Espas – Selma Sancı

Halen bir Cağaloğlu emektarı olan Selma Sancı, birbirini tamamlayan öykülerinde insani hemen yakalayan sıcak, yalın, anlatacağını içtenlikle anlatan bir dille, yok olup giden dönemlerin üretim tarzlarının kayda geçmelerini sağlıyor, rotatifleri, mücellitleri, mürettipleri, hurufatı hatırlatıyor.

Aynı zamanda uzun bir ara (espas) vermeye hazırlandığımız dönemin, 1980 öncesinin bütün karmaşasını duyumsatırken, Kadıköy’e, Adalar’a da uzanıyor.

Onun kaleme aldıklarındaki sihir, hayatımızda yer etmiş, hiçbir zaman dikkat etmediğimiz ayrıntılara yer vermesinde yatıyor, gözlem gücü bu ayrıntılarda ortaya çıkıyor.

Espas, tedirgin bir dönemi ve basımevlerinde, tekstil atölyelerinde çalışan insanların hayatları üzerinden anlatan ustalıklı bir dönem romanı.

“Çoğu genç, kızlı erkekli işçiler, sırayla formaların üstünden birer birer alarak masanın etrafında tek sıra halinde dönüyor, ellerinde biriktirdiklerini duvara dayalı yığının üstüne götürüyor, sonra tekrar masanın üstünden formaları toplayarak bir ayindeymiş gibi ağır ağır deviniyorlardı. Koyu gri önlükleriyle hepsi birbirine benziyordu. Yüksek tavandan sarkan uzun zincirlerin ucundaki çıplak ampullerin yetersiz ışığında, ağır ağır hareket eden böcekler gibiydiler.” (Tanıtım Bülteninden)

Bir zamanlar Cağaloğlu’nda – Sennur Sezer
(14/09/2012, Radikal Kitap Eki)
Selma Sancı, 12 Eylül’e koşar adım ilerleyen günleri anlatıyor Espas’ta. Romanın ana semti Cağaloğlu. Kahramanlar ise matbaalarda, çorap ve giyim atölyelerinde çalışan insanlar.
Bir zamanlar, bize dün gibi gelen yirmi beş yıl kadar önce, Cağaloğlu, İstanbul ?da basılan ve hemen hemen tüm Türkiye ?ye dağıtılan günlük gazetelerin, aylık, haftalık dergilerin, geçmişleri yüz yıl öncesine uzanan yayınevlerinin semtiydi. Yıllar önce Türkiye ?nin ilk kız lisesinden çıkıp yokuşu inerken yokuştaki kitabevlerinin vitrinlerine, şekerci camekânına takılıp kalmış çocuk açgözlülüğüyle bakar, bir gün bu dükkânlardan birinde çalışıp bütün bu kitapları parasız okuma düşleri kurardım.
Kitapçılığın ve basının kalbinin attığı bu semte ulaşmak oldukça kolaydı. Trenle Sirkeci ya da vapurla Eminönü?ne gelip yokuşu çıkmak vitrinler önünde oyalanarak dinlenme fırsatı verirdi. Çemberlitaş?tan, Sultanahmet?ten yürümek de olasıydı. Cağaloğlu ya da Babıali deyip geçtiğimiz semt kendi içinde de bölümlere ayrılırdı: Türbe, Nuruosmaniye, Yerebatan, Türkocağı Caddesi, Vilayet, Ankara Yokuşu, Cağaloğlu Yokuşu. Cağaloğlu Yokuşu Sirkeci?yle noktalanırdı. Cumhuriyet gazetesinin bulunduğu Türkocağı Caddesi?yse trikotaj ve hazır giyim atölyelerinin, çorapçıların bulunduğu Yeşildirek?e açılırdı. Bu birbirine benzemez üretim dalı çalışanları aynı taşıtları kullanmak yüzünden çoğunlukla birbirlerini tanırlar. Hiç değilse ?göz aşinası? olurlardı. Bazen çevredeki büfeden büyük, lokantadan küçük doyum evlerinin, sandviç ve sahanda yumurta da yapan bakkalların müşterileri öğle tatillerinde ?kokmaz/belli olmaz? inancıyla bir iki bardak bira başında söyleşirlerdi.
Cağaloğlu özetlediğim biçimiyle artık yok. Bir belediye reisi bu semtin Kapalıçarşı?ya alternatif olmasını uygun görüp matbaacılarla, gazete patronlarıyla, yayınevi sahipleriyle konuştu. Gazetelere, yayınevlerine, basım evlerine şehrin değişik bölgelerinde yerler ayırdı. Ve yüzyılları arkasında bırakmış şehrin kendisi kadar eski bir kültür bölgesi kimlik değiştirdi.
Gazeteler taşınmaya hazırlanırken bir teknik değişim de yaşandı. Dizgi makineleri, sayfa yapımları ortadan kalktı. Dizgiciler, mürettipler de. Matbaa bölümünde çalışanların yoğurtla korunmaya çalıştıkları kurşun buharı da, harf kasaları da kayboldu. Bilgisayar öğretilen/öğrenenler dışındaki teknik ekip emekli edildi, işlerine son verildi. Kısacası yeni binalara gitmedi.
İnançlar yiterken…
Bütün bunlar 1980?in 12 Eylül ?ünden epey sonra gerçekleşti. Basımevlerinde, gazetelerdeki teknik yenileşmenin/değişimin bir benzeri atölyelerde de yaşanmıştır mutlaka. Ancak bu değişim çalışan sayısını etkilemedi.
Selma Sancı, 12 Eylül ?ün koşar adım ilerleyip gerçekleşmesi için düzenlenmiş/kurgulanmış olayların gölgesindeki günleri anlatıyor ilk romanı Espas?ta. Romanın ana semti Cağaloğlu. Kahramanlar, matbaalarda, çorap ve giyim atölyelerinde çalışıyorlar. Yolları Adalar?a da düşüyor, İzmir ?e de. Kimilerinin arasında sevgiye benzer bir şey filizleniyor, kimisi yan yana bile gelemiyor. Birbirinden farklı kişilerin ayrı sonuçlar verecek öykülerinin birbirlerine değdikleri yerlerden eklemlendirilerek yapılan düzenlenmesi bir şehrin insanlarının darbe öncesi tedirginliğinin romanını oluşturmuş. Roman epey seyrek dokulu, ama bu seyreklik bir eprime duygusu vererek insanların birbirine inançlarını yitirmelerinin başlangıcının da izlerini taşıyor.
Espas matbaacılıkta ?boşluk?,?aralık? demektir. Eski tip dizgilerde bu boşluğu sağlamak için harflerin, sözcüklerin ya da cümlelerin arasına yerleştirilen harflerden daha kısa ve küçük metal çubuk da aynı adı taşır. Bugün bilgisayar destekli grafik tasarımında ?aralık(lı)? anlamında kullanılır.
Birdenbire kaybolanlar!
Sendika dergilerinin, örgütlenmeye çalışan kültür emekçilerinin hapishane mektuplarının sahicilik duygusu verdiği anlatımın her zaman çok iyi olduğunu söylemek, ne yazık mümkün değil.
Nebile, üniversite sınavlarının sonucunu beklerken bir matbaada çalışmaktadır. Bir seminerde tanıştığı öğretmen Tahir ile aralarında sıra dışı duygulara kaymakta olan bir dostluk doğmuştur: ?Tahir birdenbire ortadan kaybolmuştu, haftalardır görünmüyordu, aklına hep kötü şeyler geliyordu. Böyle düşünme diyordu kendine ama korkuyordu, ya gelemeyecek durumdaysa. Daha da önemlisi ya kimsenin bundan haberi yoksa??
Nebile, Tahir?in Ankara ?daki ablasına mektup yazar. Bu mektuba cevap gelmesi için bir posta kutusu kiralar. (Ev adresini vermekten korkar, Tahir?in başı dertteyse kendisinin de izleneceğine inanmaktadır.) Her sabah uğradığı Büyük Postane?deki kutuyu boş bulmak da onu ümitsizliğe sürüklemektedir: ?Dışarı çıktığında yağmur dinmişti. Süklüm püklüm işin yolunu tuttu, postanenin sokağından Cağaloğlu?na çıkan caddeye döndü. Yokuşu tırmandıkça sanki rüzgâr hızlanıyor, eli cebindeki küçük anahtarın soğukluğuna değiyor, içine bir üşüme geliyordu. Islak kaldırım taşları, yanı sıra akan kalabalık, her şey, her ayrıntı ona üzüntü veriyordu.?
Bir genç kızın yeni arkadaş olduğu birini görememesine bu kadar üzülmesi bir an okuru şaşırtabilir. Ama biraz sonraki, ?otobüs duraklarının taranması? ile ilgili cümle normal günlerde olunmadığını vurgulayacaktır.
Öğrenci ve öğretmen derneklerinin basıldığı, orada rastlanan herkesin gözaltına alındığı, bir takım karanlık kişilerin örgütlenme önderlerini izlediği, öğretmenlerin nedensiz sürüldüğü günler anlatılıyor. 12 Eylül ?ün habercisi günler. Patronlar akıllarına estiği gibi kimi işçilerin işlerine son veriyorlar. İşlerine son verilenler ağzı laf yapan, çevresi kalabalık kişiler, bazen arkadaşlarına okumaları için şiirler de getiriyorlar:
?Onun getirdiği şiirleri hatırladı, satırlarının yarısı kırmızı, yarısı siyah, bazı harfleri delinmiş, mavi pelür kâğıtlara daktiloda yazılmış şiirleri.? Bu tanım Nâzım Hikmet ?in 1960?larda el altından dağıtılan şiirlerini hatırlatıyor. Demek 1980?e doğru yasaklar yeniden hortlamış.
Ben bir anlatıdan görüntü hatırlarsam başarılı sayarım yazarını. Espas?tan şu görüntü kaldı bende. Tedirginliğin loşluğundaki bir güneş lekesi gibi: ?Tahir?le sabah güneşinin altında ya da alacakaranlıkta denizin durmadan değişen rengini, ışıklarını seyrettiklerini hatırladı. Kimi zaman vapur yanaşırken bir karabatak belirir, sağını solunu kollar, pervanelerden ürküp biraz uzağa uçar, ansızın kaybolurdu, sonra birdenbire dipdiri çıkardı. Tahir?in tedirgin yüz hatları yerini ferah bir gülümsemeye bırakırdı.?

Kitabın Künyesi
Espas
Selma Sancı
Sel Yayıncılık / Edebiyat Dizisi
 İstanbul, Eylül 2012, 1. Basım
126 s.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir