvereni zenginlikle sınıyor işte. Onun sınavı o, benim sınavım bu, fakirlik…”

“Valla ben sendikalara hiç bulaşmadım. On sene öncesinde filan vardı ortalıkta… Eskiden başka bir firmada çalışırken bazı sendika isimleri duyduydum o zamanlar. İşte sağı solu rahat bırakmıyorlardı, elemanları sıkıştırıyorlardı, işte ‘gelin sendikamıza üye olun, şöyle olun, böyle olun, patron işçi’ filan diye söylüyorlardı, biz pek sıcak bakmayız böyle şeylere.”

Dindarlık, işçilerin ve patronların üretim sürecine bakışlarını ve karşılıklı konumlanmalarını nasıl etkiliyor? Dinsel sosyalleşme, emek sürecinde tahakküm ilişkilerine ve politik hegemonyaya elverişli bir zemin oluşturuyor mu? Yasin Durak’ın Konya Organize Sanayi Sitesi’ndeki işçi-işveren ilişkileri örneğinde yaptığı araştırma, bu temel sorular etrafında bir tartışma örüyor. Dindar muhafazakârlık ekseninde sağlanan “ütopik uzlaşmayı” ve enformel ilişki ağları sistemini gözler önüne seriyor.

Bunun yanı sıra Durak, kültürel hegemonyanın meşruiyet çerçevesi içinde kalmakla beraber, işçilerin rıza ve tevekkül yerine açık veya gizli direniş mekanizmaları geliştirdiği anlara da dikkat çekiyor. Sınıf mücadelesinin “saklı” bir sahnesine dair ipuçları veriyor bize.

Canlı gözlemlerle Türkiye’de işçi sınıfı kültürünün puslu kalmış bir kesitini sunan, çarpıcı bir çalışma. (Tanıtım Bülteninden)

“Emeğin Tevekkülü” – Korkut Boratav
(2 Eylül 2012, http://haber.sol.org.tr)
İki ay sonra AKP iktidarının onuncu yılı tamamlanacak. Bu parti, üç genel seçimi üst üste kazandı; parlamentoda tek parti çoğunluğunu kesintisiz sağladı. Bu başarının, kent ve kır emekçilerinin süregelen, güçlü desteğine dayandı ortadadır.

Aynı parti, iktidar yıllarında, ekonomik ve sosyal politikalarda neoliberal programlara dogmatik, gideren artan bir bağlılık gösterdi; bunu açıkça da ifade etti. Bu programların, emekçilerin sınıfsal çıkarlarıyla sistematik karşıtlığı da artık tartışma dışıdır.

Emek karşıtı programların taşıyıcısı olan bir partinin, emekçi sınıfların siyasi desteğine mazhar olması nasıl açıklanabilir? Bu soru, Yasin Durak?ın Emeğin Tevekkülü: Konya?da İşçi-İşveren İlişkileri ve Dindarlık başlıklı çalışmasının (İletişim, 2011) hareket noktasını oluşturuyor. Yazarın ağzından aktaralım: ?Türkiye?nin son yıllardaki… seyri, neo-liberal İslamcı iktidar bloğu eliyle yürütüldü…Dindar-muhafazakârlık neo-liberal kapitalizme bağlılık yemini etti… Esnekleşme, taşeronlaşma,… işsiz bırakmanın kudretini artırma [gibi yöntemler sonunda],… işçi-işveren ilişkilerinde ?dolaysız kaba sömürü? hâkim [oldu]?.

Bu durumda ?bağımlı sınıfların rızasını da içeren bir hegemonya projesinin? inşası gerekir. Emeğin Tevekkülü de Konya?da ?işçilerin egemen sınıflara tabiiyeti? projesinin hayata geçirilmesinde İslâm?ın nasıl kullanıldığını araştırıyor. (ss.7-8, 23-25).

Konya sanayicileri, dinî anlayışlarını, ?radikal romantizmin? etkilerinden arındırmış; ?İslâmi dünya görüşünün ibresini rasyonel-ekonomik hedeflere doğru? yöneltmişler; ona araçsal, işlevsel boyut kazandırmışlardır.

İslâmî dünya görüşündeki bu hedef kayması sayesinde, dindarlık işçi-işveren arasında kader birliği anlayışını yerleştirir. Patrona, ?namazını kaçırmaz, kul hakkı yemez, harama el uzatmaz? özellikleri nedeniyle güvenilir: ?[Ona] Allah yardım etmiş zamanında… Neden? Harama el uzatmadı da ondan…? (ss.18-19,41)

Sabır, kader ve tevekkül… Bunlar, dünyevî eşitsizliklerin, yoksunlukların karşısında ayakta durmayı mümkün kılar. Yazar, işçilerden aktarıyor: ?Hepsinden önce sabredeceksin… Sınavdır bu dünya. Hepsi Allah?tandır. Onu (patronu) zenginlikle sınıyor. Benim sınavım da fakirlik.? (ss.96-97) Buna karşılık, patronlar, dünyevî eşitsizlikleri, dinî referanslarla değil; tamamen ?rasyonel, işlevsel? boyutlarla meşrulaştırıyorlar: ?İşçi işten çıkarıldığında ertesi gün başka yerde işe başlar. Ama burası batsa ertesi gün yeniden kurulmaz. Bunca insanın ekmeğini kolluyoruz. Türkiye?nin yükünü biz çekiyoruz.? (s.54) ?Ülke yararına çalışmak, istihdam yaratmak, Türkiye?ye çok şey katmak? gibi kalıplarla ?öz çıkarlar, genel, ortak çıkarlar olarak ifade edilir.? (ss. 34-35)

Hegemonya projesinde, sınıf ayrımlarını buğulandıran, karşıtlıkları silen İslâmî ritüellerin de önemi vardır. İşverenlerin söylemi malûmdur: ?Her bayram, şekerleri dağıtırım. Toparlanıp iftar açarız. Hepimiz aynı orucu tutuyoruz. Düğününe, cenazesine gideriz. Yapmasak ayıptır.? (s.45).

Ne var ki, bu dayanışma görüntülerinin de sınırları vardır: İşverenler Cuma namazlarını işçileriyle birlikte kılmaktan kaçınmakta; sanayi bölgesi dışındaki camileri yeğlemektedir. İşçilere şeker dağıtan patronun, yazıhanesine gelen konuklara çikolata sunması dikkat çekmekte; gerginlik yaratabilmektedir. (ss.100-101)

Konya?lı bir patron, ?her gün sabah uyandığımızda Tayyip Erdoğan?ın öldürüldüğü haberini almaktan korkarak yaşıyoruz? diyor. Bir başkasına göre, ?işçiyi sürekli yoğurmak gerekir? (ss. 57, 117). Bu perspektifle ?yoğurulan? işçilerin Türkiye?nin sorunları ve siyaset üzerindeki görüşleri patronlarıyla uyum içerisindedir: Sendikacılar güven vermez; sevilmezler. ?Öyle şeyler bize ters. Eğeceksin başını işine bakacaksın; bir sorun olduğunda gideceksin, konuşacaksın.? (s.89). TEKEL eylemlerine katılan işçilere karşı (?çoğunluğu Kürt, PKK?lı? gibi yaftalarla beslenen) şiddetli husumet duyulmaktadır. Kendi sıkıntılarının, devlet işletmelerindeki işçilerin ayrıcalıklı konumlarından kaynaklandığı görüşü yaygındır; özelleştirme hararetle savunulmaktadır. (ss.89-94)

***

Öte yandan Emeğin Tevekkülü göstermektedir ki, ?insanlık hali?nin doğal gereği olan direnme tepkileri Konyalı işçilerde tamamen dumura uğramamıştır. Yasin Durak?ın çeşitli örnekleri, İslâmî efsaneler anlatıldığında, işçilerin yorumlarının, algılamalarının zaman zaman patronlarından farklılaştığını göstermektedir. Örneğin, ?ebabil kuşları ile filler arasındaki savaş efsanesi anlatılırken patron fillerin yenilmezliğini vurgulamakta; işçi ise kuşlardan yana? tavır almaktadır (ss. 53, 97, 124).

Doğrudan işçi-işveren ilişkileri de gerilimlerden arındırılamamıştır. Çalışma saatlerinde işçilere verilmiş olan 15-20 dakikalık üç vakit namaz izni, giderek bir ?hak talebi?ne dönüşmekte; ciddi gerilimlere yol açmakta ve kaldırılması düşünülmektedir. Ücret ödemelerini sürekli geciktiren patronlar, bankalarla anlaşmış; aylıkların kredi kartlarıyla ödenmesi başlatılmıştır. Sonuç, aylıkları geciken işçilerin kredi kartlı borçlarına; giderek faiz, hatta tefeci tuzağına sürüklenmeleridir. Finans kapital ile sanayiciler arasındaki bu kirli işbirliği, işçiler tarafından lânetlenmektedir.

?Haksız? işten çıkarılma, uzun süren işsizlik, iş kazaları söz konusu olduğunda işçilerin söylemleri hızla değişebilmekte; bireysel tepkiler, sınıfsal içerik kazanabilmektedir. Patronlar ise, işyerinde, servis araçlarında, hatta iş saatleri dışında işçilerin kendileri hakkındaki konuşmalarından rahatsızdırlar. Arkadaşlarına ücretler, çalışma koşulları hakkında ?gaz veren? işçiler yakından izlenmekte; çıban başları, ?İslâmî hayat tarzına uymayan tavırları? da bahane edilerek işten çıkarılmaktadır. (ss. 43-44, 99-108, 114-119)

***

Emeğin Tevekkülü?nün sorunsalını, Necmi Erdoğan 21-22 Ağustos 2012 tarihli Birgün?de ?Abdestli Kapitalistler ve Emekçiler? başlıklı iki önemli yazısında tartışıyor; işçi sınıfı saflarında siyasî İslâm?ın ideolojik hegemonya oluşturmasının örneklerini veriyor ve yazılarını şöyle bitiriyor: ?Bu noktada iki güzergâh çıkıyor karşımıza: Birincisi sömürülenlerin dininin muktedirlerin dininden ayrışmaya başlayarak… ?kurtuluş teolojisi? haline gelmesi ki Sünni İslâm geleneğinin,… bu hattın önüne ciddi duvarlar ördüğünü söyleyebiliriz. İkinci güzergâh ise, sömürülenlerin… ?yürek dilini? seküler (yani lâik) bir kurtuluş projesinde, eşitlikçi, özgürlükçü kolektif [ve]… devrimci… bir iradede aramalarıdır.?

Yasin Durak?ın çarpıcı bir biçimde Konya örneğinde anlattığı işçi sınıfının ideolojik/hegemonik teslimiyetinin kökenleri nedir? Necmi Erdoğan?ın işçi sınıfı hareketlerinin geleceği için işaret ettiği ?eşitlikçi, özgürlükçü, devrimci? güzergâhın bugünkü engelleri geçmişte nasıl oluşmuştur? İleride tartışmak istiyorum.

Meselenin çekirdeği: Emeğin tevekkülü – PINAR ÖĞÜNÇ
(10/02/2012, http://www.radikal.com.tr)
Türkiye ‘dindar gençliği’ tartışırken ‘Konya Organize Sanayi Bölgesi’nde işçi-işveren ilişkileri ve din’. Bu kitap zihin açıyor.
Bir işçi… Fazla mesai yapıyor, ay başında maaşı eline sayılırken o fazladan saatlerin adı anılmıyor. Bir başkasının iki ay maaş almadığı vaki; ?Patronun eli dardadır? diye idare ediyor. Bir diğeri, ?Arkadaşım, patron kötü niyetliyse onun cezasını Allah verir zaten. İşinize bakın? diyor. Haramın, kul hakkı yememenin sigortasına, inanç giriyor işin içine. Allah kimini zenginlikle, kimini yoksullukla; kimini patronlukla, kimini işçilikle sınıyor. Buna inanıyor. Hazreti Eyüp sabrı diyor, ?Orası bizim çilemiz? diyor.
Başbakan?ın dindar gençlik yetiştirme ülküsünü bu kez sarih bir cümle içinde kullanması tartışılırken iki ay evvel İletişim Yayınları?ndan çıkan ?Emeğin Tevekkülü? adlı kitabı okuyordum. Şu anda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü?nde doktora öğrencisi ve araştırma görevlisi olan Yasin Durak, hayatının bir bölümü geçtiğinden, kültürel havasına, suyuna aşina olduğu Konya?da işçi-işveren ilişkilerini dindarlık üzerinden incelemiş bu kitapta. Konya Organize Sanayi Bölgesi?nde, farklı ölçeklerde KOBİ?lerin sahipleriyle ve işçilerle görüşmüş. Dindar-muhafazakârlığın işçiler üzerindeki manipülasyonlarına bakmış.

Sabır, sınav, şükür
?Emeğin Tevekkülü?, 1970 sonrası kendini dünyanın o haline uyduran kapitalizmle, 1980 sonrası Türkiyesi?nin alternatif modernizm projesinin kesiştiği noktayı tahlil eden bir kitap. Şimdi eldeki ?dindar gençlik? ipini geri sarmaya başladığımızda yumağın diğer ucundaki Özal?ı hatırlatıyor Durak; Özal?ın ?bir elinde Kuran, bir elinde bilgisayar? olan gençlik tahayyülünü…
?Yeşil sermaye?, ?Anadolu kaplanları? daha evvel farklı akademik çalışmaların konusu oldu. ?Emeğin Tevekkülü?, teşvik edilen KOBİ modeli üzerine yoğunlaşmasıyla önemli, emek ilişkilerinde dinin kültürel hegemonyasına bakması açısından zihin açıcı. İşçilerle işyeri dışında, işveren gözetimi altında olmadan yapılan görüşmeler çok çarpıcı.
Nedir bu kültürel hegemonya, neye yol açıyor? Öncelikle işçide işverenle kader birliği kurduğu tahayyülüne neden oluyor. İşveren hayatta ?kazanç peşinde? koşmasını çoğunlukla dini, milli temellere oturtuyor. İşçi açısından da her tür eşitsiz ilişki din ortak paydasında meşrulaşıyor, hatta gönüllü olarak örtbas ediliyor. Sonuçta Allah kimini patronlukla, kimini işçilikle sınıyor işte. Sabır, sınav, şükür, tevekkül, kader… İlişki bunlar üzerinden şekilleniyor.
Sendikanın sadece madenciler için olduğunu sanan var. Zaten işçi örgütlenmelerine dair fikir sorulduğunda, ekseriyetle ?Önüme bakar, işimi yaparım?la özetlenebilecek karşılıklar alınmış. Görüşmelere zamansal olarak denk gelen Tekel işçilerinin direnişini, içinden PKK, ?yan gelip yatmalar? geçen cümlelerle açıklıyorlar. Kamu iktisadi teşekküllerinde ?yan gelip yatan? işçilere dair büyük bir uzlaşma söz konusu. Haliyle özelleştirme, haksız kazanç sağladığını düşündükleri o işçileri temizlediği için faydalı. Böyle düşünüyorlar, bu kadar öfkeliler.

Namaz izninde sigara
Bu hegemonyanın çatladığı noktalar da dinle emek işlerinin karışmasından çıkıyor aslında. İşe alımlarda Konyalılıktan İslam paydasına uzanan iltimas noktalarının suiistimale dönüşünden şikâyet eden işverenler var. Namaz izni vermeyen işverenden şikâyetçi işçi, namaz izninin sigara molası olarak kullanılmasından şikâyetçi patron…
Peki, İslam üzerinden bir ?sınıf bilinci? oluşabilir mi? Durak, geçen ay Mesele dergisine verdiği söyleşide Ali Şeriati?nin, Roger Garaudy?nin, Mahmud Taha?nın, bugün İhsan Eliaçık?ın adını anıyor. Ama dikey dayatmalara karşı da bir uyarıda bulunuyor. Kısa kesmek mecburiyetinde kaldığım uzun bir tartışma…
Şurası kesin: Neo-liberal projeyi alternatifsiz olarak cebinde getiren AK Parti?nin dindar gençliğe, dindar-muhafazakâr burjuvazinin de ?emeğin tevekkülüne? ihtiyacı var.

***

Yasin Durak, Konya’da dindar muhafazakar işçi tipine dikkat çekti. İşçiyle işveren ilişkisinde, işverenin kendi çıkarlarını ortak dünya görüşü gibi sunduğunun altını çizen Durak, işçiyle işveren arasındaki yakın ilişkinin, işverenlere işçilerin hayatına girme izni verdiğini belirtti. Durak, dindar muhafazakar kültürel hegemonyanın, işçilere ‘sabır’, ‘tevekkül’, ‘şükür’ gibi kavramları dayattığını belirtti.
(http://www.etha.com.tr/Haber/2011/10/28/guncel/akademisyenler-kapitalizmi-tartisiyor/)

Emek düşmanı olmayan bir din varsa hani, nerede? – BARIŞ İNCE (Söyleşi)
(http://www.birgun.net/, 18.03.2012)
Dindarlık, işçilerin ve patronların üretim sürecine bakışlarını ve karşılıklı konumlanmalarını nasıl etkiliyor? Dinsel sosyalleşme, emek sürecinde tahakküm ilişkilerine ve politik hegemonyaya elverişli bir zemin oluşturuyor mu? Yasin Durak?ın Konya Organize Sanayi Sitesi?ndeki işçi-işveren ilişkileri örneğinde yaptığı araştırma, bu temel sorular etrafında bir tartışma örmüş. Dindar muhafazakârlık ekseninde sağlanan ‘ütopik uzlaşmayı’ ve enformel ilişki ağları sistemini gözler önüne sermiş. İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Emeğin Tevekkülü’ kitabının yazarı Yasin Durak ile dindar işçileri ve bu işçilerle birlikte örgütlenecek emek muhalefeti olanaklarını konuştuk.

>>>> Kitabınız boyunca İslami sermayenin özellikle AKP iktidarı döneminde bir ideolojik hegemonya kurduğunu ve emek sömürüsünün derinleştiğini söylüyorsunuz. Bu hegemonya din üzerinden kuruluyor. Burada bence temel sorun şu? Emek düşmanı olan dinin kendisi mi yoksa emek düşmanları dini mi kullanıyor?
Her ikisinin de doğru olduğunu söyleyebilirim. İlki, yani dinin kendisinin emek düşmanı olması konusu biraz çetrefilli: Aslında dinin diyalektik kavrayışı onu kendinden menkul bir sömürü mekanizması olarak görmemeyi gerektirir. Zira din, uygulamada emek karşıtı olduğu kadar, ütopik bağlamda eşitlikçi/özgürlükçü muhtevaları da barındırabilir. Hal böyle olunca; egemenlerin kullanımındaki kurumsallaşmış halinden farklı olarak, otantik ve masumane olan, kısmen eşitlikçi önermeleri de içeren bir ‘dinsel öz’ olduğu düşüncesi pekişir ve bu ‘dinsel özün’ egemenlerin elinde bozulduğu, araçsallaştığı düşünülür. Dikkat ederseniz, dini yaptırımlara karşı ?din aslında böyle emretmiyor?, ?dinde aslında bunlar yok? gibi itirazları sık duyarız bu yüzden. Hatta son zamanlarda Türkiye?de bu ‘dinsel öze’ soldan yaklaşımlar da geliştirildi.

Fakat ben ‘kurumsallaşmış dine’ olduğu kadar, bu ‘dinsel öze’ karşı da temkinli olmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü genellikle metinlerde rastlanılan ve ‘metin-merkezci’ konumlanmalarla savunulan bu ‘dinsel öz’, gerçek ilişkiler söz konusuyken kurumsallaşmış din tarafından kolaylıkla massedildiğinden, ?dinin aslında böyle emretmediğine? ilişkin cümleler çoğunlukla ‘dinciliği’ pekiştirmekten öteye varamıyor. Bu yüzden ‘dinsel otoriteye ve otoritenin dinine’ karşı bir ‘alternatif dini söylem’ geliştirmeye yönelik çabalar değerli olsalar da, neredeyse hep bu ‘dinsel özü’ referans aldıklarından oldukça zayıf kalıyorlar. Üstelik hâkim sınıflara bağlı dini önderlerin yahut geleneksel aydınların da mevcut eşitsiz ilişkileri meşrulaştırırken yine bu ‘dinsel öze’ sık başvurduğunu görüyoruz. Bir taraftan her türden insanlık-dışı uygulama din adı altında meşrulaştırılırken, diğer taraftan birilerinin çıkıp dinin adaletinden, iyiliği-doğruluğu emrettiğinden bahsetmesi zaten hep yaşadığımız bir durum: Sanki din hep yanlış anlaşıldığı için insanlar recmediliyor, kadınlık baskı altına alınıyor, yobazlık oluk oluk kan akıtıyor. Din hep yanlış anlaşıldığı için otoriteyi ve statükoyu bu kadar meşrulaştırıyor, din yanlış anlaşıldığı için emek sömürücüleri dini bu kadar kolay kullanıyor. Hatta sanki din yanlış anlaşıldığı için Madımak alev aldı? Tüm bunlar Papa?nın çıkıp Haçlı Seferleri için özür dilemesine benziyor: ?Biz bunu din adına yaptık ama dinde aslında bu yokmuş.?

O zaman bahsettikleri ‘insancıl dinsel öz’ varsa bile, demek ki din bir şekilde hep yanlış anlaşılmayı başarıyor. Demek ki din kendini yanlış anlatan bir şey. O zaman ‘kalpsiz bir dünyanın kalbi’ ifadesi tam anlamıyla doğru: Demek ki sınıflı toplumun sınıfsal bir ürünü olarak din, sözde eşitsizlik karşıtı yahut insancıl kelamlar etse de, pratikte sürekli olarak mevcut eşitsiz ilişkilere ve insanlık-dışılığa kan pompalıyor.

Hatırlarsınız, Sartre?ın Ali Şeriati?ye ilişkin ünlü bir sözü vardı: ?Dinsizim, ama bir dinim olsaydı Şeriati?nin dininden olurdu?. Bu bir ölçüde ?Şeriati?nin inandığı gibi bir din aslında olmadığı için ben dinsizim? anlamına geliyordu. Ben de yaklaşık olarak bundan bahsediyorum. Emek düşmanı olmayan bir din varsa hani, nerede?

İkincisi, yani emek düşmanlarının dini kullanması konusu, emek-sermaye ilişkisinin Türkiye?de vuku bulan şu anki uğrağında zaten oldukça net görülüyor: Artık eski Kemalist modernleşme projesine alternatif olan, dincilikle bezenmiş yeni bir modernleşme projesinin uygulandığını görüyoruz. Malum, dini şef dönemindeyiz. Yani neo-liberal İslamcı iktidar blokunun Tayip Erdoğan imajında cisimleşen otoriteryen mizacı, yaklaşık olarak böyle bir dönemin göstergelerini sunuyor. İktidarın dini atıflarla sunduğu toplumsal tasarımlar, sosyal açmazlara yönelik ‘dinci’ çözüm önerileri, dindarlıkla kuşanan baskı, kamusal taleplerin lisanının dindar-muhafazakâr bir terminolojiye hapsolması ve Başbakanın ağzından alenen dökülen ?dindar gençlik yetiştirmek? gibi planların işaret ettiğine göre, gerçekten de Türkiye?de ‘milli şef dönemine’ simetrik denilebilecek bir ‘dini şef döneminin’ başladığı iddiası -anakronik olsa dahi- pek de paranoyakça değildir. Elbette ki egemenlerin dini vurgusuyla pekişerek kamusal ifade alanını genişleten din, burada sanatını ustalıkla icra etmeye devam ediyor, yani emekçileri sömürü ilişkilerine ve sömürücü unsurların hegemonik tesirine kolaylıkla adapte ediyor.

>>>> Patronlar tarafından ‘özveri’ sözcüğü etrafında sömürünün pekiştirildiği anlatılıyor kitabınızda. Dinci patronların ‘özveri’ propagandasını anlatır mısınız? İşçiler bu konuda ne diyor?
Patronların ‘özverili’ olmaktan anladıkları şey, her bir işçinin çalıştığı işletmenin çıkarlarını kendi çıkarlarıyla özdeşleştirmesi ve bu sayede patronun talepleri için varını yoğunu ortaya koymasıydı. Aslında kısmen bu ‘özveriyi’ ortaya çıkarmayı başarıyorlardı da. Dinci retorik sayesinde işverenlere ait çıkarların milletin genel çıkarlarına hatta İslam âleminin genel başarısına kadar evirilen bir ‘kamusal vicdana’ iliştirilmesi, ?herkes elinden geleni yapıp işini en iyi şekilde yaparsa her şeyin kusursuz olacağına? dair klasik kapitalist ideolojik düstur ile birleştiğinde, bu ‘özveri’ beklentisi bir kısım işçilerin zihninde son derece makul bir hal alıyordu. Fakat yine de işçilerin ‘özveri’ talebine karşı geliştirdikleri tutum, işverenleriyle aralarındaki ilişkinin genel seyrine göre belirlenmekteydi. İşçilerin tutumu çoğunlukla bu ‘özveriyi’ karşılamaya yönelik olabildiği gibi, işverenlerle ilişkileri gerildiğinde, patronlarının ‘özverili’ olmak gibi taleplerini umursadıkları söylenemez.

>>>>> Ekonomik krizi patronların haram yemesi ile mi özdeşleştiriyorlar?
Açıkçası genel olarak doğrudan böyle bir özdeşleştirme olduğu söylenemez. Yani ?patronlar haram yediği için ekonomik kriz oluyor? gibi bir ifadeyle karşılaşmadım, fakat ekonomik krizde iflas etmeyen bir işletmecinin bu ‘başarısını’ onun kul hakkı yememesine ve dindar olmasına bağladıklarını sıklıkla gördüm. Yani ?ekonomik kriz patronlar haram yedikleri için oluyor? gibi bir düşünce yok, fakat özellikle işçilerde haramdan, faizden ve haksız kazançtan kaçınmak yoluyla ekonomik kriz benzeri şiddetli piyasa yaptırımlarından yahut her türden kapitalist beladan ?Allah?a sığınmak? gibi bir eğilim var.

>>>>> Bu doğrultuda patrona karşı çıkanlar, patronlar tarafından ‘ahlaksız’ olarak mı yaftalanıyor?
Çalışma ilişkilerinin göreneksel çerçevesi dindar-muhafazakâr meşruiyet kalıplarına hapsedildiğinden; geç kalan, iş yavaşlatan ya da bir şekilde patronun taleplerine karşı çıkarak işinin gereğini yerine getirmediği düşünülen işçilerin, söz konusu dindar-muhafazakâr değerlere de uymadığı düşünüldüğünden, patrona karşı çıkanların ‘ahlaksız’ olarak yaftalanması söz konusu. Özellikle patronların işten çıkardıkları bazı işçiler hakkındaki ifadelerinde bu ‘ahlaksız’ yaftasına sık rastlanıyor. Ancak dindar-muhafazakâr meşruiyet kalıplarına ters düşmeksizin patronun taleplerine aynı dinsel retorikle karşı çıkmak ‘ahlaksızlık’ değil. Örneğin işçilerin namaz izinleri için patronlarına karşı çıkması, patronlar tarafından açıktan ‘ahlaksızlık’ olarak ifade edilemiyor. Yani patronlar kendi otoritelerini meşrulaştıran referanslara asla kolaylıkla karşı çıkamıyor.

>>>>> Özelleştirme konusunda ne düşünüyorlar?
Genel olarak işçilerin ve işverenlerin özelleştirmelerin hakkaniyetli, gerekli ve doğru olduğu konusunda fikir birliği içerisinde olduklarını söyleyebilirim. Devlet kadrolarında istihdam edilen işçilerin ‘milletin sırtında kambur’ olduğuna yönelik bilindik ideolojik parola burada da geçerliydi.

>>>>> Bir işçi işten atılınca bu hegemonya kırılmıyor mu?
Tam olarak kırıldığı söylenemez. Öncelikle zaten buradaki hegemonik kültüre yeterince uyum sağlayamayan işçilerin işten çıkarıldığını görüyoruz. Bunlar için zaten bir ‘kırılmadan’ söz edemeyiz. Bununla beraber işçilerin işten atılma deneyimi sonrasında özellikle önceki iş yerlerine ilişkin olarak anlattıkları hikâyelerde, patronlarının dindar-muhafazakâr retoriği ve enformel bağların oluşturduğu ‘güveni’ kötüye kullandığına dair şikâyetlere sık rastladım. Fakat bu işçiler de daha sonra çalışmakta oldukları işletmelerde aynı hegemonik kültüre tabi olmaya devam ediyordu. İşten çıkarılma deneyimiyle elbette ki kültürel hegemonyadan bireysel uzaklaşmalar söz konusu oluyordu, fakat kolektif bağlamda işten çıkarılmalarla oluşan bir kırılmadan söz etmek en azından benim araştırma yaptığım dönemde mümkün değildi.

>>>> Peki, bu emek düşmanı hegemonya nasıl kırılabilir?
Açıkçası bu konuda bir reçete oluşturmanın yahut karşı-hegemonik bir yol göstermenin gerçekçi olacağını düşünmüyorum. Zira kültürel hegemonya derken bile sürekli oluşan, mayalanan, yenilenen bir ilişkisellikten bahsediyorum. Fakat söz konusu ilişkiselliğin şu anki uğrağı, biraz önce sözünü ettiğimiz karşı çıkışların kolektif bir temayüle dönüşmesinde bir imkân gösteriyor. Elbette ki bu da işçi sınıfının ortak deneyiminin ifadesini sunacak bir çeşit örgütlülüğün yaratabileceği bir imkân. Fakat benim araştırma yaptığım bölgede, işçi sınıfına ait deneyimlerin ortaklaşabileceği alanlar gerek söylemle, gerek sosyal ilişki ağlarıyla, hatta mekânsal olarak bile yok edildiğinden, işçilerin birbirleriyle deneyimlerini paylaşabileceği, işverenlerin manipülasyonundan bağışık apayrı bir dünyaları neredeyse yok gibiydi.

Yine de son tahlilde kolektif bir itiraz her an mümkün, mesela kültürel hegemonya dediğimiz denetim biçimi özellikle kendi retoriğini kullanan itirazlar karşısında oldukça zayıf görünüyor. Hatta işverenler de bunun farkında ve böylesi itirazların yaratabileceği risklere karşı her zaman hazırlıklı olmak için özel bir çaba sarf ediyorlar.

Yaşamadıkları sürece, iş kazalarının teşhir ettiği çelişkileri görmüyor

>>>> Bu dinsel hegemonyadan ‘kopuş’ denilebilecek ölçüde ani bir algı dönüşümünün iş kazaları olduğunda olduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Bildiğiniz gibi AKP?nin ilk icraatlarından birisi olan 4857 Sayılı İş Kanunu, emekçiler açısından zaten acımasız olan çalışma ilişkilerini mümkün olan en insanlık-dışı vaziyetine eriştirdi. Bu yasal düzenlemeyle her ne kadar minimuma indirilse de, halen işçilere verildiği söylenilen haklar var. Ancak bunlar da sadece kâğıt üzerinde geçerli olduğundan, şu an Türkiye?de herhangi bir emekçinin hukuki mücadele yoluyla hakkını araması çok zor. Zira sözleşmeleri yapılırken dahi tarih atılmamış, istifa dilekçeleri imzalattırılarak işe alınan emekçiler için, kendilerine verildiği söylenen yasal haklar anlamsız. Yani mevcut hukuki düzenekte işçilere verilen bu ‘sözde haklar’ işçi sakat kalana değin ‘de facto’ olarak hükümsüz. İş kazaları ise, hukuki olarak en azından bir tazminatı garanti ettiğinden, iş kazası geçiren emekçiler genellikle hukuki mücadeleye girişiyor. Bununla beraber, iş kazası geçirerek tazminatın peşine düşen bir işçi, öncelikle patronlarının kullandığı sosyal ilişki ağları aracılığıyla, yakın çevresi tarafından ve yine hegemonyanın lisanıyla baskı altına alınıyor. Hal böyle olunca iş kazaları ve sonrasında tecrübe edilen şeyler, işçilerin zihninde, içerisinde bulundukları çelişkileri ve kültürel örüntülerin asıl anlamını fazlasıyla netleştiriyor.

>>>> İş kazalarını teşhir eden bir muhalefetin anlamı olur mu?
Elbette ki bir anlamı olur. Hatta kesinlikle böyle vakaların peşine düşülmesi, mümkün mertebe teşhir edilmesi gerekir. Ancak asıl mesele, bu deneyimin iş kazası geçirmeyen işçilere nasıl aktarılacağıdır. Zira işçiler kendileri yahut kendilerine çok yakınları yaşamadığı sürece, böylesi deneyimlerin teşhir ettiği çelişkileri görmüyor.

TEKEL direnişine karşı son derece sert sözler sarf ediyorlardı

>>>> TEKEL işçilerinin eylemleri gibi direnişleri Konya?daki dindar emekçiler nasıl karşılıyor?
Benim araştırma yaptığım dönemde TEKEL direnişinin yankıları sürmekte olduğundan görüşmelerde konu sıklıkla TEKEL örneğine geldi. Üzülerek belirtmeliyim ki; Konya?da işverenlerin TEKEL işçilerine ilişkin ifadeleri buradaki işçilerin ifadelerine göre nispeten daha olumluydu, bunlar en azından çoğunlukla hakarete varmayan eleştirilerdi ve TEKEL işçilerinin de bir anlamda ‘AKP öncesi düzenlemelerin mağduru’ oldukları düşüncesi söz konusuydu. Buradaki işçiler ise kendi yaşadıkları çetin piyasa koşullarının sorumlusu olarak patronlarını, devleti, hükümeti yahut ‘sistemi’ değil, devlet kadrolarında istihdam edilen diğer işçileri birinci dereceden sorumlu tutuyor, bu yüzden de TEKEL direnişine karşı son derece sert sözler sarf ediyordu.

>>>> Sendikaya nasıl bakıyorlar?
Sendikal örgütlülük burada çalışma ilişkilerinin göreneksel çerçevesi tarafından dışlanmıştı. Ancak bu kesinlikle sendikal örgütlenmenin hiç olmadığı anlamına gelmiyor. Az sayıda da olsa sendikalı işçi var. Fakat yaptığım görüşmelerde, herhangi bir işçinin ya da işverenin ağzından sendikaya ilişkin olumlu bir sözcüğün çıktığına rastlamadım. Genellikle sendikaların ‘ideolojik’ olduğu, işçilerin hakkını savunmaktan ‘başka amaçlarla’ hareket ettiği, sendikaların ‘özel sektörde etkili olamayacağı’, iş yerindeki sorunların patronla ‘adam gibi’ konuşarak çözülmesi gerektiği, sendikaya gerek olmadığı, sendikal faaliyetin ‘gereksiz sorumluluklar’ yüklediği, hatta sendikaların ‘sadece maden işçileriyle ilgili bir şey’ olduğuna kadar varan ifadeler söz konusuydu.

Muhafazakâr kültürel hegemonyanın emek kontrolü – Mustafa Özeke (EmekDunyasi.Net, 11 Nisan 2012)
TOKAD (Toplumsal Dayanışma Kültür Eğitim ve Sosyal Araştırmalar Derneği) seminerlerinde bu hafta Ahmet Örs?ün İletişim Yayınlarından çıkan Yasin Durak?a ait ?Emeğin Tevekkülü? kitabını tartıştı. Konya Organize Sanayiinde işçi ve işverenlerle görüşmeler yapan Durak?ın kitabıyla ilgili olarak Ahmet Örs?ün aktarıp tartıştığı notlar şöyle:

-Kitap türlü oyunlarla eşitsizliklerin sürdürüldüğü temel iddiasından hareket ediyor. Bu araştırmada ?kültürel hegemonya? kavramı temel alınıyor.

-Son yıllarda eşitsizliği pekiştiren uygulamalar büyük ölçüde neoliberal politikalarla derinleştirilerek yürütülüyor. AKP?nin ?İslamcı? iddialarını kabul etmemekle birlikte kökenlerine tamamen sırt çevirmemesi ve İslamcı grupların aktif desteği nedeniyle bu ?İslamcı? sıfatı üzerinde duruyor. Bu durum İslamcılar açısından önemlidir; deşifre edilmelidir.

-Niçin ?Emeğin Tevekkülü?? Bu başlığı dindar-muhafazakâr işçi sınıfının temayüllerine bir gönderme olarak okuyabiliriz. ?Tevekkül? kavramı, Konya?daki işçi sınıfının temel ilişkiler, eşitsizlikler karşısındaki duruşunu belirler.

-Bu araştırmayı ortaya çıkaran soru; Anadolu sermayesine emek gücü sağlayan ve neoliberal İslamcı bloğun meşruiyet tabanını oluşturan emekçi kesimin tabiiyetini ortaya çıkaran toplumsal bağlamın ne olduğu sorusudur.

-Alan araştırması yapıyor Yasin Durak. Neden Konya? RP?nin dindar tabanının yoğunlaştığı, raylı sisteme varana kadar modernleşmeci-kalkınmacı uygulamasının örneği ve en son %70?lik AKP lehine oy çıkan bir şehir. Konya?da AKP?den önce zaten İslami tüketicilik mevcuttu. Ancak AKP devrinin başlamasıyla bu bütün yurtta olduğu gibi bir dönüşüm, bir proje olarak uygulanmaya başladı.

-Neden kültürel hegemonya? 1980 süreciyle birlikte Türkiye sosyal devletten vazgeçmiş taşeron cumhuriyetine dönüşmüştür.

-RP geleneğinde yoksulluk-dindarlık vurgusu önemliydi. Yoksul kitle dindar siyasetin kendini kurtaracağına inandığı için koşulsuz bağlılık gösterdi. Bugün de egemen olan siyasetin o olduğunu söyleyebiliriz aslında.

RIZAYA DAYALI HEGEMONYA

-Sonuçta bugün Türkiye?de neoliberal İslamcılığın (dindarlık dense daha isabetli olurdu herhalde) olgunlaşmış bir egemenliği söz konusudur. Bu yeni iktidar bloğunun oluşumu 12 Eylül ve 28 Şubat müdahaleleri eksenindeki dönüşümlerle özetlenebilir. 12 Eylül ve 28 Şubat zaten son otuz yıllık neoliberal düzenleyici sürecin müdahil darbeleridir ve bugünün önünü açmıştır.

-Yazar, ?rızaya dayalı hegemonya? kavramını kullanıyor. Bu, bugünü anlamak için önemli bir kavram aslında.

-12 Eylül bunu başaramadı. Rızaya değil, baskıya dayalı bir itaat oluşturdu. Şili?de Pinochet; Türkiye?de Evren darbe yöntemiyle küresel güçlerin istediği neoliberal kapitalist dönüşümü gerçekleştirmek için görevlendirilmişlerdi. Neoliberal dindar iktidar ?rızaya dayalı hegemonya?nın oluşumunu başardı ve ?muhafazakâr demokratlık? ekseninde kitleyi dönüştürdü.

-Bugün emekçi sınıfların ?itaati ve rızası? bu iktidar bloğunun yarattığı tecrübe ve ilişki biçimlerinde yeniden üretilmektedir.

-Bu çerçevede yaşanan ilişki biçimleri işçi sınıfları üzerinde hegemonik kontrolü sağlamaktadır. Neoliberal egemenlik hayata kök salmış İslami ilişkilerin gücünü kullanıyor yani?

-Bugün çalışma ilişkilerinde emek kontrolü, yani işin denetlenmesi gündelik hayatı saran ?kültürel hegemonya? ile sıkı bir ilişki taşımaktadır.

-Emekçiler dini referanslarla yazılı kurallar, sözleşmeler olmadan kontrol ediliyor.

-Dini ilişkiler sayesinde emekçi sınıfın ağır çalışma koşullarına karşı rızası, emekçilerin işverenlere bağlılığı yahut itaati garantili bir şekilde sağlanmaktadır.

-Emeğin sermaye birikimi sürecine entegre edilmesi gerekiyor. Ne kadar canlı emek o kadar artı değer ve sömürü, mantığı kapitalizm için esastır.

KONYA?DA MİLLİ VE DİNİ DUYGULAR KULLANILIYOR

-Konya organize sanayilerinde işletmecilerin çoğu milli ve dini vurguları bir arada kullanıyorlar. Böylece kendi çıkarlarıyla milli ve dini erdem ve çıkarları bir arada kullanıyorlar, bu da yeni bir hegemonik kültür oluşturuyor.

-İşletmeciler, sürekli olarak kendi çıkarlarını (başta işçiler olmak üzere) her kesimin çıkarlarıyla uygun olduğu anlayışını sürekli vurgulamaktadırlar. Böylece sınıfsal çelişkilerin üzeri örtülmek istenmektedir.

-İşletmecilerin ifadelerinde yer alan ?milletin genel çıkarları, İslam âleminin başarısı? gibi vurgular kültürel hegemonyanın oluşumunu gözler önüne sermektedir.

ARAÇSALCI DİNDARLIK

-1980?ler ve 90?larda yaşanan çözülmeler sonrasında ise dini grupların iktisadi faaliyetleri bir ?verimlilik ve kazanç ideolojisi?nin üzerine inşa edilmektedir. Bu doğrultuda yükselen İslami burjuvazinin iktisadi eğilimleri ise dini araçsallaştırıcıdır.

-Dindarlık, emekçileri kontrol işlevi görüyor. İşçi Tanrı?ya karşı sorumluluğuyla patrona karşı sorumluluğunu birleştiriyor.

-İşten çıkarmalar ahlakla gerekçelendiriliyor. Ahlakın normları elbette ki tartışmalı oluyor. İşten atılmalarda ?nankörlük? kavramı öne çıkıyor.

GÜLÜMSEYEN SÖMÜRÜ

-İşçiler genellikle aracılar sayesinde giriyor işe, dolayısıyla bir aile otoritesi işe taşınmış oluyor. Formel ilişki yerini enformel ilişkilere terk ediyor. Sendika sözleşmesi yok, ücret garantisi yok, güvenceli çalıştırma yok.

-İşçiyi ustalığına bakmadan orada oraya götürüyor; bir statüsü yok, her yerde kullanıyor işçiyi, birimden birime kaydırıyor, zamanını ve enerjisini sonuna kadar tüketiyor patron.

-Özal, ?bir elinde Kur?an bir elinde bilgisayar? olan bir gençlik istiyordu. Son neoliberal başbakan Erdoğan?ın burada bilgisayarı tamamen fetişleştirdiğini görüyoruz.

ENFORMEL GÜVENCE

-Konya?da tanıdıkların yanında çalışanlar istenmedik durumlarla karşılaşsalar da bu yolu güvenli buluyorlar. Bu en başta kötü bir şey değildir ancak sözleşme olmayınca problem oluşturabiliyor.

-Allah da zaten Kur?an?da ?yazın? diyor. Sonuçta emeğini satıyor işçi ve bir güvence olmalı. Enformel güvencede sözleşme yok, aracılar ?aman beni mahcup etme, yüzümü kara çıkarma? diye tembihliyor, işe girmesine aracılık ettiği kişiyi. Bu durum da işçiyi sömürüye açıyor tabi.

-Esnek istihdam işçileri enformel ilişkilere mahkum ediyor.

-İş yaşamı iş dışı yaşamdan, çalışma ilişkileri genel sosyal ilişkilerden ve en önemlisi emek kontrolü gündelik hayatın kontrolünden bağımsız değildir. Enformel ilişkiler karşılıklı tavizlerin, uzlaşmaların, riayetin, baskının ve rızanın gerçekleşmesine aracılık ediyor.

HASSAS RİAYET

-Görüşme yapılan işçilerde ?sendika kötü bir şeydir? düşüncesi hâkim. Tabi, bunu anlıyoruz. Sendikal mücadelenin terörize edildiği bir ülkede işçiler sendikalı olmaktan korkuyorlar. TEKEL eylemleriyle ilgili olarak kanaat bildiren işçi ve işverenlerin tamamı bu eyleme karşı olduklarını belirtiyorlar. Hatta terörist bir eylemlilik olarak değerlendirenler de var.

-Bu görüşlerden işçi sınıfının yaşadığı zihinsel sefaleti açıkta ortaya koyduğunu görüyoruz.

-İşçi sınıfının dinsel kavrayışın verili eşitsizlikleri temelinde kültürel hegemonyaya başlıca referanslar şöyle öne çıkıyor: 1-Sabır, 2-Sınav, 3-Şükür, 4-Tevekkül, 5-Kader.

TAVİZ VERME SINIRLARI

-Çoğu kez işçiler hesaplaşmayı ahirete bırakıyorlar.

–Dini referanslarla işçiler üzerinde hegemonya kurmanın kefareti olarak 15-20 dakikalık namaz izinleri var. Ancak bu namaz izinleri zamanla patronların hoşuna gitmiyor. Görüşme notlarında işverenler bazı işçilerin namaz kılmayıp sigara içtiğinden, bazılarının namazı, abdesti uzattığından şikâyet ediyor.

-Enformel güvencenin sigorta primi ödenmediği, maaşların aksatıldığı, iş kazalarının yaşandığı durumlarda yıkıldığını görüyoruz.

FİLLER VE EBABİL KUŞLARI

-Patronlar, eleştiriye tahammül edemiyorlar. İşçiyi sürekli yoğurmak gerekir, diye konuşuyor görüşmelerde bir patron. (Yani köleliği zihinselleştireceksin)

-İşveren karşıt hareketleri yok edecek manipülasyonlar yapar. (Firavunun kavmini ahmaklaştırması gibi) Sonunda problemleri ifade edenleri işten atar. Problemleri ifade eden Resullerin şehirlerden kovulmaları ya da kovma tehdidinde bulunulmaları gibi.

-TEKEL eylemleri, bazı sınıf oluşumları sürecinde muhafazakârlığın aşıldığını, hâkim paradigmanın ürettiği çelişkilerin çalışanlar tarafından fark edildiğini göstermiştir. Burada İsmet Özel?in ?on beşinde bir arkadaş/ inancını savunurken yargıca/ anladı bulana durula akmakta olan şeyi? mısraları hatırlanmalıdır. Mücadele, bambaşka ve etkili bir öğretmendir.

SONUÇ

-Kültürel hegemonyanın her türlü otoritesine karşı sınıfsal çıkarların uzlaşmaz karşıtlığı varlığını korumakta ve mevcut eşitsiz ilişkilerin faniliğini haykırmaktadır.

-Enformellik, kültürel hegemonya yoluyla emek kontrolünü sağlıyor. Aslında işçiler, emekçiler, ezilenler arasında bir ?isyan temayülü? var. Ancak bu nasıl olacak sorusuyla yakından alâkalı bir durumdur.

Kitabın Künyesi
Emeğin Tevekkülü
(Konya’da İşçi-İşveren İlişkileri ve Dindarlık)
Yasin Durak
İletişim Yayınevi / Araştırma-İnceleme Dizisi
İstanbul, Aralık 2011, 1. Basım
144 sayfa

Previous Story

Ülkem Toprağım ve Halkım – Pablo Miranda

Next Story

Ataların Hikâyesi: Yaşamın Kökenine Yolculuk – Richard Dawkins ‘Milyar Yılda Devr-i Hayat’

Latest from Emek Tarihi / Teori

Türkiye’de ilk 1 Mayıs şiiri…

Türkiye’de işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olan 1 Mayıs’la ilgili ilk şiir emekçi kadın şair Yaşar Nezihe Bükülmez tarafından 1923 yılında Aydınlık
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ