Erki Yeniden Üreten Direniş Modelleri
“İçeriği olmadan düşünceler boşturlar, kavramlar olmadan sezgiler kördürler” E. Kant

Bazen korkularımız yüzünden haksızlıklara karşı çıkamayız. Bu bir şeyden yoksun bırakılma ya da o şeyi sonsuza kadar kaybetme korkusudur. Korkuların mutsuzluk imgemizle kökensel bir ilişkisi var. Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır, o da korkularımız yüzünden haksızlıklara karşı çıkmamış olmak.

Demem o ki, bir şeyden yoksun bırakılma ya da o şeyi sonsuza kadar yitirme korkusuna rağmen haksızlığa direnmek, korku yasasının sürekliliğini kesintiye uğrattığımız bir istisna anının bilgisini bahşeder bize.

Bu bilgi aynı zamanda her yerde yayılım göstermekte olan erk ile çatışacak bir direniş alanına işaret eder. İşte özgürlük dediğimiz şey tam da bu direniş alanında inşa edilen bir şeydir. Demek ki, erk korku yasasıyla kendini yeniden üretirken, insan hürriyetinden yoksun bırakılma korkusunu yendiği anda özgürlüğü üretiyor.

Özgürlük hissi direniş uğrağında bir tanıklığa dönüşüyor. Bu tanıklıkla gelen episteme (bilgi, anıklık) gelecek için güçlü bir ileti ile kendisine çağrı çıkartan güçlü bir çekim alanı da içerir. İnsan işte bu çekim alanı içinde “vicdan” denen şeyi de inşa eder.

İktidarın sonsuz bir el değiştirme içinde yine de biricik güç merkezi olarak kalmasını sağlayan şey bence ebedi bir boğuşma içerisinde birbirine kenetlenmiş iki güreşçi imgesi algısını yayabilmeyi başarmasıdır. Erk özneyi, güç dengelerinin asimetrik olduğu, neredeyse sonsuz boğuşma alanları içine çekerek kendini yeniden üretir.

Oysa erke karşı direniş alanlarının yeri sokak çatışmaları, polisle boğuşma vs. değildir. Zulme tanıklık etmektir; zulme tanıklık etmek, erkin kullandığı şiddeti teşhis ve teşhir etmeyi gerektirir. Tanık burada olayın bileşeni olmaktan çok, olayın tarafıdır; izleyici olarak dışsal ama zulmün hedefi kurban olması açısından da içseldir.
Özneyi sonsuz boğuşma alanlarının içine çekmeyi başaran erk, dolayımlayıcı olarak ya ideolojiyi ya da metafizik vasıflarla donatılmış kutsalları kullanır ve buradan açığa çıkan nefreti ödünç alır.

Oysa bir alt kimlik olarak ideoloji eksikli bir inşadan ibaret bir şey. İdeoloji aidiyeti perçinleyen sadece bir duygulanımdan ibarettir. Ütopyalarda açıldığı varsayılan yarığı tek başına onaramaz.

İktidar bazen çatıştığı özneyi de aynı tuzağın içine çeker. Dolayımlayıcı ideolojiyi bir model olarak kullanan özne erk ile boğuştukça daha çok özgürlük yanılsamasına kapılır, oysa dolayımlayıcı ideoloji bazen özgürlüğe ulaşmak için bir engeldir, yani bir model olduğu kadar ona ulaşmayı engelleyendir de. Erk önce engelleyenin rakip olarak konumlanmasına neden olmuş, onun varlığını dilemiş, sonrasında ise onun yenilmesini istemiştir.

Bulanık suya baktığınızda içinde balık olduğunu ümit edersiniz, ancak duru ve berrak suda balık ya vardır ya yoktur.

İşte sözünü ettiğim özgürlük yanılsaması, ideolojilerle sanki suyun daha berrak göründüğüne dair inançtan kaynaklı bir yanılsamadır; özgürlük nosyonunun anlam artığına dönüşen, tortu bir özgürlüktür.

İktidarın türlü tezahürleriyle her karşılaşma, eş zamanlı olarak kendi kimliklerimizle de bir karşılaşma halidir. Kimlik hapishanelerinden kurtulmadan başka bir siyasallığın olanağını bulmak mümkün görünmüyor.

Erk araç olarak kullandığı şiddeti, beynin subliminal algı kapasitesine yaslanarak bilinçaltına ufak dozlar halinde gizli olarak gönderir. Özneye olayın ya da bütünün bir parçası olmadığı yanılsaması verilir. (Örneğin meralara apartman dikilmesiyle eti pahalıya yemek arasındaki bağı çözemeyen kişinin toplu konut hamlesini desteklemesi gibi). Olayın hakikati ancak olayın içinden geçene, tanığa açılır. Bütün de kendisine ilişkin bilgiyi sadece parçalarına bildirir.

Böylece dünyayı deneyimleme tarzımız tepkilerimiz üst üste binmiş bir söylemler ağı aracılığıyla değişir. Zamanla egemenin siyaset yapma biçimini onaylayan bir direniş geleneğine bağlanırız. Demem o ki direnişin iktidarı tehdit etme olasılığı olduğu kadar onu yeniden üretme tehlikesi de vardır.

İktidarı başka bir biçimde yeniden oluşturmak için imha etmek yerine, onu tümüyle ve sonsuza dek imha ederek yeni bir tarihsel çağ açma olanağını sunan ve bunu devrimci bir süreç olarak tasarlayan paradigmadan söz ediyorum; kiminiz buna hemen anarşizm yaftası takacak.

Ben her türlü yasa koyucu program ve erki reddeden devrimci hareketi kastediyorum, efendisini değiştirme talebi olan bir kölenin tutumunu değil de köleliği tümden ilga etmeyi amaçlayan anarşist bir eylemlilikten söz ediyorum.
Anarşizmden değil, yasa koyucu şiddetle yasa koruyucu şiddet arasındaki sahte diyalektiği kıran bir devrimci eylemlilikten söz ediyorum.

Birçok devrimin sonradan gasp edilip sistem içine absorbe edilmesinin asıl nedeni yasa koyucu şiddetle yasa koruyucu şiddet arasındaki bu zımni ittifaktır. Bürokrasiye karşı direndikçe onu daha da ele geçirilmez hale getiren şey, Josef K’nin mantığını Şato’nun (Kafka) varlığından alan yasa koyucu bir direniş mantığıyla bürokratik oligarşiye direnmesidir, onunla mücadele ederken giderek ona benzemesidir.

İktidara karşı direniş modellerini Türkiye’deki siyasal gündem bağlamında düşündüğümüzde bir iki cılız akım dışında hepsinin, protagonistleri Josef K’yi andıran kahramanlar ile yasa koyucu bir mantıkla erkle mücadele ettiklerini görürüz.

Tahakküm döngüsünü kesintiye uğratan türden bir direniş modelinin eksikliği biraz da sol yapılanmaların Stalinci geleneğinden kaynaklanıyor.

Demokrasi mücadelesini biteviye bir hesaplaşma veya sonsuz bir boğuşma eşliğinde düşünen intikamcı gelenek erkin minderinde güreşen bir siyasettir, bense bırakın erkin gösterdiği alanda güreşmeyi, güreşmenin kendisini ret eden bir eylemsellikten söz ediyorum.

En gerekli şeyin delirmemek olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu çağ hedonist bir çağ olma savında ama arzunun akışkanlığını kesen bir toplumsallığı da var. Yaşamdan beklediğiniz tüm arzular tek kullanımlık tüketim ideolojisinin yönlendirmesiyle bu arzulara kavuştuğunuz an sönüyor. Böylece, isteklerin tutsağı olan insanoğlu, iksion’un çıkrığına ebediyen bağlanmıştır; o artık bitimsiz bir susuzluğun kemirdiği bir Tantalos’tur o.

Çağdaş devrim, belirsizliğin devrimidir. Paranın radyasyonuna maruz kalan bir bedenin hakiki metastazı içimizden paragöz bir faşisti açığa çıkarıyor ve bu faşist sistemin patolojisinden gizlice zevk alıyor.

Haksızlık ve zulüm ile ruhumuzdan sökülen yerden kalan boşluğu ortaklaşa yas sürecinde öğrendiğimiz yeni dil içinden duyumsamaya çalışıp ortak kolektif yazgılar inşa edebilirsek bir kurtuluşumuz olacaktır. Çünkü geleceğin zamansal şeması, şimdinin nesnel olarak içerdiği yıkıcı bir ihtimali de barındırır. Bu ihtimali göz ardı etmeden zamanın olasılıklardan oluşan bir sis bulutu olduğu gerçeğiyle, ama ona karşı karşısavlar üreterek bir gelecek şeması çizmek mümkün.

Her şeyi, matematiksel bir mükemmellikte açıklayacağım derken, küsuratları ihmal etmiş, kısacası Pi’yi üç kabul ederek hidayete ermeye çalışan bir insan türü var. Oysa dünyayı tanrının baktığı açıdan matematiksel bir mükemmellikte algılamaktan vazgeçmeliyiz.

Sömürü ve sınıf çelişkileri bağlamından kopardığımız her şey, dilencinin ayağı ucuna atılan paraya benzer: verilen sadaka, duyduğu acıların sürüp gitmesini sağlayabilmek ve dilencinin hayatını biraz daha uzatmaktan başka bir işe yaramıyor.

Medya İktidarın heryerdeliğinin en önemli araçlarından biri. Günümüzde medyanın viral bir gücü vardır ve zehirleyiciliği de bulaşıcıdır. Bedenlerin ve zihinlerin sinyal ve görüntülerle yayıldığı bir kültürün içinde bu kültürün en güzel sonuçları yaratmış olması gibi en öldürücü virüsleri de yaratmasına neden şaşırıyoruz?

İktidarın heryerdeliğinin, (Michel Foucault) her yerde mevcut ve mutlak olduğu savının arkasında bence gerçekte eksikli ve sınırlı bir iktidarın iktidarsızlığını gizleme telaşı yatıyor.

İktidarın bir türlü kesintiye uğramamasının nedeni heryerdeliği değil, bu heryerdeliğin sanki mutlakmışçasına, sonsuzca işletiliyor oluşudur; buradaki hiledir.

Şüphesiz iktidar halka ütopyaların hala mümkün olduğu bilgisini unutturmayı hedefler ve bu unutuşu mümkün kıldığı oranda iktidarını tahkim eder.

Sosyalizmden falan vazgeçtik ancak laikliğin kemirilmesini seyrederek iktidara yeni bir işgal bölgesi daha sunmuş olmuyor muyuz? İşgal edilen bu yeni alanın adı mahremiyettir, özel hayattır, kendi evinde bile şortla dolaşamamaktır.

Bir Bakan’ın “Türkiye’de içki yasağı yoktur” demecini, her yere yayılmışlığını kendisi tarafından istila edilmemiş bir yeri varsayarak gizlemeye çalışan bir iktidarın yanıltıcı, hileci söylemi olarak okudum.
Vicdanımız süreç odaklı manipülatif bir şiddete her gün küçük dozlar halinde maruz kalıyor, geriye utanç kalırsa umut da hala olacaktır.

Josef Kılçıksız
Tampere üniversitesi, Felsefe anabilim dalı

Eylül 2017, Finlandiya

Previous Story

Kan Ağlayan İstasyon – Müslüm Kabadayı

Next Story

Gözde Demirel: “Umut ve mücadele her zaman var.”

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ