Biz burada tamamen iktisat ile ilgiliyiz. Ancak eşitlik ve mülkiyet aynı zamanda hukukun da konusu. Eşitlik genel olarak olumlu karşılanır. Çağımız insanlar arasındaki eşitliğin temel değer olduğu bir çağdır. Eşitsizlik hoşnutsuzlukla karşılanır. Eşitliğin elde edilmesi ve sağlanması hep ilk sıralarda yer alır. Hukuk düzeni açısından kanunlar herkes için aynı olan metinlerdir. Eğer kanun kendi içinde tanımladığı bazı kesimlere ayrıcalıklar tanımıyorsa kanun önünde herkes gerçekten de eşittir. Ayrıcalıklar söz konusu olduğunda ise, bu tanımın içerisinde kalanlar yine eşittirler. Kanunlar genelde konumu zaten avantajlı olan kesimlere ayrıcalık tanımaz. Bu pek kabul görecek birşey değildir. Genelde engelliler vb gibi dezavantajlı kesimler için ayrıcalık tanımları yapılır. Hatta bu durum genel eşitlik ilkesinin ihlali anlamına geldiği oranda zihinlerde çelişki de yaratır. Modern çağımız bir önceki çağın ayrıcalıklarının yıkılmasını temsil eder ve bir eşitlik mücadelesi ile oluşmuştur. Bu yüzden aslolan eşitliktir. İstisnalar bile yani dezavantajlıların kollanması bile eşitlikçi bir mantığın ürünüdür. Tam bu noktadan iktisat alanına girebiliriz. Hukuksal eşitliğin gerçek hayatın eşitsizliklerini gideremediği açıktır. Dezavantajlıların, talihsizlerin durumu iktisadi eşitsizlikler üzerinden gündeme gelir. Engelli olanların iktisadi geri kalışları onların suçu değildir, doğal bir sonuçtur. Ayrıca onlar herkes için zorunlu olmayan harcamalar yapmak durumunda da kalırlar. Bu yüzden engellileri herkesle eşitleyecek ama daha avantajlı konuma geçirmeyecek hukuksal düzenlemeler her zaman gündeme gelir. Bu düzenlemelerin içeriği ve yeterliliği hep tartışma konusu olur, olmak zorundadır. Talihsizler açısından ise sigorta ya da kamu yardımı yine hukuksal düzenlemelerin konusu olmak zorundadır. Çok pahalı tedavileri gerektirecek hastalıklara yakalanmak bireyin elinde değildir. Bireyin iktisadi gücünü aşabilecek böyle durumlar için bir yaklaşım geliştirilmez ise sonuç yıkıcı olabilir. Kamu yardımı ya da sigorta sistemi bireylere eşitsiz haklar tanıyan yöntemlerdir. Bu yöndeki hukuksal düzenlemeler de belirli tanımlar çerçevesinde kişilere eşitsiz haklar tanırlar.

Tüm bunlar mutlak hukuksal eşitliğin doğru bir eşitliği sağlayamayışının ürünüdür ve hukuk böylece eşitsizliklere geçit vermek zorunda kalır.

Şimdi buradan iktisadi eşitlik konusuna geçelim. Bizim açımızdan iktisat değer ile ilgilidir, değer ise emek ile ilgilidir. Emek ise her zaman somut bir emekçinin emeğidir. Eşitliği sağlamak için herkesin eşit süre çalıştığını ve herkese eşit bir gelir sağlandığını varsayalım. Herkesin gereksinim ve harcamaları farklı olduğu oranda bir süre sonra herkesin farklı bir zenginliğe sahip olacağını tahmin etmek zor değildir. Talihsizlerin durumunun sigorta sistemi yoluyla devre dışı bırakıldığını varsaysak bile sonuç böyle olacaktır. Zaten sigorta sistemi iktisadi eşitliği fiilen bozar. Ama yine de eşitlik amacını taşır. İlla zenginlik açısından bir eşitlik sağlanmak istenirse bu dışsal bir zorlamayla sağlanabilir. Kurgumuz gereğince ihtiyaçları az olup zenginleşenlerin fazlalarına el koyup diğerlerine dağıtmak suretiyle eşitlik sağlanmaya çalışılabilir. Bu müsadere ve yeniden eşit dağıtım ise eşit ücret ilkesinin bozulmasıdır. Tabi mülkiyet hakkının da bozulmasıdır. Ancak bu yola eşitliği tesis etmek için girmiştik. Bir kez daha eşitsizlik, eşitliği sağlamanın yolu oldu. Bu durumun adil olmadığıda aşikardır.

Konuya bir başka açıdan daha bakalım. Eşit ücretler alıp eşit süre çalışanlar bu sırada eşit yoğunlukta çalışmayabilirler, ayrıca emekleri eşit değer üretmiyor olabilir. Karmaşık örnekleri bir kenara bırakıp basitleştirirsek eşit süre çalışan iki kişiden biri kendi yeteneği icabınca iki katı ürün yaratıyor olabilir. Bu farklılık karmaşık ve vasıflı emek söz konusu olduğunda çok daha büyük de olabilir. Böyle bir durumda eşit ücret iktisadi açıdan eşitsiz ücret olur. Daha çok üreten, günün bir kısmında daha az üreten için çalışmış olur. Bu eşitsizliğin yaratacağı sonuç ise herhalde herkesin kendi katkısını kısma yönünde olacaktır. Daha az katkıda bulunarak aynı sonuç elde ediliyorsa, niçin daha çok katkı yaratılsın ki? Bu eşitsizlik emekçilerde emek süreci içerisinde kendi yetenek ve emeğini kendi hesabına harcama eğilimleri doğuracaktır. Demekki böylesine yararsız olan eşit ücret her bakımdan eşitsizliktir. Daha ötesi akıldışı ve problemlidir. Sosyalizm pratiklerinde böyle deneylere girişilmiş ve sürdürülememiştir.

Biz şimdi eşit ücretten hemen vazgeçelim. Herkesin emeğiyle oranlı bir gelire sahip olmasını kabul edelim. Hatta vasıf farklarını da işin içine katalım. Bu durumda herkes kendi yetenekleri doğrultusunda ve harcadığı emeğin büyüklüğüyle koşut bir gelire ve zenginliğe sahip olacaktır. Bunun sonucunun zenginlikte eşitlik olmayacağı açıktır. Böyle bir durumun içerisine talihsizlerin ve engellilerin korunması anlamına gelen eşitleyici bir eşitsizlik uygulamasını da dahil edelim. Şimdi muhtemelen herhangi bir kriz olmaksızın, herkes eşitsiz olacaktır. Ancak böyle bir durumda bile bir eşitlik durumu vardır. Herkes ürettiği değer ile eşit bir gelire sahiptir.
Hangi eşitliği tercih etmeliyiz? Biz makul olanın sonuncusu olduğunu düşünüyoruz. Aslında başka seçenek de yoktur. Makul olan eşitsizlik ve aynı zamanda makul olan eşitlik böyle olabilir. Peki güncel yaşam bize ne tür pratikler sunmaktadır.

Kapitalizmin sunduğu iktisadi eşitlik/eşitsizlik modeli de küçük bir farkla bu örneğe uygundur! Kücük fark kişilere emeğin ürettiği değerin değil ama, emeğin değerinin ödeniyor olmasıdır. Bu durum her emekçinin ürettiği değerden artan bir kısmın sermaye sahibinin hesabına geçmesi anlamına gelmektedir. Böylece çok doğal bir biçimde en yetenekli emeğin bile erişemeyeceği kadar büyük bir zenginlik kapitalistin hesabında birikebilmektedir. Peki ne diyebiliriz. Biz zaten eşitsizliği kabul etmiştik. Bu durum sadece nicel olarak daha büyük bir eşitsizlik sonucunu vermektedir. Elbette bir yöntem farkı sözkonusudur. Peki ne yapalım? Emek ürünü zenginlik farklarına evet, sermaye ürünü zenginlik farklarına hayır mı diyelim. Peki ama bu durumda modern sanayinin gerektirdiği devasa işletmeler nasıl kurulacak. Emek ürünü zenginliğin böyle büyük değer birikimleri sağlamaları olası değildir. Eğer herkesin kendi emeğinin ürünü bir zenginliğe sahip olmasını en adil yöntem olarak kabul edersek, sanayinin yani emeğin değer üretmesinin zorunlu koşullarından birinin nasıl yaratılıp geliştirileceğini cevaplamak gerekir.
Denebilir ki kapitalizm insanlığın ilk hamlesini yapmasını sağlamıştır. Şimdi bu duruma müdahale edebiliriz. Üretim araçlarını toplumun kollektif mülkiyetine geçirerek ve sanayinin geliştirilmesi için gereken yatırımlarıda emeğin üretiminden ayırdığımız değerlerden sağlayarak sorunu çözebiliriz..

Sosyalizmin sunduğu örneğe böylece gelmiş oluyoruz. Sosyalizm örneğinde emekçi çalışarak belirli bir değer üretecek, bu değerin içinden ihtiyaçları için gerekli miktarı yine emeği ile oranlı olarak alacak. Geriye kalan ürün üretimin geliştirilmesi için kullanılacak. Sonuçta hem herkes emeğine göre kazanacak, hem sanayi gelişebilecektir. Sosyalizmin klasik çözümünün mantığı budur. Çözülen sosyalizm deneyimleri temelde bu işi yapmıştır. Emeğin ürünü olmayan zenginliklere son verilmesi işi böylece başarılmıştır. Sermaye, yani değerini artıran değer olgusu da bu deneyimler içinde büyük oranda gündemden düşürülmüştür. Üretim araçlarında özel mülkiyete son verilmesi ile sermaye mantığı için yer kalmaz. Üstelik bu çok basit bir biçimde gerçekleşmiş olur. Sayısız kişinin yani kapitalistin mülkiyetindeki üretim araçları tek bir merkezde toplanmıştır. Şimdi elde edilen tüm artı bir kamu otoritesinin elinde toplanmış ve kamu yararı gözetilerek kullanılmasının önü açılmıştır. Bu otorite tüm dezavantaj durumlarını telafi edecek sigorta mahiyetindeki tüm uygulamaları da tüm kaynaklar kendisinde toplandığı için rahatlıkla yapabilir. Gelirin emeğe göre dağılımı bazı zenginlik farklarına yol açsa bile buna katlanmak gerekir. Daha yetenekli ve çalışkan olmak yasaklanamayacağına göre bu problemin çözümü yoktur, ya da bu problemi çözmeye gerek yoktur. Ayrıca üretim araçlarının tüm mülkiyetinin tek bir merkezde toplanmasının üretimi planlama konusunda önemli avantajlar barındırdığı da söylenebilir. Eşitlik adına yola çıkmıştık. Epey ilerledik. İnsanlık bunları hem tartıştı hem de uyguladı. Bugün vardığımız yerde kapitalizm pratiği kendisini devam ettiriyor. Sosyalizm pratiği ise dünya çapında bir bozunmaya uğradı. Hatta kapitalist uygulamanın hakim olduğu ülkelerde önemli oranlardaki üretim araçları kitlesinin, kamu otoritesi altında toplanmasını sosyalizan bir gelişme olarak görürsek, bozunmanın ölçeği çok daha büyük olmaktadır. Kamucu örneklerdeki bozunmalar özelleştirme olarak tezahür ettiler. Bu gelişmeler karşısında söylenebileceklerden birisi, yirminci yüzyıl içinde ulaşılmış çözüme yakın gibi görünen pratiklerin bir dahaki sefere daha sağlam bir siyasi otorite tarafından ve daha nitelikli bir biçimde yeniden üretilebileceğidir. Genelde de bu söylenmektedir. Sürece tepki olarak verilen mücadeleler esas olarak kamu mülkiyetini, kamu hizmetini yeniden gündeme getirme yanlısı, metalaşma karşıtı bir karekterde sürmektedir.

Şimdi konuyu tartışmak için biraz geriye gidelim ve ultra-emperyalizm kavramına geri dönelim. Reel sosyalizmin pratik bir olgu haline gelmesinden önce mülkiyetin sınırlı sayıda kapitalistin elinde, hatta tek bir kapitalistin elinde toplanmasıyla da sosyalizmin mümkün olabileceği gündeme getirilmişti. Bunun pratikte olanaklı olup olmadığı tartışılmış, kapitalizmin evriminin buraya varabileceği hayal edilmişti. Gerçekten de bir ülkedeki üretim tek bir mülkiyet altında toplandığında bu kapitalistin çıkarı ülke çıkarı olacaktır diye düşünülebilir. Hatta zaten tüketiminin sınırlarıda bir insan olarak belirli olduğuna göre bu kapitalistin faaliyeti kendi çıkarı da olmamış olacak ve üretimin en iyi şekilde yürütülmesi konusunda sosyalist bir iktidardan çok farklı bir eğilim de gösteremeyecektir. Sosyal uygulamalar toplumu memnun edecek bir biçimde düzenlendiği taktirde herşey kurgulanan sosyalizm örneğine uyacaktır. Elbette birileri çıkıp bahsi geçen kişinin şahsi mülkiyetinin meşruiyetini sorgulayabilir. Ardından bu mülkiyetin büyük bir kitle tarafından paylaşılması gündeme gelebilir. Böylece yine bildik kapitalist yönteme tekrar dönülmüş olur. Tüm bu süreçler emekçilerin katılımı ile yaşanabileceği gibi, onların ilgi alanından uzakta da yaşanabilir.

Sosyalist, ultra-emperyalist ve kapitalist modeller ard arda gündeme gelebilir. Geçişler emekçilerin maddi durumunu etkilemediği sürece sancısız olabilir. Geçişlerde emekçilerin bazı sorunlarına çözüm imkanı da görünüyorsa kitle katılımı elbette olabilir. Bu üçünden dönüşmesi en zor olan kapitalist modeldir. Çünkü nüfusun küçük bir yüzdesini oluştursa da, mülkiyet sayısız kapitalist arasında dağılmış durumdadır. Bu mülkiyete kamu adına el konulması çok özel durumları gerektirir. Sosyalist iktidarlar bunun imkansız olmadığını ama zor olduğunu göstermiştir. Sosyalizm modelindeki kollektif mülkiyet ise siyasal bir sürecin ardından kolayca kapitalist özel mülkiyet şekline dönüşebilmektedir. Aynı durum kamucu yaklaşımın hakim olduğu kapitalist modelde de geçerlidir. Özelleştirme süreçleri çıkarları bozulanlar varsa yavaş, çıkarları bozulan kimse yoksa hızlı bir biçimde yaşanabilir. Siyasi iradenin mevcut yapılanmayı sürdürme ya da çözme konusundaki kararlılığının ve yeteneğinin belirleyici önemde olduğu artık deneyimlerle sabit hale gelmiştir.

Kapitalizm elbette kriz döngülerine sahiptir ve emekçilere ihtiyaçlarının tatmin edici düzeyde karşılandığı bir yaşam imkanı tanıyacak zengiliği üretebiliyor olsa bile bunu en azından krizler nedeniyle istikrara kavuşturamaz. Bu yüzden sosyalist iktidarın çeşitli radikallikteki biçimlerine zaman zaman geçit vermek zorunda kalacaktır. Ve yine doğal olarak bu sosyalist iktidarlar tarif ettiğimiz biçimde kırılgan yapılar olacaktır. Sosyalist iktidar kapitalizmin zorunlu bileşeni olan kısmi proleterleşmeyi (mülksüzlüğü) neredeyse mutlak bir düzeye yükseltmektedir. Bu yüzden kapitalizmin temel koşulu olan proletaryayı hazır bir vaziyette tutmaktadır. Elbette devlet ve siyaset mekanizması aracılığı ile bu proletaryanın mülksahibi olduğu teorik olarak iddia edilebilir. Sonuçta toplam hasılanın toplumun toplam çıkar ve ihtiyaçlarına hizmet etmesiyle bu proletaryanın proleter olmayan bir proletarya olduğu pratik olarak da söylenebilir. Ancak bu proletarya verili haliyle mülkiyeti ile doğrudan bir ilişkiye sahip değildir. Ara mekanizmalar çözüldüğünde farkında olmadığı mülkiyetini de yitirecek üstelik bunu hiç hissetmeyebilecektir. Bunu belirli bir yoğunluktaki bir çözeltiye benzetebiliriz. Çözelti denge durumunda doygun halde durmaktadır. Küçük bir sarsıntı ile kristalize olabilecektir.

Biz eşitliği özetle tartıştık. Emek ürünü olan zenginlik farklarını ve bu anlamda eşitsizliği kabullendik. Bu eşitsizliğe eşitlik gereğince evet dedik. Ardından bir tür eşitlik olan bu eşitsizliğe de şerh koyduk. Bireysel dezavantaj durumlarını korumaya alacak bir sigorta yaklaşımını ve eşitsiz hukuku benimsedik. Buralara da eşitlik adına geldik. Hem hukukun, hem iktisadın eşit olması için bir tür eşitsizlik olması gerekti.

Şimdi mülkiyet ile eşitlik arasındaki ilişkiyi inceleyelim. Biz eşitsizliğe baktığımızda onu önce emek eşitsizliği olarak sonra da mülkiyet eşitsizliği olarak görüyoruz. Bizim vardığımız noktada yani eşitlik bir tür eşitsizlik olarak tezahür ediyordu. Bu eşitliğin bir tür eşitsiz mülkiyet sonucunu doğurması da gerekir. O halde mülkiyetleri eşitlemeye kalkışırsak eşitlik adına gerekli bulduğumuz eşitsizliği de yok etmiş oluruz. Peki böyle yapmayıp sadece özel mülkiyeti reddedersek ne olur? Tüm mülkiyeti kollektif hale getirirsek bireyleri mülksüzlükte eşitlemiş oluruz ve bundan kimse avantaj elde etmediğine göre bu gerçek eşitlik olarak da görülebilir. Ama mülk bir değer birikimdir ve değer emek ürünüdür. Biz herkesin emeğine göre bir gelir elde etmesini yani eşitsiz geliri kabul etmiştik. Şimdi mülkün bu kaynağı mülk eşitsizliğini yeniden yaratmaya başlayacaktır. Ne yapabiliriz. Düzenli olarak emekçilerin bireysel tüketimlerinden artan değerleri kollektif mülke katacak bir çare bulmalıyız. Ama gelirler ve ihtiyaçlar eşitsizdir. Çok yeteneği olup çok gelir elde eden çok az ihtiyaca sahip olabilir. Emeğe görelilik ilkesini terk edemeyeceğimize göre tüm artan değerleri kollektif hale getiremeyeceğiz demektir. Yani özel mülkiyeti tamamen ortadan kaldırabilmek için emeğe göre gelir ilkesini de terk etmemiz gerekecektir. O halde eşitliğe uygun kollektif mülkiyet mutlak olamaz. Doğru bir eşitlik özel mülkiyetin devamını gerektirir. Sosyalizmin klasik çözümü üretim araçlarında özel mülkiyete son vererek bir anlamda üretim aracı olmayan şeyler için özel mülkiyete izin vermektedir. Böylece hem kollektif hem de özel mülkiyet felsefi vargımızla uyumlu olarak varlığını sürdürmektedir. Ancak basit bir soru ciddi bir çelişkiyi gündeme getirmektedir. Hangi madde üretim aracı, hangisi değildir? Örneğin otomobil tüketim aracıdır. Ama bir yandan da üretim aracıdır. Transport üretiminde kulanılır. Şimdi otomobil ya özel mülkiyet olmamalıdır, ya da otomobil ile birilerini taşımak yasak olmalıdır. Bu ise akıl dışıdır. Demekki eşitliğin sağlanması adına koyduğumuz kollektif mülkiyet kuralı ya istisna ile bozulmak durumundadır ya da hukuki zor ile sürdürülebilecektir. Yasaklar onları aşma iradesini varsayarlar ve aşma iradesini dengeleyecek bir iradeyi de yani devleti de gerektirirler. Halbuki ideal olan aşma iradesinin konu dışı olması, böylece karşı iradenin de gereksiz olmasıdır.

Ayrıca kollektif mülkiyet genel yönetimi ve siyaseti davet eder. Siyasetin varolmaması için, sorumluluğuna teslim edilecek kollektif değerin de olmaması gerekir.

Şimdi kapitalizmin yarattığı eşitsizliğe bakalım. Emekçiler emeklerinin niteliği, süresi ve yoğunluğu ile uyumlu bir gelir elde ederler. Bu uyum eşitlik adına en ideal olanıdır. Elbette dezavantaj durumlarını telafi edecek sosyal uygulamaların kusur düzeltici fonksiyonu devrede olmalıdır. Her emekçi ürettiği değerin belirli bir kısmına sahip olabilir. Artan değer yani artı-değer üretim araçlarının sahibi olması dolayımı ile kapitaliste aittir. Üretim araçlarının belirli bir değeri vardır ve kapitalistin elde ettiği artı-değer mülkiyetindeki değerin bir fonksiyonu gibi görünür. Sahip olunan mülkiyetin değeri, kendi değerini artıran değer olarak sermaye adını alır. Kapitalist kendi mülkiyetindeki üretim araçları sayesinde artı-değeri mülk edinir. Artı-değer ise birikerek üretim aracına dönüşür. Bu yüzden kapitalistin mülkiyetinin kaynağı artı-değerdir. Sermayesi dönüşmüş artı-değerdir. Sistem kendiliğinden işleyişinde sermayeyi yeniden üretir. Emekçiler üretim araçlarından yoksundur. Bu yüzden emeklerinden bir parça olan artı-değeri üretim araçları sahiplerine terketmek durumundadır. Ancak onlar bu artı-değeri terkettikleri için üretim araçları onlardan ayrı olmaya devam eder. Emekçiler ihtiyaçları için yeterli değeri elde edebildiklerinde varolmaya devam edebilecekleri için, sistem bir yanda emekçileri üretir, bir yanda sermayeyi üretir. Kapitalizm üretim araçlarından yoksun bir kitleyi kendiliğinden bir mekanizma ile üretirken, kendi temel koşulu olan artı-değerden vazgeçebilen emekçileri de yaratmış olur. Emekçilerin yaşamak için artı-değere ihtiyacı yoktur. Kapitalizm nüfusun önemli bir bölmesini giderek mülkiyetten arındırır. Mülkiyeti emekçilerin karşı kutbunda kapitalistlerin elinde biriktirir. Bu emek araçlarının gelişmesi ve yetkinleşmesi için güçlü bir etki yaratır. Kapitalizm bu yüzden insanlığın üretken gücünün gelişmesi için imkanlar yaratmış olur. Tüm bunlar kapitalizmin yarattığı eşitsizliğin ürünüdür. Eğer mülklerin bu bir elde toplanışını, adaletsiz bulur da ortadan kaldırmak istersek, mülklerin yeniden dağılımını organize edebiliriz. Bu türden bir adaleti sağlamak ise o kadar kolay değildir. Çoğu üretim aracı öylesine büyük değerdedirki, bir emekçinin payına bu kadarı düşmez. Emekçiler ancak aynı mülk üzerinde paylara sahip olurlarsa doğru bir dağılım yapılabilir. Böyle bir ortaklık sözkonusu olduğunda, zaten hisse senedi gibi bir imkan olduğunu hatırlamak zor değildir. Mülkiyetin tabana yayılması şeklinde bu türden yaklaşım için siyasal savunular çokça yapılmıştır. Emekçilerin ellerindeki payları satıp tüketmeleriyle yine eski düzene yani emekçilerin ücretli, pay sahiplerinin de kapitalist olduğu modele geri dönülmüş olacaktır. Emekçinin ürettiği değer gerekli-değer (ücret) ve artı-değer (kar) olarak bölündüğü sürece labirentin içindeki bütün yollar kapitalizme çıkacaktır. Bu çözümsüz bir bilmece midir? Elbette ki hayır!
Biz mutlak eşitliğin eşitsizlik olduğunu saptamıştık. Gerçek eşitliğin, yada adil olanın herkesin emeğinin ürününün sahibi olması olduğunu söylemiştik. O halde çözüm çok basittir. Emekçi ürettiği değer ne ise onu elde etmeli bundan tükettiklerini tüketmeli, kalanları ise kendi mülkiyetinde tutabilmelidir. Kendi mülkiyetinde tuttuğu şeyler ise üretim ve tüketim araçlarının ya doğrudan, ya da dolaylı mülkiyeti olmalıdır. Emekçi ürettiği değerin tümünü alıkoyduğu için üretim araçlarının pay sahipliğinden herhangi bir gelir elde edilmesi olanaksız olacaktır. Bu payların sahipliğinin ne işe yarayacağı ise gayet açıktır. Emekçi böylelikle zorunlu ve keyfi değer birikimini sürdürmüş olacak. Birikimler gelir imkanı anlamına gelmediği için, sermaye sahipliği değil, değer sahipliği anlamına gelecektir. Eğer emekçiler üretimdeki yetki ve pozisyonlarını ellerindeki payları aracılığı ile elde ediyorlarsa bireyler arası tüm tabiyet ilişkilerinin son bulacağını tahmin etmek zor değildir.

Kimsenin yardıma ihtiyacı yoksa, kimse bir başkasının yetkisine tabi değilse ve herkes kendi konumunu yeteneği ve emeğinin ürünü payları aracılığı ile elde ediyorsa bireyler arası biat ilişkileri imkansızlaşacaktır. Muhtemelen bu koşulların temel değeri kendini geliştirmek olacaktır. Sermayenin pratik olarak ortadan kalkması kapitalizmin aşılması demektir. Peki bu sosyalizm midir? Yeni bir tarihsel dönemi adlandırmak biraz da pratik bir konudur. Keyfi de olabilir. Ama dönemin temel karekteristiğinin adlandırmaya kaynaklık etmesi en olası durumdur. Bu açıdan kapitalizmden sonraki tarihsel evrenin, sosyalizm yerine produktivizm olarak anılmasının daha olası olduğunu söylemek istiyoruz. Ortaklığı ya da birleşmeyi çağrıştırdığı oranda komünizm de uygun bir adlandırma olabilir. Bu durum biraz da pratik bir konudur. Somut tarihsel süreçlerin özgün adlandırmaları da olasılık dahilindedir. Geleceği adlandırma konusunda çok acele etmeye de gerek yoktur.

Bir okuma önerisiyle sözlerimize son vereceğiz.

İmmanuel Wallerstein reel sosyalizm deneyimlerine hep olumsuz yaklaşan bir marksist olmuştur. Kapitalizmin geçiciliğine olan inancını ise hep sürdürmüştür. Bugün 80 yaşlarındadır ve önümüzdeki elli yıl içerisinde bir dünya sistemi olarak kapitalizmin ortadan kalkacağını düşünmektedir. Yerine geçecek sistemin nasıl birşey olduğuna dair bir fikri olmasa bile herkesi girilen yaratıcı dönemde düşünmeye davet etmektedir. Kendisi her ne kadar geliştirdiği küçük önerileriyle yüzyıllık yanlış pradigmanın ağlarından kurtulamamış olduğunu kanıtlıyor olsada çağrısının ve güçlü sezgisinin dikkate alınması gerektiğini düşünüyoruz. Reel sosyalizmin kapitalizmi aşma adına önemli bir gelişme olduğunu kabul etmek gerekiyor. Kapitalizmin nasıl aşılamayacağını bu deneyimler kanıtlamıştır. Aşmanın başka bir şekilde olacağına ilişkin sezgisiyle Wallerstein’ın çabalarını hoşgörüyle karşılamak gerekiyor. Kapitalizmin aşılması için şartların olgunlaşmakta olduğu fikrine katılmakla birlikte, wallerstein’in ekolojik maliyetler, kar sıkışması vb. gibi başlıklar üzerinden girdiği beklentilerin pek yerinde olmadığını düşünüyoruz. Bu türden konular kapitalizm için yaşam meselesi haline geldikleri anda sistem içi çözümlere kavuşacaklardır. İmmanuel Wallerstein’ın dilimizde yayınlanmış kitaplarını esin kaynağı olması dileğiyle tavsiye ediyoruz.

Suat Kamil Aksoy

Previous Story

Kirlenmeyen Şiirin Şairi: Özdemir Asaf[*] – Temel Demirer

Next Story

Anadolu’nun Altın’daki Tehlike (Kışladağ’a Ağıt) – Özer Akdemir

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ