Felsefenin Temel İlkeleri – 15. Ders / Üretim: üretici güçler ve üretim ilişkileri. Georges Politzer

Felsefenin Temel İlkeleri, Georges Politzer’in 1935-1936 ders yılında İşçi Üniversitesi’nde verdiği derslerin, öğrencileri olan Guy Basse ve Maurice Caveing tarafından geliştirilerek ve onun imzası altında Principes fondamentaux de philosophie (Editions Sociales, Paris, 1954) adıyla yayınlanmıştır. Georges Politzer (1903-1942), insanlık düşmanı Naziler tarafından 23 Mayıs 1942’de kurşuna dizilerek katledildi.
Dördüncü Bölüm: Tarihsel Materyalizm
Onbeşinci Ders / Üretim: Üretici Güçler Ve Üretim İlişkileri
I . Toplumun maddi yaşam koşulları.
a) Coğrafi ortam.
b) Nüfus.
II . Üretim tarzı.
a) Üretici güçler.
b) Üretim ilişkileri.
III . Üretim araçları mülkiyeti.
IV . Üretim tarzının değişmesi, toplumlar tarihinin anahtarı.
V . Vargı.
I. Toplumun Maddi Yaşam Koşulları
Bu incelememizin üçüncü bölümünde toplumlar tarihine uygulanan diyalektik materyalizmin sonuçlarının neler olduğunu gördük, özellikle, toplumun manevi yaşamının, toplumun maddi yaşamının koşullarını nasıl yansıttığını inceledik.
Burada, karşımıza bir soru çıkıyor: “Tarihsel materyalizm bakımından, toplumun maddi yaşamının koşulları denilince ne anlamak gerekir?” Maddi koşullar, yani insanların iradesinden bağımsız olarak varolan ve toplumun gelişmesi için gerekli olan koşullar pek çoktur ve aralarında karşılıklı etki vardır.
“Öyleyse, toplumun maddi yaşam koşulları sistemi içinde, toplumun çehresini, toplumsal düzenin niteliğini, (sayfa 307) toplumun bir düzenden ötekine doğru gelişmesini belirleyen başlıca güç hangisidir?”[1]
Bazıları bunun coğrafi ortam olduğunu, bazıları da nüfusun artması olduğunu savunurlar. Yani coğrafi alınyazı ya da nüfusbilimsel (demographique) alınyazı.
Demek ki yoksulluk içindeki toplumun, yaşamak için, ancak iki çözüm yolu olabilirdi: ya göçebe kabilelerin yaptıkları gibi yer değiştirmek ve yeni topraklar elegeçirmek; ya da Eski Ispartalıların[2] yaptıkları gibi, insan soyunu iyileştirme (eugenisme) yoluyla nüfusu azaltmak ya da işe yaramayan boğazları, yaşlıları, sakatları, hastaları, bazı ilkel kabilelerin yaptıkları gibi kendi halinde yokolup gitmeye bırakmak.
Fetih savaşı ve halkların yığın halinde yok edilmeleri her iki çözüm yolunu birleştiriyor. İnsan soyunu iyileştirme ve özellikle akıl hastalarını yok etme, hitlercilerde, pratikte olduğu gibi teoride de, “yaşam alanı” öğretisi ile birlikte gidiyordu. Aynı barbar tezler, şimdi de Birleşik Devletler’de çiçekleniyor.[3]
Bu tezler, insanı, hayvan derekesine düşürür. Bir hayvan türü, belirli besin kaynaklarına sahip, belirli bir yüzölçümü olan bir yerde yaşarken, türün dalgalanmalarını önceden bilmeyi sağlayan “nüfus yasaları” kurulup yerleşir. Besin eksikliği, farklı bir besin tüketmek zorunluluğu, ya türün ortadan kalkmasına, ya da türün değişikliğe uğramasına neden olabilir.
Ama insan, hayvan değildir: çalışır ve doğaya karşı savaşım verir. Diyalektiği unutmayalım: bir yanda doğa, öte yanda insanlar diye bir şey yoktur: her biri alında yazılı bir etki oluşturmak üzere şurada coğrafya, burada biyoloji diye de bir şey yoktur. (sayfa 308)
Yeryüzünü kendi kullanımına göre değiştirmiş olan insanlığın binlerce yıllık pratiği, bu fikri yalanlamıştır.

a) Coğrafi ortam.

Coğrafi ortam, toplumu çevreleyen doğa, iklimiyle, doğal kaynaklarıyla, ulaşım kolaylıklarıyla, toprağıyla kuşkusuz, toplumun maddi yaşamının zorunlu ve sürekli bir koşuludur. Elbette ki, toplumun gelişmesi üzerinde etki yapar, onu kolaylaştırır ya da yavaşlatır. İngiltere’de maden kömürü çıkartılmasındaki kolaylık, ülkede sanayinin gelişmesine yardım etti. Tersine, kurutulması gereken bir bataklık bölgesinin, ya da sulamayı gerektiren bir çöl bölgesinin varlığı, ya da petrol bulunmayışı vb., bir ülkenin gelişmesini engelleyen çevre koşullarıdır.
Ama coğrafi ortamın etkisi, belirleyici değildir. Bunun kanıtı, toplumdaki değişikliklerin coğrafi ortamdaki değişikliklerden çok daha çabuk oluşmasıdır. Eğer coğrafi ortam, toplumların tarihi üzerinde belirleyici bir etki oluştursaydı, coğrafi ortam esas olarak aynı kaldığı sürece, toplumların da aynı çizgileri korumaları gerekecekti. Oysa, üçbin yıl içinde, Avrupa, dört, hatta beş değişik toplumsal düzen tanıdı: ilkel komün, kölelik, feodal düzen, kapitalizm ve sosyalizm. Bu zaman içinde Avrupa’nın coğrafi koşulları hemen hemen değişmedi.
Tersine, coğrafi ortamdaki değişmeler için belirleyici olan toplumsal düzendir. Antikçağdaki kölecilik, Akdeniz havzasındaki toprakları tüketti ve insanları Gal ülkesinin zaptına ve yeni topraklar açımına itti. Hollanda ticaret burjuvazisi, modern zamanların başlangıcında, ülkesinin bir kısmını denizden kazandı. Serbest ticaret kapitalizmi, İngiltere’de buğday tarlalarını hayvan yetiştirmeye özgü çayırlar haline getirdi; kapitalizm, Avrupa’nın birçok bölgelerini tümden ormansızlaştırdı, böylece su baskınlarını kolaylaştırdı; işlenebilir toprakları kısırlaştırdı ve Birleşik Devletler’de birçok bölgeleri tüm çöle çevirdi. Tersine, SSCB’de (sayfa 309) sosyalizmin büyük şantiyeleri, çölleri verimli hale getiriyor, ırmakların akışını başka yöne çeviriyor, iklimi düzeltiyor; öncü bilim, toprakların gelişim yasalarını inceleyerek; kutuplar tarımını yarattı, ünlü “kara topraklar”ı yeniden canlandırdı ve çevrenin doğal görünümünün evrim yasalarını buldu.[4] Çin’de, halk demokrasisi, büyük ırmakların yıkım getiren su baskınlarına son verdi.
Gerici sınıflar, büyük kamu afetlerindeki sorumluluklarından kurtulmak için, “coğrafi ortam”a başvururlar. Ama, Hollanda’da bentlerin 1953 yılında yıkılması, gerici burjuvazinin bu bentlerin bakımı için savaş bütçesinden bir metelik olsun kısmak istememesindendir; eğer Yunanistan’da bütün halk, yer sarsıntıları karşısında, İtalya’da su baskınları karşısında yardımsız, eli-kolubağlı bırakılmışsa, bunların belirleyici nedeni “coğrafi ortam” değil, burjuvazinin sınıf siyasetidir.
Toplumsal gelişmenin gerçek devindirici gücünü gözlerden saklamak isteyen sosyal-demokrat tarihçiler, tarihi, “coğrafi ortam”la açıklarlar. Bu kaba materyalizmin, sözde bir Batı “uygarlığının” ya da Atlantik “uygarlığının” değişmezliğine, “Doğu” ile “Batı”nın karşıtlığına inandırmaktan, kısaca soğuk savaşı haklı göstermekten başka amacı yoktur.

b) Nüfus.

Nüfus durumu, artışı ve yoğunluğu, hiç kuşku yok, toplumun maddi yaşam koşulları arasında vazgeçilmez öğelerdendir. Asgari bir insan sayısının altında hiçbir toplum maddi yaşamını sağlayamaz ve doğa kuvvetlerine karşı koyamaz. Aktif nüfus sayısı, üretici güçleri değerlendirme için hesaba katılması gereken öğelerden biridir. Nüfus artışı, toplumsal gelişme üzerinde bir etki oluşturur: toplumsal gelişmeyi kolaylaştırır ya da yavaşlatır. Göçmen kol gücünün Birleşik Devletler’e akını, ancak bir yüzyıllık varlığı olan bir büyük (sayfa 310) sanayinin hızla gelişmesini kolaylaştırdı. Tersine, Kuzey Amerika’nın kızılderili halkının anglo-sakson sömürgecileri tarafından kısmen yok edilmesi, varlıklarını sürdüren kabilelerde iktisadi ve teknik durgunluğa yolaçan nedenlerden biri oldu.
Ama bu etki de tek başına belirleyici olamaz. Bunun kanıtı da, nüfus artışının kendi başına, neden şu ya da bu toplumsal düzenin arkasından bir başkasının değil de, ille şu ya da bu yeni düzenin geldiğini açıklayamamasıdır. Eğer nüfus artışı belirleyici bir etki oluştursaydı, en yüksek nüfus yoğunluğuna ulaşmış olan ülkelerin otomatik olarak en ileri toplumsal düzene erişmeleri gerekecekti. 1939’dan önce, Belçika’da nüfus yoğunluğu SSCB’dekinden 26 kere daha yüksekti; bununla birlikte, Sovyetler Birliği, kapitalist düzenden çıktığı zaman, Belçika hâlâ bu düzende bulunuyordu.
Tersine, nüfus hareketlerini açıklamak bakımından belirleyici olan toplumsal düzendir Kapitalizm, yığınların satınalma gücünü azaltarak, emekçileri zayıf düşürerek, onlara yoksul, zavallı bir yaşamı zorla kabul ettirerek ölüm oranını artırır (özellikle çocuklarda).
Tahlillerinde, gerçekte ancak bir bileşke olduğunu görmeden nüfus hareketinden işe girişen burjuva iktisatçıları, kaba bir hata işlemektedirler.
Buna göre, toplumsal düzenin niteliğini ve toplumun bir düzenden ötekine doğru gelişmesini belirleyen şey, ne coğrafi ortam, ne de nüfus artışıdır.
Tarihsel materyalizm, toplumun maddi yaşam koşulları arasında, varlığı insanların iradesinden bağımsız ve toplumsal gelişmenin en önemli gücü olan başka bir gücün varolduğunu kabul eder. Bu güç, insanların geçim araçlarının, yaşam için gerekli olan maddi değerleri elde ediş tarzlarından oluşmuştur. Bu, maddi değerlerin üretim tarzı denen şeydir.

II. ÜRETİM TARZI

Doğa ile insanların dışında hiçbir şey yoktur, ve az önce (sayfa 311) gördük ki, bu öğelerden herhangi biri bir yana bırakılarak toplumların gelişmesi açıklanamaz. Yalnız onların diyalektik birliği bir yanıt verebilir, ve onların diyalektik birliği, iştir, üretimdir. İş olmadan, üretim olmadan toplum ne yaşayabilir, ne de gelişebilir: bu bir tanrı kargışı değil, bütün insan varlığının nesnel koşuludur.
Ama toplum için, zorunlu geçim araçlarını sağlamanın birçok yolları, biçimleri vardır. Örneğin bunu, zanaat aletlerinden ya da makinelerden yararlanarak, hayvanları kullanarak ya da köleleri kullanarak vb. yapabilir. O halde üretimin gerçekleştiriliş biçimini, yani üretim tarzını yakından incelemek gerekir.
Geçim için vazgeçilmez maddi değerlerin elde ediliş biçiminden sözedildiği zaman, küçük-burjuva, bu maddi değerlerin, pazarda hangi koşullar altında satın alınabildiğini anlar. Ama burada sözkonusu olan, üleşim ve tüketimdir, kesinlikle üretim değildir. Ama şurası açıktır ki, üretim olmasaydı, ne üleşim ne de tüketim olurdu.

a) Üretici güçler.

Yaşamak için besine, giyeceklere, oturacak yere, yakacak maddelere vb gereksinme vardır. Bu maddi değerlere sahip olmak için toplumun bunları üretmesi gerekir. Bunları üretmek için de, bu işe yarayan aletler gerekir, bu aletleri yapmak ve onları kullanmasını bilmek gerekir.
Toplumun geçimini doğadan elde etmemizi sağlayan güçlerin tahlili bizi şunları ayırdetmeye götürür:
? üretim aletleri ? maddi değerler bunların yardımıyla üretilir (elbette maddi değerler arasında yalnızca tüketim maddelerini değil, bizzat üretim aletlerini de saymak gerekir);
? insanlar ? üretim aletlerini kullanan insanlar, onlar olmadan bu aletler iş göremez;
? üretim deneyimi ? birbiri ardısıra gelen kuşakların kazanmış oldukları üretim deneyimi: meslek gelenekleri, (sayfa 312) teknik ve bilimsel bilgiler; örneğin, Lyon’daki ipekçilik sanayisinde birikmiş olan deneyimin yerini kısa zamanda doldurmak güçtür;
? iş alışkanlıkları ? her emekçiye özgü iş alışkanlıkları, onun yetkinliği, ustalığı, mesleğe alışmış olması hali.
Bunlar, hepsi birlikte ele alındıklarında karşılıklı etkileri içinde üretici güçleri oluşturan maddi kuvvetlerdir.
Bütün bu üretici güçler bütünü içinde, üretici güçlerin durumunu tanımlayan belirleyici öğe hangisidir? Bunlar üretim aletleridir. Bu üretim aletlerinin niteliğidir ki, gerçekten de belli bir iş için gerekli insan sayısını, zorunlu teknik bilgileri, aynı zamanda üreticinin bu üretim aletlerini kullanarak kazandığı iş alışkanlıklarını belirler. İşin el işi yönü de, kafa (zihinsel) yönü de üretim aletlerinin niteliğine bağlıdır.
Üretici güçlerin gelişmesi üretim aletlerinin gelişmesiyle koşullandırılır: İlkel, taştan yapılma kaba avadanlıklar; sonra avcılıktan hayvanların evcilleştirilmesine ve hayvan yetiştirilmesine geçişi sağlayan ok ve yay; sonra tarıma geçişi sağlayan madenden yapılma avadanlıklar; sonra gereçlerin işlenmesine, çömlekçiliğe, demirciliğe olanak sağlayan yeni gelişmeler; daha sonra zanaatların gelişmesi ve tarımdan ayrılmaları; daha sonra belli bir tek ürünün imali ereğiyle kısmi görevler halinde işbölümüyle karakterize olan manüfaktürlerin ortaya çıkışı;[5] sonra, zanaatçı üretim aletlerinden manüfaktürden makineli fabrikaya, makine sistemleriyle modern mekanik büyük sanayiye geçişi sağlayan makineye geçiş; buhar makinesinin, sonra elektrik enerjisinin ortaya çıkışı. İşte kaba çizgileriyle insanlığın tarihi boyunca üretici güçlerin gelişiminin tablosu.
Bu üretici güçler gelişmesinin, insanlar arasındaki işbölümünün, özellikle ilk büyük işbölümünün, yani ilkel avcılar ve ilkel balıkçılar ile öte yanda hayvan yetiştiren kabileler ve sonra tarım yapan kabileler arasındaki işbölümünün; – ve ikinci büyük işbölümünün: zanaatlar ile tarım arasındaki (sayfa 313) işbölümünün kökeninde bulunduğunu gözlemliyoruz. Bu ikinci büyük işbölümü, zorunlu olarak, ürünlerin tarımcılarla zanaatçılar arasında değiştirilmesi ve topluluk içi üleştirmeden daha başka bir üleştirme biçimi bulunması zorunluluğuna neden oluyor: böylelikledir ki, belirli koşullar altında meta[6] ortaya çıkacaktır. Gene aynı bu ikinci işbölümüdür ki, köy ile kent arasındaki farklılaşmanın başlangıcını oluşturuyor. (Kent, hem zanaat üretiminin merkezi hem de değişimin merkezi olarak zorunlu oluyor.)
Ensonu üretim aletlerindeki gelişme de, üretici güçlerin öteki yönleri üzerinde etki oluşturmaktan geri kalmıyor:
“Ve kendiliğinden anlaşılır ki, üretim aletlerinin gelişmesi ve yetkinleşmesi, üretimle ilişiği olan insanların işidir, yoksa insanlardan bağımsız olarak olmamıştır. O halde, üretim aletleri değişir ve gelişirken aynı zamanda insanlar da -üretici güçlerin temel öğesi de- değişir ve gelişir; onların üretim deneyimi, iş alışkanlıkları, üretim araçlarını kullanma yetenekleri de değişmiş ve gelişmiştir.”[7]
Bunun içindir ki, modern büyük sanayinin gereksinmesi olduğu için; kapitalist burjuvazi, emekçilere, okuma-yazmayı ve sayı saymayı öğretmeye razı olmak zorunda kalmış, parasız ve zorunlu ilköğretimi ve bazı meslek okullarını düzenlemek zorunda kalmıştır.
Leon Blum, aletlerin ancak insan aklı sayesinde yetkinleşebildiklerini ve onun için de üretici güçlerin ilerlemesinin kökeninde insan aklının bulunduğunu ileri sürerek buraya da idealizmi sokmaya çaba harcamıştır. Ama biz, fikirlerin nasıl pratiğin kendisinden doğduğunu biliyoruz: maddi yaşamın gereksinmelerinin dürtüsü iledir ki yetkinleşme, olgunlaşma fikirleri ortaya çıkar; bu fikirler şu ya da bu aletin pratiğinde ortaya çıkar.
Alet, avadanlık, insanla doğa arasında bir aracıdır; onun görevi doğal nesnelerin insan tarafından yararlanılabilir nesneler haline değiştirilmesini sağlamaktır. Bunun içindir (sayfa 314) ki, alet, aynı zamanda, hem üzerinde çalışılması gereken maddenin gereklerini (çeliğin işlendiği aletlerle bakır işlenmez), hem de insanın yaşam gereklerini, yani insana hizmet etmek zorunda olan ve insanın yapması gereken nesnenin özelliklerini yansıtır (başka başka işler için başka başka aletler).
İlk yönü ile alet, insanın doğal zorunluluğa bağlı oluşunu ifade eder; ikinci yönü ile alet, doğanın, insanın gereksinmelerine ve eylemine bağlı oluşunu, şu halde insanın özgürlüğünü ifade eder. Böylece alet, insanın ve doğanın savaşımını derinlemesine diyalektik bir biçimde ifade eder, ve üretici güçler ise, “… insanların maddi değerleri üretmek için yararlandıkları nesnelere karşı ve doğa kuvvetlerine karşı davranışlarını”[8] ifade eder.
İnsanlar ne ile üretimde bulunuyorlar? İlkel karasabanla mı, yoksa traktörle çekilen çok demirli pullukla mı? İşte, eğer bir örnek vermek istersek, üretim tarzı tahlilinin ortaya çıkardığı birinci sorun budur: üretici güçlerin düzeyi sorunu.

b) Üretim ilişkileri.

Gene de tahlilimizin sonuna varabilmemize daha çok var. Üretim, insanın doğaya karşı savaşımıdır. Ama, insan, hiçbir yerde ve hiçbir zaman bir hayvan durumuna gelmek ya da boyun eğmek tehdidi altında bulunarak tek başına savaşım vermez. İnsanlar doğaya karşı toplu halde savaşım verirler. Koşullar ne olursa olsun, üretim, daima toplumsal bir üretimdir. İnsanı insan yapan toplum olmuştur, insanı hayvanlıktan çıkaran toplumsal üretimdir.
Burjuva ekonomi politiğinin temel yanılgılarından biri, Robinson gibi ya da iktisadi bir Adem gibi hiçbir zaman varolmamış olan tek başına bir adamın iktisadi eylemi üzerinde uslamlamayla işe başlamasıdır: bu, salt metafizik kurgudur. Bunun içindir ki, biz, bir tek bireye gerekli olan maddi değerlerden değil, bütünüyle birlikte ele alınmış bütün (sayfa 315) toplum için zorunlu olanlardan hareket ettik.
Eğer üretim her zaman ve her yerde toplumsal bir niteliğe sahipse, üretim dolayısıyla ve üretim içinde insanlar arasında bazı ilişkilerin kurulması kaçınılmaz bir şeydir. Platonik ilişkiler sözkonusu değildir, sıkı sıkıya üretimle ilgili ye üretimin kumanda ettiği ilişkiler sözkonusudur. İnsanlar yalnız doğa ile (üretici güçler) ilişkide bulunmazlar, aynı zamanda, üretim süreci içinde kendi aralarında da ilişkide bulunurlar; insanlar arasındaki bu ilişkilere, üretim ilişkileri diyoruz.
İnsanlar arasındaki üretim ilişkileri çeşitli tiplerde olabilir:
? insanlar ortak bir işi, örneğin bir evyapımı işini aralarında yardımlaşarak ye işbirliği yaparak ortaklaşa ortaya koymak, gerçekleştirmek üzere serbestçe biraraya gelebilirler; o zaman aralarındaki ilişkiler, her türlü sömürüden uzak insanların arasında yardımlaşma ve işbirliği ilişkileridir;
? ama bir insan, bazı koşullar altında, kendi benzerlerini, kendisi için üretmeye zorlayabilir de: bu durumda üretim ilişkilerinin niteliği kökten değişir; egemen olma ve bağımlı olma ilişkileri haline gelirler, burada başkasının emeğinin sömürülmesi vardır;
? ensonu, tarihin akışı içinde, bu iki üretim tipinden biri yokolmaya doğru giderken, öteki kuvvetlenmekte olan iki üretim tipinin birarada bulunduğu toplumlara raslanır: burada bir biçimden ötekine geçiş ilişkileri vardır.
Ama üretim ilişkilerinin tipi nasıl olursa olsun, bunlar daima üretimin vazgeçilmez öğesidirler. Şimdilik basit bir örnek olarak diyoruz ki, kendi kendisi için çalışan bir adam hiçbir zaman başkası için çalışan gibi çalışmaz; bu, o kadar gerçektir ki, sömürücüler, her zaman, sömürüyü sözde bir işbirliği maskesi altında gizlemeye, sömürülenlerin gözünde sömürü ilişkilerini “ailevi” işbirliği ilişkileri gibi göstermeye bakarlar; bu patron egemenliğidir (paternalisme): “patronun çıkarlarını koruyunuz, öteki dünyada bunun ödülünü (sayfa 316) alacaksınız.
Ama üretim ilişkilerinin niteliği üretimin vazgeçilmez bir öğesiyse, paternalist patronlar kusura bakmasınlar, bu ilişkileri, fikre (idee) indirgemek olanaklı değildir. Leon Blum, ikiyüzlülükle, insanlar arasındaki iktisadi ilişkilerin öteki ilişkilerden hangi bakımdan daha “maddi” olduğunu göremediğini söyledi. Ama biz biliyoruz ki, maddilik insanların iradesinden ve bilincinden bağımsız olarak varolma olgusudur. Üretim, insanlar için nesnel bir zorunluluktur ve ancak, varolduğu biçimiyle, toplumun daha az nesnel olmayan çerçevesi içinde yerine getirilebilir. Örneğin, yaşam için gerekli maddi değerlerden hiçbirine sahip olmayan bir kimse, maddi olarak, bağımlılık ilişkileri içinde başka birisi için çalışmak zorundadır. Böylece sömürü, bir “fikir” değildir, bütün ağırlığı ile üretimin üzerine binen nesnel bir olgudur.
“Üretimde, insanlar, yalnız doğa üzerinde değil, birbirleri üzerinde de etkili olurlar. Ancak belirli bir biçimde işbirliği yaparak ve etkinliklerini karşılıklı olarak değiş-tokuş ederek üretimde bulunurlar. Üretmek için birbirleriyle belirli bağlantılar ve ilişkiler içine girerler, ve ancak, bu toplumsal bağlantı ve ilişki sınırları içindedir ki, doğa üzerinde etkili olur, üretimde bulunurlar.”[9]
O halde üretici güçlerin etkisini üretim ilişkilerinin özelliğinden ayıramayız. Üretici güçler ve üretim ilişkileri, Stalin’in deyimiyle, onların diyalektik birliğini maddi değerlerin üretim süreci içinde “cisimleştiren” üretim tarzının çözülmez, ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı iki yönüdürler.
Üretimin incelenmesini yalnızca üretici güçlerin incelenmesinden ibaret kılmak temel bir yanılgıdır. Bununla birlikte, bu yanılgı, marksizmin, toplumların gelişmesini yalnız üretici güçlerin gelişmesiyle açıklamaktan ibaret olduğunu sanan ve üretim, ilişkilerinin niteliğini sessizce geçiştirenler tarafından işlenen bir yanılgıdır. Modern dünyayı, kapitalist üretim ilişkilerinin tahlilini yapmadan, buhar makinesiyle (sayfa 317) açıklamak, materyalist olmak demek değildir, marksizmi bozmak, karıştırmaktır. Okul çocuklarına, tekniğin tarihsel ilerlemesini, kapitalist sömürünün ne olduğunu öğretmeden açıklamak, onları aldatmak, onlara, geçmiş, içinde bulunduğumuz zaman ve gelecek hakkında yanlış bir imge vermek demektir.
Aynı yanılgı, toplumsal ilerlemeyi, üretim ilişkilerindeki ilerlemeyi unutarak, “ilerleme”de yalnızca teknik bir ilerleme görenlerde de vardır. Bu, 19. yüzyılın burjuva ütopyası oldu. Acı düş kırıklıkları böylece hazırlandı, çünkü, teknik ve bilimsel ilerleme, barış çalışmalarına olduğu kadar savaş çalışmalarına da hizmet edebilir, makine işçiyi ya ezebilir, ya da kurtarabilir. Ne zaman ki, emperyalizm çağında, kapitalizmin çöküşü, kendi onmaz yaralarını, yoksulluğu, zulmü, savaşı, en modern tekniğin öldürme işlemde kullanılmasını gözler önüne serdi, “teknik” ütopyacıları, ilerlemenin iflasına ağladılar, yalnızca sermayenin doğurduğu kötülüklerden makineyi sorumlu tuttular. “Sanayi sosyolojisinin” havarileri, bazı burjuva toplumbilimciler ve özellikle onların elebaşısı Georges Friedmann aynı yutturmacaya kendilerini kaptırırlar: patronların “görüş açısı”nı kabul ederek, asıl neden, makinelerin verimlilik için, kapitalist verimlilik için ve aşırı sömürü için kullanılması olduğu halde, kapitalist ülkelerde işçinin emek karşısındaki “olumsuz” tutumunu, makineleşmekte aramaya kalkarlar. Marx, üretici güçler, etkilerini ancak üretim ilişkileri sınırları içinde oluştururlar, diyor. Onun içindir ki, sömürü ilişkilerinin ortadan kalkmış bulunduğu Sovyetler Birliği’nde makinenin kullanılmasının işçiler için mutlu sonuçları olabilir. “SSCB’de makineler, yalnız emekten tasarruf etmekle kalmaz, aynı zamanda, emekçilerin uğraşını da kolaylaştırır; onun için sosyalist ekonomi koşullarında, kapitalizm koşullarında olduğundan farklı olarak, işçiler, işlerinde, makineleri seve seve kullanırlar.”[10]
Demek ki, tarihsel materyalizm, üretim tarzını, bütünü (sayfa 318) içinde, kendi birliği içinde üretim ilişkileri ve üretici güçler olarak ele alır. Bununla birlikte, üretici güçler, ancak üretim ilişkileri sınırları içinde etkin olduklarına göre, çeşitli üretim tarzları, alışılageldiği üzere, her zaman, egemen olan üretim ilişkilerinin niteliğiyle tanımlanırlar; feodal üretim ilişkilerinden sözedildiği zaman, feodal üretim ilişkilerini orada egemen durumda oldukları, bütün toplumsal yaşama damgalarını vurdukları söylenmek istenir; mutlaka orada varolan tek üretim ilişkisi olduğu kastedilmez. Tersine, tarihsel bir çağı, örneğin taş devri, maden devri, buhar makinesi çağı ya da atom çağı deyimlerinde olduğu gibi, üretici güçlerin durumuyla tanımlamak bilimsel değildir.

III. ÜRETİM ARAÇLARI MÜLKİYETİ

Üretici güçleri incelerken (II. kesim, a) üretim aletlerinin burada belirleyici öğeyi oluşturduklarını gördük. Gerçekten de üretici güçlerin düzeyini belirleyen üretim aletlerinin niteliğidir.
Üretim ilişkilerinden daha önemli olan, onların niteliğini belirleyen öğe hangisidir?
Üretim araçları mülkiyetidir.
Gerçekten de şurası besbelli ki, bu araçlardan yoksun bir kimse, ancak bu araçlara sahip olanın egemenliğini kabul etmek şartıyla yaşayabilir.
Üretim araçları, tüketim mallarıyla (mobilya, ev, aile için binek arabası vb. ile) karıştırılmamalıdır. Üretim araçlarından, üretmek için gerekli olan her şeyi anlıyoruz.
Örneğin, modern bir toplumda, üretim araçları nelerdir?
İlkin doğal zenginlikler (toprak, ormanlar, sular, yer altı zenginlikleri, hammaddeler vb.); sonra bu doğa zenginliklerinin dönüştürülmesini sağlayan üretim aletleri; sonra üretim eylemi için gerekli tesisler: fabrika binaları, maden tesisleri vb.; taşıma ve ulaştırma araçları. Toplum üyeleri arasındaki değişim araçlarını: üleşim için, ticaret için gerekli tesisleri (antrepoları, satış mağazalarını ve) kredi kuruluşlarını (sayfa 319) (bankaları) da eklemek gerekir. O halde, üretim ilişkilerinin nitelikleri tanımlanmak istendiği zaman sorulacak soru şudur: üretim araçlarına kim sahiptir?
Üretim araçlarına bütün toplum mu sahiptir? Ya da üretim araçlarına, başka birey ya da grupları sömürmek için bu araçlardan yararlanan bireyler ya da gruplar mı sahiptir?
Bu soruyu yanıtlamak, üretim ilişkilerinin durumunu, insanlar arasındaki iktisadi ve siyasal ilişkilerin durumunu göstermek demektir.
O zaman anlaşılır ki, eğer üretim araçları bütün toplumun hep birlikte mülkiyetindeyse, insanlar arasındaki ilişkiler, işbirliği ve yardımlaşma ilişkileri olabilir.
Bunun tersi durumda, bütün üretim araçlarından yoksun olanlar, bunları elinde bulunduranların emrine tabi olmadan yaşamayacaklardır. İnsanların kimisi çalışır, kimisi de bu çalışanların emeğini sömürür. Bazılarının çıkarları ötekilerin çıkarlarıyla çatışır. Dayanışma, ancak, üretimde aynı rolü oynayanlar arasında vardır: bu, bir sınıf dayanışmasıdır.
Bu durumda toplum, birbirine uzlaşmaz karşıt toplumsal sınıflara bölünmüştür. Üretim araçlarının özel mülkiyeti vardır.
“Toplumsal sınıf deyince, üretimde, birbirine benzer bir rol oynayan, öteki insanlara karşı birbirleriyle aynı olan ilişkiler içinde bulunan kişiler topluluğu anlaşılır.”[11] (Lenin).
Demek ki, toplumsal sınıf deyimi, ancak üretim ilişkileri düzeyinde bir anlam taşır. Bu deyim, mülkiyet tipi ile ya da mülkiyetin bulunmayışı ile tanımlanan bir kavramdır ve teknik kollarıyla, mesleklerle, toplumun yaşamı için zorunlu toplumsal eylemlerle, örneğin maden sanayii işçisi, maden işçisi, demiryolcu gibi tanımlanan toplumsal kategorilerle karıştırılmamalıdır. “Köylü” olmak toplumsal bir kategoriye ait olmaktır, ama bu, ait olan sınıfı tanımlamaz: köylü, büyük toprak sahibi kapitalist (“beyaz-elli köylü”) olabilir, (sayfa 320) ya da tarım işçilerinin yardımıyla toprağını işleten mülk sahibi, ya da aile işletmesinin sahibi, ya da tarım işçisi vb. olabilir.[12]
Aynı şekilde, fabrikada da, “patron”, müdür ya da mühendis değildir. Üretim araçlarının sahibi olan kapitalist ya da kapitalistler grubu, “şirket”tir.
Toplumsal bir sınıf, üretim araçlarının sahibi olduğu zaman, kendisi için elverişli olan üretim ilişkilerini, diyelim ki, kişileştirir: o halde, birbirinden ayırdetmeden “kapitalist” üretim ilişkilerinden ya da “burjuva” üretim ilişkilerinden sözedilecektir. Belli bir üretim tarzında bu üretim ilişkileri egemen durumda bulundukları zaman, aynı deyimler, aynı zamanda üretim tarzını da belirtmeye yarar; böylece: “feodal” sınıf, “feodal” üretim ilişkileri, “feodal” üretim tarzı denir, çünkü burjuvazi o zaman egemen sınıf değildir.
Şimdi üretim ilişkileri kavramını kesinlikle belirtebiliriz:
“Bu ilişkiler şunları kapsar: a) üretim araçlarının mülkiyet biçimleri; b) değişik toplumsal grupların üretimdeki yerleri, ve onların karşılıklı ilişkileri ya da Marx’ın deyimini kullanırsak, bu biçimlerden çıkan ‘etkinliklerinin değişimi’; c) bunlara tamamen bağlı olan, ürünlerin dağıtım biçimleri. Bütün bunlar, ekonomi politiğin konusunu oluşturur.”[13]
Şu halde üretim ilişkilerinin belirleyici, kesin öğesini oluşturan, asıl mülkiyet biçimleridir. Elbette ki, sömürücü sınıflar, kendi ayrıcalıklarını sağlayan mülkiyet biçimlerini korumaya yarayan bütün önlemleri alırlar. Üretim araçlarının mülkiyetiyle nitelenen üretim ilişkileri, bütün toplumsal düzenin ekonomik temelini oluştururlar.
Şimdi, üretim tarzının, toplumsal gelişmenin en başta gelen gücünü oluşturduğunu anlamak için gerekli bütün kavram ve bilgilere sahip ve onları istediğimiz gibi kullanabilecek durumda bulunuyoruz. (sayfa 321)

IV. ÜRETİM TARZININ DEĞİŞMESİ.
TOPLUMLAR TARİHİNİN ANAHTARI

Üretim, her zaman değişme ve gelişme yolunda olmak, hiçbir zaman uzun bir dönem için aynı noktada duraklamamak gibi bir özellik gösterir, oysa coğrafi ortam büyük ölçüde aynı kalır. İnsanlar, gerçekten, durmadan doğanın kendilerine sunduğundan daha fazlasını elde etmeye bakarlar, durmadan, hep hareket halinde olan üretimi yetkinleştirmeye çalışırlar.
Eğer insan, maddi gereksinmelerini her zaman daha iyi bir şekilde tatmin etmeye çalışmasaydı, bilinçli bir yaratık değil, kör zorunluluğa boyun eğen bir hayvan olurdu. Ama insan, doğal zorunluluğu kendi yararına kullanmanın çaresini üretimde bulur, onun için de üretim hiçbir zaman uzun bir süre için aynı noktada durmaz.
Bu gerçek, idealist için bir skandal konusudur; idealist dinmek bilmez maddi servet susuzluğunu ortaya koyar; hıristiyanlık bunda şeytanın, kötünün işini görür. Ama aynı zamanda bilinir ki, bu konular yalnız emekçi yığınların kullanımı içindir; onlara açlık, perhiz yapmak, nefsine hakim olmak telkin edilir; oysa sömürücü sınıflar, tiksindirici bir maddi servetler bolluğu, savurganlığı içinde yüzerler. Gerçekte üretimin artması, insan toplumlarının nesnel bir gereksinmesidir, ve yalnız insanın insan tarafından sömürülmesi, bu gerekliliğin doğal ve olumlu sonuçları olmasını engeller.
Yalnız üretim tarzı değişikliğidir ki, neden şu ya da bu düzenin şu ya da bu düzeni izlediğini, neden toplumsal fikirlerin, siyasal görüşlerin ve kurumların değiştiklerini, neden belli bir anda bütün toplumsal ve siyasal sistemi yıkmanın zorunlu bir hale geldiğini açıklamaya olanak verir.
Aristoteles, daha o zaman, kölelikle üretici güçler düzeyi arasındaki bağı sezinlemişti:
“Antikçağın en büyük düşünürü ‘Eğer’ diyordu, ‘her araç, Deadalus’un yarattıklarının kendi başlarına hareket etmeleri, (sayfa 322) ya da Heprestos’un üç ayaklılarının kutsal görevlerine diledikleri şekilde gitmeleri gibi, kendisine uyan işi, gene kendi istekleriyle yapmış olsalardı, dokumacının çıkrığı, kendi başına dokuma yapsaydı, ne ustalar için çırağa, ne de efendiler için köleye gerek kalmazdı’.”[14]
Ortaçağda, toplumu, tanrısal planın değişmez bir yansısı sayan hıristiyan metafiziği, üretici güçlerin ilerlemesini sınırlandırarak feodal düzenin sağlamlığına yardım etmekte olan loncaların varlığını haklı buluyordu. Ama başlangıçta, bu sistem, toplumu, açlığa, yoksulluğa karşı güvence altına almayı önü sürüyorduysa da, bu hareket ve değişiklik korkusunun, feodallerin, burjuvazinin yükselişi karşısındaki korkusundan başka bir şey olmadığı zamanla ortaya çıktı. Burjuvazi bir kez iktidarı aldıktan sonra üretim üzerindeki bütün kısıtlamaları kaldırdı ve loncaları yasakladı.
Böylece siyasal iktidar, yeni hukuku, yeni üretim tarzının yansısı olan hukuku kabul ettirmek için zorunlu hale geldi. Ve bu yeni iktidarı, ve bu yeni hukuku haklı göstermek, savunmak için yeni fikirler gerekti. Felsefe, şeylerin eski düzenine karşı ideolojik bir silah oldu. Utkun burjuvazi, burjuva mülkiyet hakkını, İnsan Hakları Bildirgesine kaydetti, burjuva parlamenter meclisler kurdu, kendi ahlakını üstün kıldı, yeni bir öğretim yarattı ve bununla ortaçağ felsefesini kovdu – ve aynı zamanda da kendini, sömürülen proletaryanın savaşımına karşı korumak için işçi derneklerini yasakladı.
Böylece, tüm ulusa, burjuva “yaşayış tarzı”nı ve kendisine uygun gelen fikirleri kabul ettirdi: “insanın yaşama biçimi nasılsa, düşünce biçimi de öyledir.”[15]
Komünist Parti Manifestosu’nun birinci bölümünün ölümsüz sayfalarını tekrar okuyalım:
“Burjuvazi, üstünlüğü elegeçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı ‘doğal (sayfa 323) efendiler’ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı ‘nakit ödeme’den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilahi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine indirgedi, ve sayısız yok edilmez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.
“Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi.
“Burjuvazi, aile ilişkilerindeki duygusal peçeyi yırtıp attı ve bunu salt bir para ilişkisine indirgedi.”[16]
Burjuvazinin, kendisinin de bir ürünü olduğu üretim tarzını, her türlü çareye başvurarak sağlamlaştırmak istemiş olduğu anlaşılmadığı için, örneğin, 1789 ile 1815 arasında yeralmış olan tarihsel olayların anlamı kavranmaz.
Burjuva tarihçileri, kendileri de bir antikçağ, ilkçağ, ortaçağ ve modern zamanlar ayrımı yaparlar. Peki bu çağlar arasındaki fark neden ibarettir? Esas olarak şundan ibaret: ilk başlangıçta servetlerin ortak mülkiyeti vardı; tarihin ve uygarlığın şafağında, antikçağda hüküm süren köleci üretim tarzının kurulduğu görülüyor; oysa ortaçağa toprağın feodal mülkiyeti egemen olmuştur ve modern zamanlar ticaret burjuvazisi mülkiyetinin gelişmesi, sonra da kapitalist burjuvazinin utkusu ve gerilemesi görülmüştür. Ama, anti-marksist tarihçiler diyorlar ki, antikçağda, ortaçağda, modern zamanlarda ortak çizgiler vardır: Platon’un fikirleri, ya da Cicero’nun söylevleri bize yabancı değillerdir. Doğru: ama bu ortak çizgiler, hiç olmazsa kurumlar ve ideolojilerle ilgili olarak şöyle açıklanır:
1. Kölelik düzeninin, feodal düzenin ve kapitalist düzenin (sayfa 324) aralarındaki farkların büyüklüğü ne olursa olsun, ortak bir nitelikleri vardır: bunlar, bir sınıfın başka bir sınıf tarafından sömürüsüne, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan üretim ilişkileridir. Onun için bu üç toplum tipinde, sınıflar arasındaki savaşım, kurumlar ve fikirler planındaki bütün sonuçlarıyla bulunur.
2. Bu üç üretim tarzında da küçük-burjuva tabakalar (ticaret, zanaat, köy küçük-burjuvazisi, aydınlar küçük- burjuvazisi) vardır. Bu sürekli tarihsel olgunun bir “ortalama insan” psikolojisinin şekillenmesi ve sürüp gitmesi gibi bir sonucu vardır, bireyci, özel mülkiyete bağlı, sınıf savaşımının pasif tanığı olduğu için çelişkilerle dolu olan bu ortalama insan, sömürücü egemen sınıf karşısında durmadan ödünler verir, ona teslim olur.
Ama, bu farklı üç düzen, birbirlerine benzemekle birlikte, ekonomik temelleriyle nitel olarak birbirlerinden ayrılırlar. Birbirinden farklı toplumsal şekillenmeler oluştururlar. Tarih biliminin konusu, onların hem özgül farklarını, hem de benzerliklerini incelemektir.

V. VARGI

Tarihsel materyalizm, üretim tarzlarının genel teorisidir. Ekonomik politik, insanlar arasındaki üretim ilişkilerini düzenleyen nesnel yasaların özgül bilimidir. Tarih biliminin özgül konusu bu üretim ilişkilerini kişileştiren sınıflar arasındaki bağıntılar, ilişkiler ve özellikle onların siyasal bağlarıdır.
Eğer her zaman, üretim ilişkilerinin niteliği, mülkiyetin niteliği, toplumsal sınıflar, sınıf çıkarı sorunu konmazsa, tarih bilimi olmaz.
Şu halde, gerçek tarih bilimi, kralların, komutanların, fatihlerin yaptıklarını incelemekle sınırlandırılamaz, çünkü, tarih, son tahlilde, halkların tarihidir.
“Toplumsal gelişmenin tarihi, … maddi değerlerin üreticilerinin tarihidir, üretim sürecinin temel güçleri olan ve (sayfa 325) toplumun varlığı için zorunlu maddi değerleri üreten emekçi yığınların tarihidir.”[17]
Gerçekten de tarihin derin yasası, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki zorunlu uygunluktur: bu yasa, insanlığın büyük yığınlarının yaşamsal çıkarlarını ifade eder.
Bu yüzden, Marksizm, Stalin’in ifadesine göre, “ezilen ve sömürülen yığınların devriminin … bilimi”dir.
Ama insanlar kendi öz tarihlerini yapıyorlarsa da, “onu kendilerini belirleyen belli koşullar içinde” (Marks) yaparlar. Tarihin anahtarını, insanların kafalarında, onların görüşlerinde ve fikirlerinde değil, asıl, insanlar toplumsal olarak üretime geçtikleri andan başlayarak, onların iradesinden bağımsız olarak işleyen ve üretim araçları mülkiyetinin biçimine, yani ekonomik temele bağlı olan üretim ilişkilerinden ve nesnel ekonomik yasalarda aramak gerekir.
Gerçek tarih bilimi bu yasaları bilmezlik edemez, bunlardan vazgeçemez.
Bunun içindir ki, proletaryanın partisi, eğer işçi sınıfını tarihsel misyonuna götürmek istiyorsa, onu yalnızca çıkarları için kitle hareketinde bulunmaya çağırmamalı, programını ve pratik eylemini, bu iktisadi gelişme yasalarına dayandırarak hazırlamalıdır.[18] (sayfa 326)

YOKLAMA SORULARI

1. Toplumun maddi yaşam koşulları nelerdir?
2. Üretici güçleri tanımlayınız.
3. Üretim ilişkilerini tanımlayınız.
4. Üretim ilişkilerinin belirleyici öğesi nedir?
5. Üretim tarzlarını tanımlayınız.
6. Toplumsal bir sınıf nedir?
7. Üretim tarzı değişikliğinin zorunlu olarak bütün toplumun çehresini değiştirdiğini gösteriniz.

________________________________________
Dipnotlar

[1] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 669.
[2] Onlar, yeni doğan biçimsiz ya da hastalıklı çocukları dağlara bırakıyorlardı.
[3] Vogt’un “dünyada çok insan” olduğunu ileri sürdüğü ve çare olarak açıkça savaşı salık verdiği Dünyanın Açlığı adlı kitabına bakınız. Gerçekte kapitalizm,emperyalist aşamada, varlığını sürdürmek için savaşa gereksinme duyar. Paul Eluard: “Onlar dünyada yalnız kalmak için ellerinden geleni yaparlar” diyordu.
[4] Bkz: Safanov, La Tere en Fleurs, Üçüncü Kısım, “Yaşamın Yaratılışı”, Editeurs Français Reunis.
[5] “Çok sayıda parça-işçinin birleşmesi ile oluşan kolektif işçi, manüfaktür döneminin kendisine özgü makinesidir.” Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, s. 363.
[6] Gelecek dersin II. kesimine bakınız.
[7] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 674.
[8] Stalin, Leninizmin Sorunları, s: 670.
[9] Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr – Ücretli Emek ve Sermaye, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 35.
[10] G. Malenkov, “Rapportau XIX. Congres du PCUS”, Cahiers du communisme (özel sayı), Kasım 1952, s. 113.
[11] Onyedinci derste, toplumsal sınıf kavramı üzerinde daha uzun duracağız.
[12] “İşçi-Köylü İttifakı” deyiminde, köylü teriminden, emekçi köylülük (küçük toprak sahipleri, küçük çiftlik kiracıları, ortakçılar) ve, elbette, tarım işçileri belirtilmek istenir.
[13] J. Stalin, “L. D. Yaroşenko Yoldaşın Yanlışları”, Son Yazılar, 1950-1953, s. 131.
[14] Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, s. 421.
[15] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 671. Bu ifade, Feuerbach’ın “Bir sarayda ve bir kulübede ayrı ayrı düşünülür.” mekanist formülü ile hiç de aynı anlamda değildir.
[16] Marx-Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, s. 112.
[17] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 671.
[18] SSCB Komünist Partisi yeni programının ve komünizme geçiş için pratik yönergelerin hazırlanması, sosyalist ekonomi yasaları bulundurmaksızın, sosyalist üretim ilişkileri ve bunların komünist üretim ilişkileri durumuna dönüşüm koşulları irdelenmeksizin, bilimsel bakımdan mümkün değildi. Yaroşekno’nun bilmezlikten geldiği ve Stalin’in son yapıtında (“SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları”yla ilişkili olarak “L. D. Yaroşenko Yoldaşın Yanlışları” başlıklı yanıtına bakınız. Son Yazılar, 1950-1953, s. 116-141) yanıtladığı gerçeklik işte budur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir