Evrimde geç kalmanın sıkıntıları – Aydın Çubukçu

Hepsinden önce Gaia vardı.

Düzensiz boşluktan çıkmış, kendisini, evreni ve tanrıları yaratmıştı. Kendini-doğurandı. Göğü, dağları ve denizleri doğurmak için de öteki cinse ihtiyacı yoktu!

Yüksek dağları yarattı sonra,

Koyaklarında tanrılar oturan dağları.

Sonra denizi yarattı, ekin vermez denizi:

Azgın dalgalarıyla şişen Pontos’u

Kimseyle sevişip birleşmeden yaptı bunu.

Hesiodos’un Theogonia adlı kitabında, bütün ölümlü ve ölümsüzlerin “sağlam tabanı” olarak tanımlanan ilk yaratıcı, dişiydi. Tıpkı, Hesiodos’tan binlerce yıl önce yaşamış Anadolu ve Mezopotamya halklarının ilk tanrıları gibi, o da kendinden doğuran, evrenin oluş sürecinde başkasına ihtiyaç duymadan kendi işini gören bir Ana idi. Kibele gibi, ondan yaklaşık üç dört bin yıl önce tapınılan, doğanın ve insanların başlangıcı ve sürdürücüsü olarak kabul edilmiş tanrıça gibi…

Bugüne kadar, uzak geçmişe dair bilinenler, insanın ilk tanrılarının yeryüzünün her köşesinde dişi olarak tahayyül edildiğini gösteriyor.

Bu inancın kaynağını insanın insan oluş sürecinde bulabileceğimizi, antropolog Evelyn Reed’den öğreniyoruz.

Kadının Evrimi1 adlı çok önemli eserinde Evelyn Reed, Dünya’da yalnızca son altı bin yıldır ataerkil düzen görüldüğünü, daha önce bir milyon yıl boyunca, toplulukları kadınların yönettiğini, bitkileri ve hayvanları evcilleştirenlerin, çömleği yapanların, dokumayı icat edenlerin, ilk “doktor” ve “bilim insanlarının” kadın olduğunu güçlü kanıtlara dayanarak ileri sürüyor. Toplumsallaşmanın başlangıcında da onlar var ve görülüyor ki, erkek cinsini evcilleştirenler de onlar. Kısacası, evrim basamağında kadınlar erkeklerden önce insanlaşmaya geçiyorlar. Erkeklerin, sürekli olarak av ve savaş işiyle uğraşmaları karşılığında, kadınlar analık işlevleri dolayısıyla korunaklı ve güvenli bir yerde görece uzun süre kalmak ve yerleştikleri yeri bir merkez halinde örgütleyebiliyorlar. Orada birlikte çalışıyorlar, savaş ve av dışında kalan hayati işleri yürütebilmek için yarattıkları araçlar dolayısıyla da toplumsal hayatın merkezinde bulunuyorlardı. Yavrularını topluca koruyorlar, bunun için sıkı biçimde dayanışıyorlardı.

Kuşkusuz, bugün olduğu gibi binlerce yıl öncesinde de, inançları inşa etmek, büyü ya da sağaltıcı hizmetler uydurmak onların bildiği işlerdi. Doğanın “gizli” güçlerini keşfetmeye çalışmak için en çok onların sebepleri vardı. Her şeyden önce ve her şeyden daha önemlisi, yavrularının açlıktan, hastalıktan, hayvanların saldırısından ölmesini istemiyorlardı. Yakın zamanlarda bazı arkeologlar, sanat tarihçileri ve antropologlar, ilk mağara resimlerini de onların yaptığını düşünmeye başladı. Böylesi akla ve bulgulara daha yakın duruyor. Tıpkı Gaia söylencesinde olduğu gibi, her şeyi doğuran ve bunu yalnız başına yapan oydu ve mağara duvarlarını boyamayı akıl etmek de ona yakışırdı.

Ve erkek sahneye girer!

Egemen cins olmak için bir milyon yıl beklemiş olmanın intikamı acı oldu.

Silah üstünlüğünü, av ve savaş tecrübesini elinde tutan erkekler, toplumsal basamakları tırmanmaya başladıklarında belki de en güçlü direnişi yerleşik inançlarda gördüler. Kadınların en önemli silahı, doğayı daha derinden tanımaları ve onu soyutlayarak yeni algılayış ve kavrayış biçimleri geliştirmiş olmaları olmalıydı. İdeolojik üstünlük onlardaydı; erkek cinsi tanrılara uzun zaman dokunamadı. Kabul etmek gerekir ki, çok ıstıraplı bir süreç yaşadılar. Gaia’yı, Kibele’yi yerinden sökmek kolay değildi.

Sümer mitolojisinde, erkek tanrılarla kadın tanrıçalar arasındaki savaş önemli bir yer tutar. Marx, mitolojinin nisanın toplumsal hayatının ve insan ilişkilerinin bir yansıması olduğunu söylemişti. Gerçekten dünyanın neresinde olursa olsun, hangi kavmin, hangi uygarlığın ürünü olarak doğmuş olursa olsun, bütün efsaneler, karşılığını hayatta bulan simgelerle örülmüştür. Kadın tanrıçalar ve erkek tanrılar arasındaki savaş, yalnız Sümer’de değil, antik Yunan’da, Hint ve Çin mitolojisinde de bir biçimde mutlaka vardır.

İki cins arasındaki egemenlik savaşının, göklerin hâkimiyetini ele geçirmek için mücadeleye eşitlenmesi, toplumsal bellekte ve toplumsal tahayyül düzeyinde, kökleri çok eski zamanlara uzanan ve insanın tarihi içinde yüzbinlerce yıl sürmüş olan bir “sınıf mücadelesi”nin izleri olarak kabul edilebilir.

Pek çok tapınak heykelinde ve kabartmalarda, boğazlanan, ezilen kadın tanrıçalar görülür.

Buna, kadın tanrıçaların erkek tanrılara karşı entrika, hile, ihanet yollarının kullanıldığı bir mücadelenin efsaneleri eşlik eder.

Tek tanrılı dinlerin tümünde kadını egemenlik altına almanın kurallar belirlenirken, bu uzun ve silinemez geçmişin etkili olduğunu varsayabiliriz.

Avrupa’da yüzlerce yıl sürmüş olan pagan katliamlarının başlıca hedefinin, ağırlıklı olarak büyücü ve cadı kadınlara yönelmiş olmasının nedenini de burada bulabiliriz.

Yüzbinlerce yıldan söz ediyoruz. Kadın cinsinin iktidarının bulgulara göre milyon yıl sürdüğü söylenebiliyor. Kökleri primatlara kadar uzanan doğal bir iktidarın, toplum haline gelmenin, bitkileri ve erkekler dâhil hayvanları evcilleştirmenin ödülü olarak kendilerine en yüce yaratan unvanını da almışlardı.

Sonuçta, yeryüzündeki iktidarlarını kaybeden kadınlar, epeyce direnseler de, gökyüzündeki iktidarlarını da kaybettiler. Kuşkusuz, bugün yaşadıklarımızı, hâlâ sürüp giden bir iktidar savaşının sonucu olarak görmek doğru olmaz. Arada yaşanan büyük özel mülkiyet gerçekliğinin doğuşunu ve toplumsal sınıflara bölünme faslını atlayarak, tarihsel hikâyenin bütününü okumuş olamayız.

Bir erkeğin bir kadını öldürmesinin pek çok nedeni olabilir ve bu esas olarak ceza yasalarının konusu olur; ama bunun toplumsal bir sorun halini almasına yol açan bir salgın halinde ortaya çıkmasının, yalnızca bireysel suç mekanizmaları içinde anlaşılması olanağı yoktur. O yüzden, çok haklı ve yerinde olarak kadın cinayetlerinin iktidarın doğasından başlayarak, toplumsal ve ideolojik kaynaklarla ilişkisini kurmaya çalışan bir arayış içindeyiz. Özellikle ülke koşulları nedeniyle, neredeyse bir toplumsal cinnet görüntüsü veren bizim ülkemizde, kadın cinayetlerinin bu kadar çok ve en üst düzeyde “canavarca” biçimler kazanarak ortaya çıkmasının temel nedeni, kuşkusuz baskıcı her iktidarın, en baskıcı yüzünü en ezilenlere göstermesidir. Uzak yansımalar, dolaylı etkileşimler yoluyla, sonuçta kabak kadının başında patlıyor. Zaten her ilişkisi sorunlu olan erkeği, bir de içinde yaşadığı koşullar zıvanadan çıkarınca en kolay hedef olarak, en yakınındaki kadını seçmesi adeta kaçınılmaz hale geliyor. Bunu yönlendiren, kışkırtan ideolojik baskılanma gözle görülür haldedir.

Gökyüzü iktidarının önemi burada kendisini gösteriyor. Kadını mülkün bir parçası haline getiren toplumsal ilişkilerle beslenen köleleştirme eğilimi, sonuçta onun üzerinde öldürme dâhil her türlü tasarrufu meşru, anlaşılır ve gerekli kılıyor. Geçmişi, erkeğin evcilleştirilmesine kadar uzanan bir inanç sisteminin bunda rolü olduğu görmezden gelinemez. Ama söz konusu olan, özellikle son günlerde bazı çevrelerde dile getirildiği gibi özel olarak İslamiyet değildir. Kadını “terbiye etmeye” özel önem vermek diğer dinlerin de karakteridir. Tapınacağı varlığın erkek ya da ona yakın bir şey olduğuna inanan her düşünce biçimi, sonuçta aynı davranışları meşru görür. Hıristiyanlığın karanlık tarihi, işkenceyle, yakılarak, boğularak öldürülmüş kadın cesetleri üzerinde yükseliyor. Burada, herhangi bir inanç, şu ya da bu kutsal gelenek değil, bütün bir insan tarihinin birikimleri rol oynamaktadır.

Bazen erkek saldırganlığının kökeninde avcılık ve savaşla hayata başlamış olmasının izlerini görenler olabiliyor. Evely Reed’in söylediklerinden farklı değildir bu; ama bunu evrime geç başlamış olmanın sonucu olarak ifade etmek daha açıklayıcı görünüyor. Kadınların zekâları, erkekleri çılgına çeviren ayrıntı düşkünlükleri, nesnelere ya da insanlara bağlanma tarzları, öfkelerini ya da sevgilerini gösterme biçimleri, vs. vs. neredeyse onların başka bir tür olduklarını düşündürecek kadar kendilerine özgüyse, evrimin sürüp giden izleri üzerinde daha fazla düşünmekte fayda var.

Tersinden bakarsak, erkeğin daha da insanlaşabilmesinin yine kadına bağlı olduğu sonucuna ulaşırız.

İçinden geçmekte olduğumuz koşullarda, kadının artan siyasal ve toplumsal rolünün böyle bir işlevi önemli ölçüde üstlendiğini görüyoruz. Uzak geçmişimizde doğayla kurduğu ilişkinin özelliklerini, şimdi toplumla, siyasetle kurdukları ilişki üzerinde kullandıklarını ve insanlığın daha da ilerlemesini kendi tarzlarında gerçekleştirmeye giriştiklerini ileri sürebiliriz.

Bize erkeklere gelince, milyon yıllık gecikmeyi telafi edecek bir yolu ancak büyük bir toplumsal devrimin bütün alanları kucaklayan dönüştürücü gücünde bulmayı umabiliriz.

1 Evelyn Reed, Kadının Evrimi- Anaerkil Klandan, Ataerkil Aileye, çev. Şemsa Yeğin, Payel yayınları,

AYDIN ÇUBUKÇU
02 MART 2015, http://www.evrenselkultur.com/

Previous Story

Türkiye’de erkeklik ve iktidar – Cenk Özbay

Next Story

“Orkestra Şefi” – Onur Bayrakçeken

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ