Enver Aysever: “Yazıyla iç içe süren hayatı seviyorum.” Söyleşi: Elif Şahin Hamidi

enver-ayseverEnver Aysever, “Yazgıcılar” romanının ardından “Nisan’a Mektuplar” adını taşıyan deneme kitabıyla okurun huzuruna çıktı bu kez. Kızına yazdığı samimi mektupları yine kızı Nisan’ın renkli resimleriyle bu kitapta buluşturmuş Aysever… Enver Aysever, en başat işi “yazmak” olan bir “baba”. Hem de bir kız babası! Kız babası olmanın bir ayrıcalık olduğuna inanan Aysever, “Nisan’ı gözlemlemek bana iyi geliyor. Yaşama ve insana olan inancımı artırıyor” diyor.

Kitap çok öznel gibi görünse de esasında tüm çocuklara -yarının yetişkinlerine- Türkiye’nin bugününü resmediyor. Yaşadığımız çağın gerçeklerini bu içten mektuplarla geleceğe taşıyor. Zira mektup, zamana direnen bir edebi tür. Bu mektuplarda insan olmanın önemine, yaşama tutunmaya, umuda, özgürlüğe dair önemli satırlar var; Mustafa Balbay, Şafak öğretmen gibi ülkemizin acı gerçekleri var… Öte yandan her şeye rağmen hep umut var… Aysever ile Nisan’a yazdığı mektuplar üzerinden Türkiye gündemini, baba olmayı, yazmak eylemini, aidiyetsizlik duygusunu konuştuk…

SÖYLEŞİ: Elif Şahin Hamidi

Kızınız Nisan’ın resimleri ve sizin ona yazdığınız mektupların kavuştuğu bir kitap, Nisan’a Mektuplar. Yazar bir baba olmanın getirdiği bir itki de denilebilir mi bu kitap için? Söz uçar yazı kalır ya; çocuğunuza kalıcı bir armağan bırakmak kaygısı, ölüme meydan okumak dürtüsü diyebilir miyiz?

Bir çocuk sahibi olmak -ki bu sahiplik duygusu kötüdür, biliyorum- yaşama yeniden bakmayı ve sorgulamayı beraberinde getiriyor. Yeni bir durum… Bir süre kendi içinde serüven yaşıyor kişi. Ardından bu yeni hal farklı duyguları derinleştiriyor. Bencillikten uzaklaşıyor insan. O güne dek sözü edilen kimi kavramlar, fikirler bir yanıyla elle tutulur, somut hale geliyor. Zaman zaman yersiz kaygılar da ekleniyor buna. Yazmak, tüm bunlarla hesaplaşmak, kendini bir aynada görüp, ölçmek için en uygun yol. Ben de bunu yaptım. Nisan’la birlikte olmayı öğrendim. Buna bir de Nisan’ın resimleri de eklenince bir kitap oldu. Tüm bunlar öznel gibi duruyor ama değil. Tersine herkes için oldu bu kitap. Ölümle hesaplaşma hali mi? Yazmak bir yanıyla öyledir zaten. Durdurulamaz bir hızla yol alan teknoloji bir yandan insanlığa müthiş kolaylıklar, imkânlar sunarken bir yandan da bazı güzel şeyleri “tarih” olmaya zorluyor. Mektup da bunlardan biri. Bu iletişim çağında artık kimsenin mektup yazmaya ayıracak vakti yok! Ama her şeye rağmen mektubun yeri bambaşka bana kalırsa. Nisan ve onun kuşağı ve de daha sonraki kuşaklar için ne ifade edecek acaba mektup? Bir edebi tür olarak yaşayacağı kesin elbet… Mektup, yazınsal türler içinde önemli olanlarından biri. Hem çok kişisel hem de bugün baktığımızda tersine tarihi veri olarak son derece önemli ve değerli. Hem kişisel tarihimiz, hem toplumsal açıdan. Mektup; yazmak, göndermek, okumak, yanıt vermek ve beklemekten oluşan hayli uzun erimli ve keyifli bir süreç… Sabretmeyi, bilgeleşmeyi besler… Elbette zarf, kâğıt, postacı, pul gibi pek çok olgu yok gibi artık. Ama mektup fikrinin sesi, seslenme anlayışı diri, dipdiri.

Artık kırklı yaşlarınızı sürüyorsunuz. Ve “ölüm” gerçeğiyle ile ilgili sorgulamalarınız derinleşiyor sanırım. Baba olmak da bir parça ölümü sorgulamaya götürüyor insanı, değil mi? Nisan ile birlikte ölümle ilgili düşünceleriniz ne yönde değişti diye sorsam?

Ölümlü olmak üstüne kim düşünmez ki? Esas olan rastlantısal olarak bulunduğumuz ve bizim
tercihimiz olmayan insanlar ve olgularla bir arada olduğumuz süreci bir anlama oturtarak yaşamak. Elbette öleceğiz. Baba olmak, bu sürecin en önemli deneyimlerinden. Bir çocuğu olmasını çok isteyen biri için bir yanıyla da ödül. Hele ki bir kız çocuk. Nisan’ı gözlemlemek bana iyi geliyor. Yaşama ve insana olan inancımı artırıyor.

“Babasından Ayrı Çocuklar Varken” başlıklı mektupta evladından ayrı kalan Mustafa Balbay’dan bahsediyorsunuz Nisan’a ve ülkemizin tüm çocuklarına. Balbay gibi daha birçok gazeteci, aydın evladından, eşinden, yuvasından uzakta… Süresiz tutuklu… Herkesin eli kolu, dili, kalemi bağlı/bağlanmış. Nereye varacak sizce bu tutuklamaların ve tutukluların sonu? Nasıl bir ülke bırakacağız Nisan’a /çocuklara? Türkiye çok acımasız ve vahşi bir süreci sürüyor. İnanılmaz bir gaddarlık, ölçüsüzlük söz konusu. Tutuklamalar, ucu açık yargılamalar, özgürlüklerin sınırlandığı, baskı günlerinden geçiyoruz. Bir hesap görülüyor. Kin var, nefret var ve öfke! Bu süreci yaşarken çocukları unutuyoruz sanki. Tam da bu süreçten doğrudan etkilenen onlar. Taraf olmadıkları bir kavga bu. Dahil olmadıkları… Balbay örneği çarpıcıdır. O yüzden yazdım. Bir çocuk, babasını evinde hiç görmemiş, anımsamıyor. Nedim Şener’in kızına yapılanlar ortada. Nazlıcan Özkan’ın çektikleri. KCK’nın bir dolu isimsiz mağduru var. Balyoz öyle… Bunu bir belge, tanıklık olarak yazmalıydım. Gün gelir, susanlar utanır belki!

İnsanoğlunun yapabilecek olduğu ve yapmadıkları ile ilgili duyduğu suçluluk ve vicdan azabı en büyük acılardan biridir sanırım. Olup biten haksızlıklar karşısında soru sormamak, hiçbirini görmemek, duymamak, bilmemek… Ancak kafalarını başka tarafa çevirmeyip, gören, soran, sorgulayanların başına gelenler de malum. Susturulan, işinden edilen gazeteciler… Neden kimsenin gücü yetmiyor, dur denemiyor bu gidişe?

Aydın olmayı önemserim ben. Bugünlerde bu kavramı kullananlar için geri kafalı deniyor. Doğrusu ben memnunum bundan. Yazarların, düşünürlerin dünyasından; aydınların dik duruşundan etkilenirim. Beklentim büyüktür. Özgür olma savaşı beni umutlandırır ve heyecanlandırır. Bildik türden bir modernleşmeciyim bir yanımla. Hala etik sorunları önemserim. İyiliğe olan inancım tamdır. İnsanlığın serüvenini böyle anlarım. Kimileri bunu nostaljik görüyor, kimi romantik… Dil, din, ırk ayrımı yapmam… Modernleşme süreci yeni vahşileşme çağıdır bir taraftan da! Bunu da biliyorum. Kapitalizmin ne denli aşağılık yöntemleri olduğunu da biliyorum. Böyle ama… Bir yandan insanlık kazanımlar elde ediyor, öte taraftan faşizm kılık değiştirerek ortaya seriliyor. Tüm bunlar karşısında sessiz kalmak zor. Ama herkesten kahraman olmasını beklemek de aptalca. Kahraman olmayı gerektiren bir çağda yaşamak üstüne düşünmeliyiz.

Nisan ile baba ocağınız Antakya’ya yaptığınız yolculuk üzerine bir mektup yer alıyor kitapta. Tek bir sözün bile kulağınıza anlamlı gelmediği o uzak diyar, Türkçe bilmeyen babanız… Siz ve kızınız ise İstanbul doğumlu. “Bazen kökünden kopar insan ve ardından gelen kuşaklar köksüz büyüler. Bir yanıyla güzeldir. Her yer memlekettir, her yan özgürlük. Öte taraftan bakarsın bir yabancılık, yalnızlık gibi durur” diyorsunuz. Bu aidiyet ve de yersiz yurtsuzluk, köksüzlük üzerine konuşabilir miyiz? İnsana kattığı ve alıp götürdükleri üzerine…

Bu soruyu çok zamandır aklımda taşıyorum. Çok sevdiğim dostlarımın olduğu, her metresini iyi bildiğim bir kentte, İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Türkçe duygulanıyorum ve yazıyorum. Ama bu coğrafyanın acılı kaderi var. Dedem Mustafa Kemal sevdalısıydı. Bir ailenin çekeceği türlü ayrımcılıkları yaşamamıza karşın, bu toprak insanıydık ve umudumuz tamdı. Ama her dönem kapıyı gösteriyorlar birilerine. Son Suriye sürecinde o bölge halkının potansiyel suçlu olarak sunulması, düşündürücüdür. Fikrini söylemek mümkün değil bu ortamda. Elbette aidiyet duygum örseleniyor. Kendimi yersiz, yurtsuz, kimsesiz hissettiğim oluyor. Ama bir yazı adamı, düşünen kimse için bu hep böyle değil midir?

Yazmak tedavi edicidir, şifalıdır, iyileştirir insanı. Üstelik sonunda ortaya bir yapıt koymak da gerekmez; dahası yazıyor olmak insanı yazar yapmaz. Remzi Kitap Gazetesi’ndeki denemelerinizde de bu konuya değiniyorsunuz. Ama artık bir yapıtınız varsa yani artık bir yazarsanız biraz daha ürkütücü, tedirgin edici, çokça acıtan bir eylem olmuyor mu yazmak?

Yazmak farklı gerekçelere dayanır. Ama amatörlüğü kaldırmaz. Bu işten para kazanmayı işaret etmiyorum. Yazarlığı bir anlayış, varoluş olarak görmekten söz ediyorum. Kimi zaman mecbur kalır insan bu işe. Bazen tercihidir kişinin. Ama yanıt verdiğiniz an, durum farklıdır artık. Sizin dışınızda yaşantısı vardır onun. Ben yazarlara ve özelikle de roman sanatına inanırım. Belleğimde, güncel yaşamımda yerleri büyüktür. Olmadıkları an, ben sahiden yolumu kaybederim. Başka türlü yaşam bilmiyorum. Yazmak ve okumak yaşamın tamamıdır bence. Tüm bir yaşam böyle sürülebilir. Sadece tedirgin edici değil. Tüm duyguları yaşadığınız bir eylemdir bu.

Enver Aysever’in ilk romanından bu yana kat ettiği yoldan bahsedelim mi biraz da… Sait Faik “yazmasam delirecektim” derken, Turgut Uyar “Palyaço” adlı güzel şiirinde “bitmedi, yazacağım daha/yazmazsam ağlayacağım çünkü” diyor. Enver Aysever yazmasa ne yapardı; hangi dala tutunurdu?

Ben tiyatro yaptım, televizyoncuyum, üniversitelerde ders veriyorum… Başka işlere de girdim, çıktım. Görüyorum ki hepsi kitaplarla ve yazmakla ilgili. Demem o ki; eğer bu tadı almışsam, alışkanlığı edinmişsem başka türlü düşünemem. Yazıyla iç içe süren hayatı seviyorum. Konuşmayı da severim bu arada… Kitaplar olmasa bilge konuşmacıların izini sürerdim. Yazıyı bilmesem, anlatıcı olurdum…

“Yazgıcılar” romanınızla ilgili bir söyleşinizde, “Bütün ilk romanlar güzeldir. Samimidir. Anlatmak istenen çok mesele bulunur. Bunun devamıysa zordur” diyorsunuz. Anlatacak mesele bulmak konusunda sıkıntı çekmiyor sanırım Türk yazarı. Zorluk nereden kaynaklanıyor?

Elbette geleneksel anlatılar bir öykünün izini sürmekle oluşuyordu. Oysa yeni biçimler gelişiyor, deviniyor ve dönüşüyor roman. Salt konu bağlamında bir değerlendirme doğru olmaz. Bence çağdaş roman felsefe yapmanın, imge sanatını kullanmanın alanı. İlk roman cesaret gerektirmez. Bilmediğiniz bir deneyimdir. Ama ikinciyle birlikte yeni bir kaygı süreci başlar. Artık yapıtınızla aranızda ve kendi tarihinizle ilintili başka bir süreç başlar. Ben üçüncü romanımı yazmaya koyuldum şu sıralar ve Eylül’de iki deneme kitabım çıkacak, yazmak ve yazarlık üstüne. Diyeceğim; her an yazmak/yazarlık üstüne okuyan, düşünen, notlar tutan, akıl yürüten, kavga eden biriyim…

Not: Bu söyleşi, Temmuz 2012’de Aydınlık Kitap Eki’nde yayımlanmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir