Felsefenin Temel İlkeleri – 19. Ders: Üstyapı. Georges Politzer

Felsefenin Temel İlkeleri, Georges Politzer’in 1935-1936 ders yılında İşçi Üniversitesi’nde verdiği derslerin, öğrencileri olan Guy Basse ve Maurice Caveing tarafından geliştirilerek ve onun imzası altında Principes fondamentaux de philosophie (Editions Sociales, Paris, 1954) adıyla yayınlanmıştır. Georges Politzer (1903-1942), insanlık düşmanı Naziler tarafından 23 Mayıs 1942’de kurşuna dizilerek katledildi.
Ondokuzuncu Ders: Üstyapı
I . Üstyapı nedir?
II . Üstyapı temel tarafından oluşturulur.
III . Üstyapı etkin bir güçtür.
IV . Üstyapı üretime doğrudan doğruya bağlı değildir.
V . Vargı.
I. Üstyapı Nedir?
12 ve 13. derslerde fikirlerin toplumsal yaşamdaki kökenini ve rolünü inceledik. Gördük ki, toplumun manevi yaşamı, maddi yaşamının bir yansısıdır.
O halde, belli bir toplumda varolan bütün fikir ve kurumları üstyapı sözüyle belirtmek uygun olur mu? Şimdi tarihsel materyalizmin temel kavramlarını tanıdığımıza göre, bu soruya kesin bir yanıt verebiliriz.
Tarihin her anında ve bütün toplumlarda, toplumun nesnel çelişkilerinin yansısı çeşitli fikirler, birarada bulunurlar. Bununla birlikte bu fikirlerin hepsi aynı nitelikte değildir; bazıları toplumu eski düzen içinde tutmaya, ötekiler, onu yeni bir yola sokmaya yönelirler. Birbirine karşıt sınıfların bulunduğu toplumlarda, (sayfa 384) birbirine karşı fikirlerin hareketi, sınıf savaşımının bir yansısıdır. Fikir savaşımı bir şiddet ve zor biçimi alabilir. Sosyalizmde artık uzlaşmaz-karşıt sınıflar yoktur, ama bu yüzden eski ile yeni arasındaki savaşım eksik olmaz ve bir fikir savaşımı halinde yansır.
İnsanlar, gerçeğin kendi içinde sakladığı çözümlerin bulunmasına yolaçan fikir savaşımı içinden geçerek, kendi zamanlarının koyduğu sorunların bilincine varırlar. Onun için Hegel gibi idealistler, tarihsel hareketi doğuran şeyin, fikirlerin diyalektiği olduğunu sanırlar.
Bazı tarihçilerin geçmiş hakkında verdikleri metafizik imgeye karşın, geçmişte, güya düşüncelerde ve yüreklerde bir uyumun hüküm sürdüğü, fikir savaşımının bulunmadığı kutlu çağlar olduğu yanlıştır. Aslında, egemen sınıflar tarafından zalimce, hoyratça bastırılan, resmi tarihin bilmezlikten geldiği karşıt akımlar vardır. O kadar övülen ortaçağ, yergili, taşlamalı halk yapıtlarında, manzum öykülerde ve türkülerde, kendi ruhban sınıfını, feodalleri acımasızca yermiştir.
Yeni fikirlere karşı baskı, egemen sınıfın örgütlü ideolojik savaşımı, insanın insan tarafından sömürüsünün bulunduğu toplumların belirtisidir.
Burjuvazi, fikir savaşımını serbest ilan ederek kendisine bir ün yapmayı düşünüyordu; aslında, yalnızca burjuva ideolojisi çerçevesi içinde düşünce ve görüş özgürlüğü sözkonusuydu: bu sınıfın gerileyişiyle, bu, her gün biraz daha açık bir biçimde ortaya çıktı.
Yalnız uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını ortadan kaldırma yeteneğinde bir sınıf, kendisini serbest fikir savaşımının savaşçısı yapabilir. En büyük hızla ilerlemekte olan bir toplumda, sosyalizmde, en canlı bir fikir savaşımının gelişmemesi olanaksızdır.
Fikirlerin çarpışmasında kendini bulmak, onların hepsini aynı kaba koymamak, fikirlerin sakladıkları sınıf çıkarlarını ayırtetmek, işte yalnızca tarihsel materyalizm, militana olduğu gibi bilgine de, bunu yapmayı sağlar. (sayfa 385)
Kapitalist düzen otoritelerinin, örneğin basın yoluyla, şu fikri değil de bu fikri ön plana çıkardıkları gözden kaçmamaktadır. Eğer bir gazetede küçük tacirlerin sayısının çok yüksek oluşunun, iktisadi güçlüklerin nedeni olduğunu okursak, büyük sermayenin bu “teori”nin ardındaki çıkarını ortaya koymayı bilmeliyiz: bugünkü kapitalizmin ayırıcı özelliği olan azami kâr yasasının dürtüsüyle, sermaye, küçük perakendecilere bırakılan artı-değer payının asgariye indirilmesine bakar. Eğer, en iyi vergi sisteminin dolaylı vergi sistemi olduğunu, çünkü bu vergileri herkesin ödediğini okuyorsak, bu artış da gene kapitalist çıkarları gizlemektedir: gerçekte, dolaylı vergi, tüketim araçlarına konduğu için, kapitalistten çok, ücretlilere, köylülere, orta sınıflara dokunur.
Ama bu fikirler, yalnızca mevcut düzeni ülküleştirmek gibi bir amaçla sınırlı kalmazlar. Gerçekten de bu fikirler savaşım araçlarıdırlar: bunları yayarak, sermaye, kendi işine gelen vergilendirme tarzını korumaya çalışır. Yasa ya da karar, yeni önlemler için, kapitalizmi sağlamlaştırmaya yardım edecek olan siyasal önlemler için ortamı ve zihinleri daha iyi hazırlar.
Böylece, egemen sınıf tarafından yayılan bu fikirler, onun çıkarlarını yansıtırlar ve bunun için de ona hizmet ederler: işte üstyapıdan ne anlaşıldığını kavramaya başlıyoruz.
Basın yoluyla her gün yayılan şu ya da bu fikir için söyleyebileceğimiz şeyi, üzerinde daha da çok işlenmiş olan felsefe teorileri için de söyleyebiliriz. Kalvenist alınyazısı teorisi konusunda Engels şöyle yazıyor:
“Ama Luther’in başarısızlığa uğradığı yerde, Calvin’e gün doğdu. Calvin’in inancı, çağının en gözüpek burjuvalarına uygundu. Onun alınyazısı öğretisi, rekabete dayalı ticaret dünyasında, başarının ya da başarısızlığın bir insanın çalışkanlığına ve becerikliliğine değil de, onun denetleyemeyeceği koşullara bağlı olduğu olgusunun dinsel dışavurumuydu. Bu koşullar, isteyenin ya da rekabet edenin buyruğunda değildir; tersine, bilinmedik üstün ekonomik güçlerin lütfuna (sayfa 386) bağlıdır; ve bu, bir ekonomik devrim döneminde, bütün ticari merkezlerin ve yolların yerlerini yenilerinin aldığı dönemde, Hindistan’ın ve Amerika’nın dünyaya açıldığı dönemde, ve en kutsal ekonomik imanların -altının ve gümüşün değeri- sarsılmaya ve yıkılmaya başladığı dönemde, özellikle doğruydu.”[64]
İşte böylece, basit bir iktisadi olay, tanrının gizemli bilgeliğinin eseri haline geliyor. Burjuvalar rekabette deneyim kazanıyor ama zamanın dinsel anlayışı, rekabetin yalnızca ekonomik niteliğini onların gözünden gizliyor. “‘Kader”‘ fikri, dünya anlayışı gibi görkemli bir plana aktarılıyor ve dine nüfuz ediyor. Tacirler, rekabetin sonuçlarından yakınıyorlar, ama onunla yaşıyor, onunla zenginleşiyorlar. Rekabeti istiyorlar ama sonuçlarını istemiyorlar. Bunun avuncunu, insanların önceden saptanmış bir alınyazısına katlanmak zorunda oldukları fikrinde buluyorlar. Alınyazısı öğretisi, rekabet içinde yaşayan bir sınıfa, rekabetin sonuçlarını kabul ettirmekle, meta üretimini sağlamlaştırıyor.
Elbette, burjuva ticaretinin yıkıma sürüklediği feodaller bu öğretiyi kabul edemezlerdi: öğreti, feodalitenin manevi kılıcı Katolik kilisesi tarafından mahkum edildi. Ama meta üretimi, üretici güçleri geliştirdiği için, feodal ekonomiye göre bir ilerlemeydi, onun için kalvenist teori ortaçağ inanına oranla ilerici bir rol oynuyordu. Günümüzde ise, bu teorinin zamanı geçmiş, teori eskimiştir; onun alınyazıcılığı insanın kendi alınyazısına sahip olduğu devrimci fikrine karşıdır: büyük protestan bankacıların ideolojisi, ancak, kapitalizmin iktisadi bunalımlarının ve mali çöküşlerinin “kaçınılmaz” olduğunu, “alında yazılı” olduğunu kabul ettirmeye yarar.
Bu örnek, açıkça gösteriyor ki, aynı bir fikir, tarihsel koşullara göre, çok farklı iki durumda olabilmektedir: bazan egemen ekonomi biçimine zarar verebilir, alınyazısı öğretisinin feodal düzendeki durumu gibi; bazan da egemen üretim ilişkilerine hizmet edebilir, aynı öğretinin kapitalizmdeki durumu gibi. Ancak bu ikinci durumdadır ki, öğretinin bir (sayfa 387) üstyapı öğesi olduğu söylenecektir. Bu yüzden üstyapı terimi, ayrım yapmaksızın herhangi bir fikir, teori ya da bunlara uyan bir kurum için kullanılmaz. Toplumun iktisadi temeline göre, ona kıyasla tanımlanır. Üstyapı, egemen üretim ilişkilerini yansıtan ve bunun sonucu olarak kendileri de egemen durumda olan fikirleri ve kurumları içine alır.
“Temel [altyapı], toplumun gelişmesinin belirli bir aşamasındaki ekonomik düzendir. Üstyapı, toplumun politik, hukuksal, dinsel, sanatsal, felsefi görüşleri ve bunlara tekabül eden politik, hukuksal ve diğer kurumlardır.
“Her temelin o temele tekabül eden kendi üstyapısı vardır. Feodal düzenin temelinin kendi üstyapısı, politik, hukuksal ve diğer görüşleri ve onlara tekabül eden kendi kurumları vardır; kapitalist temelin kendi üstyapısı vardır, sosyalist temelin de. Temel değiştiği ya da tasfiye edildiğinde, onun üstyapısı, onu izleyerek değişir ya da tasfiye olur, yeni bir temel doğunca bunu izleyen ve buna tekabül eden bir üstyapı doğar.”[65]
Siyasal kurumların, yani devletin de üstyapıya girdiğini belirtelim.
Gerçekten de, devlet, Stalin’in sözüyle, egemen olan siyasal görüşlere, siyasal ideolojiye “uyar”, sınıf çıkarlarını yansıtan ilkelere göre örgütlendirilmiştir. Devlet, en güçlü sınıfın, egemen durumda olan üretim ilişkilerini kendinde kişileştiren sınıfın iktidarının örgütlenme biçimidir. İktisadi temel birincildir, devlet ikincil. Siyasal örgütlenme örgütlendirici güç olan siyasal ideolojiden ortaya çıkar. Son tahlilde devletin gücü, fikirlerin gücünden kendisi de iktisadi temelin yaşamsallığının yansısı olan fikirlerin gücünden başka bir şey değildir. Siyasal gücün asıl dayanağı yığınların desteğidir; devlet, bu yığınların saflarında hüküm süren fikirlerden yararlanma durumundadır. Yığınların bu desteği yerinde olabilir ya da olmaz; yığınlar, tarihsel gelişimin belli bir noktasına kadar aldatılabilirler ve sömürücü sınıfların (sayfa 388) iktidar gücü yalana dayanır. Yığınların bu desteği azaldığı zaman devlet zayıflar: iktidardaki sınıfın açıkça şiddet yoluna başvurması, zayıflığının ve yaklaşan sonunun belirtisidir. Belirleyici olan şey, yığınları içine alan fikirlerdir.[66]

II. ÜSTYAPI TEMEL TARAFINDAN OLUŞTURULUR

Üstyapı, temel tarafından oluşturulur, onunla birlikte kaybolur, o da onun kaderini izler. Bir toplumda egemen fikirleri, gerçekte, o toplumda egemen durumda olan üretim araçlarının mülkiyet biçimi oluşturur. Demek ki, üstyapı, siyasal, hukuksal, dinsel, felsefi vb. fikirlerin basit bir şekilde yanyana sıralanışı değildir. Bu fikirlerin bir iç bağı vardır: aynı temeli yansıtırlar. Temel ve üstyapı, organik bir bütün oluştururlar. Örneğin feodal üstyapı bütün bölümlerinde, çözülmez bir biçimde feodal temele bağlıdır. Temelin ve üstyapının diyalektik birliği marksist toplumsal şekillenme kavramını oluşturur.
Öyleyse, üstyapı, elbette ki, değişmez olmayan, ama canlı temeliyle birlikte doğan, onunla birlikte gelişen, onun ardından ortadan kalkan bir bütün oluşturur.
Sınıflı toplumlarda, devletin varlığı, üstyapının tüm varlığına özel bir karakter damgası vurur. Devlet, üstyapının örgütleyici öğesidir. Örneğin, bir sınıf eğitimini düzenleyen devlettir.
İktisadi bir düzenin ortadan kalkışı sonunda, üstyapı, organik bir bütün olarak yokolur. Şu halde, üstyapıyı, tarihsel materyalizmin temel kavramı üstyapıyı, kendi kendine, yalıtılmış, keyfi bir şekilde ve herhangi belli bir üstyapıdan kopuk olarak ele alınan şu ya da bu fikir ya da kurumla karıştırılmamalıdır. Her fikir ve kurum, yeni bir üstyapı bütününe tamamlanırken kökten bir değişikliğe uğrar ve bundan böyle katıldığı bütünün yeni anlamını alır, kabul eder. Bunu unutmak biçimciliktir.
Bu konuda özellikle anlamlı olan bir örneği, dinsel okul (sayfa 389) vermiştir. Ortaçağ tipi bilmesinlerci okul, devrimci burjuvazi, feodal iktisadi temeli tasfiye ettikten sonra, feodal üstyapının tasfiyesiyle birlikte, tarih sahnesini terketmiştir.
Daha sonra, 19. yüzyıl boyunca, proletaryanın devrimci yükselişinden korkan, ama artık feodalitenin geri dönüşünden endişe etmeyen Fransız burjuvazisi, anti-demokratik amaçlar için kullanmak üzere, dinsel okulu isteklendirecekti. Ama, burjuvazi, ona burjuva üstyapının öğesi olarak yeniden yaşam verdi ve bu yüzden, sonuç olarak onu burjuva toplumun koşullarına uydurarak değiştirdi.
Bu, hiç de feodal üstyapının kendi temelinden sonra da yaşadığı anlamına gelmez, ama yalnızca, burjuva üstyapının, önceleri ilerici olan kapitalist üretim ilişkilerinin artık gerici oldukları bir dönemde gerici bir doğrultuda değişikliğe uğradığı anlamına gelir. Burjuva demokratik geleneğin mirası laik okul, bu koşullarda, burjuva üstyapının bu yönelimine karşı en iyi savaşım verebilecek öğelerden biridir. Proletarya, onu desteklemelidir.
Böylece, üstyapı ile temel arasındaki uygunluk, yalnız bütün üretim tarzının altüst olduğu çağlarda değil, ama aynı ve bir toplumsal şekillenmenin gelişiminin çeşitli evre ya da derecelerinde de kendini gösterir.
Kapitalizmde, serbest rekabet evresine “liberal” fikirler uygun gelmektedir, siyasete de burjuva parlamenter demokrasi; tekeller evresine ise her çizgide gericilik uygun düşer: tekelci burjuvazi “kuvvetli devlet” zorunluluğunu ilan eder, kendi meşruiyetini bozar, burjuva demokratik özgürlükleri bir yana iter.[67]
Kültür alanında, birbiriyle çelişik yönleri kapitalizmin atılım dönemine ve son bulma dönemine karşılık olan, iki hareket görülür. Birinci dönemde -Rönesans’tan 19. yüzyılın ortalarına kadar- burjuva kültür eleştirici bir özümleme, benimseme süreciyle, insan düşüncesinin bütün kazançları, özellikle antikçağ kültürü ile gelişir ve zenginleşir. İkinci (sayfa 390) dönem: burjuva kültür, daha önce içine aldığı bütün ilerici, ulusal, hümanist öğeleri yavaş yavaş kendi etki alanının, kendi dünyasının dışına atar ve çabukça ayrışır, dağılır. Hatta artık kendi geçmişine bile saygı gösteremez. Eleştirici özümleme süreci kalkar, onun yerine bir ayırdetme, seçme süreci gelir. Evrensellik tutkularının yerine kendi öz mirasını terketme geçer: Diderot felsefeden, Michelet tarihçiler safından, Victor Hugo ise “salt” şairler safından çıkarılırlar.[68]
Bu konuda, sonuç olarak, bir fikri ya da bir kurumu doğru olarak değerlendirmek için, onu hiçbir zaman kendi kendine, soyut olarak, bir bölümünü oluşturduğu ve belirli bir temeli yansıtan üstyapıdan ayırarak incelememek gerekir. Bu, devlet konusunda özellikle vazgeçilmez bir şeydir. “Aracı”, “sınıflar üstü”, sözde “genel çıkar”ı cisimleştiren sosyal- demokrat ve idealist devlet teorisi, bir yalandır. Aynı şekilde hıristiyan-demokratlar, devleti, “ortak yarar”ın cisimleşmesi şeklinde sunarlar. Gerçekte, toplumun uzlaşmaz sınıflara bölünüşüyle ortaya çıkan, tarihsel bakımdan zorunlu bir olgu olan devlet, kökeni ve niteliği ile bir sınıfın devleti olarak kalır. Yoksa, bilimsel bir yanılgı olan biçimciliğe kapılmadan, genel olarak ve soyut olarak “demokrasi”den sözedilemezdi. Daima şu soruyu sormak zorunludur: kimin için demokrasi? Kapitalistler için mi, yoksa yığınlar için mi?
N o t: Anarşizm -ki, Fransız işçi hareketi üzerinde hala bir etki yaratmakta devam ediyor- üstyapının niteliğini ve rolünü tanımayan idealist bir öğretidir. Onun için devletin sınıfsa1 kökünden, iktisadi temel ile olan nesnel bağından habersizdir. Bu öğreti, devlette, insanın derinliğinde. yatan ve aslında sınıf savaşımının bir alt-ürününden başka bir şey olmayan bilmem hangi egemen olma ve iktidar “içgüdüsü” görür. Bu yüzden, pratik planda, anarşizm, yığınların siyasal ve ideolojik eyleminin gereğini yadsır, çünkü, devletin gerçek gücünün yığınların desteği olduğunu görmez. Bireyin ya da azınlığın eylemini göklere çıkararak, anarşizm, (sayfa 391) serüvene kapılır, ve bir provokasyon aleti olarak yozlaşır.

III. ÜSTYAPI ETKİN BİR GÜÇTÜR

“Üstyapıyı doğuran temeldir, ancak, bu hiçbir zaman onun temeli yansıtmakla yetindiği, edilgin, tarafsız olduğu, temelin kaderine, sınıfların kaderine, düzenin niteliğine karşı kayıtsız bulunduğu anlamına gelmez. Tersine, üstyapı bir kez doğunca etkin büyük bir güç olur, temelin billurlaşmasına ve güçlenmesine etkili bir biçimde yardım eder; yeni düzenin, eski temeli ve eski sınıfları yıkışını tamamlamasına ve onların tasfiyesine yardım etmek üzere gereken bütün önlemleri alır.
“Başka türlü olamazdı da. Üstyapı, özellikle, temel tarafından, kendisine hizmet etmesi için, billurlaşmasına ve güçlenmesine etkin olarak yardım etmesi için, zamanı geçmiş bulunan eski temeli ve onun eski üstyapısını tasfiye etmek üzere etkin olarak savaşım vermesi için yaratılmaktadır. Üstyapının bu alet rolünü oynamayı reddetmesi, onun, temelin etkin savunucusu durumundan temele karşı kayıtsız bir duruma geçişi, sınıflara karşı aynı tutumu takınması, niteliğini yitirmesi ve bir üstyapı olmaktan çıkması için yeterlidir.”[69]
Zaten daha önceden de biliyoruz ki, fikirler, canlı güçlerdir. Ama Stalin’in burada üzerinde ısrar ettiği nokta, üstyapının kesin olarak kendi temeline hizmet etmek ve onu savunmak için oluşturulduğudur. Madem ki üstyapının üstyapı olma niteliğini yitirmesi için, kendi temeline artık hizmet etmez olması yeterlidir, bu üstyapının bir çeşit tanımlamasıdır da.
Üstyapı, bir alettir, iyi düzenlenmiş bir planın, egemen sınıfın bilinçli bir eyleminin meyvesidir. Elbette ki, egemen sınıf fikirleri yoktan yaratmaz. Fikirler yansılardır. Ama belli bir sınıfın kendisi için yararlı fikirleri ileri götürmesi (sayfa 392) bilerek olur, bilinçle olur.
Üstyapıyı kendi içinde bağlantılı bir bütün olarak gösterdik. Peki, bir fikir ya da bir kurumun bu bütüne bağlılığını belirleyen nedir? Yalnızca onun sınıfsal yararlılığı, ve temelin hizmetindeki rolü. Üstyapının yaşamında, fikirlerin savaşımında, kurumların evriminde raslantı yoktur. Burjuvazi kendi üstyapısını bir plana göre düzenler. İşte buna bir örnek: Meclis kürsüsünden, Fallaux yasası üzerine tartışmalar sırasında, 1848 Haziranından birkaç ay sonra Montalembert kontunun konuşması:
“Mülk sahibi olarak ve mülk sahiplerine hitap ederek, tam bir açık yüreklilikle bir tek sözcük ekleyeceğim, çünkü biz burada, sanıyorum, birbirimize, yalansız-dolansız gerçeği söylemek üzere bulunuyoruz.
“Bugünün sorunu nedir? Mülk sahibi olmayanlarda, mülkiyete saygı uyandırmaktır. Bu saygıyı uyandırmak,[70] kendileri mülk sahibi olmayanları mülkiyete inandırmak için bir tek yol biliyorum: onları tanrıya inandırmak! Ve seçmeciliğin, şu ya da bu başka bir sistemin belirsiz tanrısına değil, ama hıristiyan dini öğretisinin tanrısına, On Emir’i yazdırmış olan ve hırsızları sonsuza kadar cezalandıran bir tanrıya inandırmak. İşte mülkiyeti etkili bir şekilde koruyabilecek olan gerçekten halka göre tek inanç budur…”[71]
Burada, üstyapının bilinçli şekillenmesini, burjuvazinin, eski bir kurumu daha, gerici olma yoluna girmiş olan kendi üstyapısı içine almak zorunluluğunu kavrıyoruz.
Katolik Kilisesi köleliği mahkum etmedi; ortaçağda, Avrupa’da, sömürgelerde 1848’e kadar, Birleşik Devletler’de 1865’e kadar köleler vardı.
Kilise, serflere, senyöre boyun eğmeyi öğretti. Kuşkusuz, cengaver olan derebeyler, onları, cehennem ateşi korkusuyla “tanrının yasaklarına” saygı göstermeye zorladı. Ama bu önlemler, her şeyden önce o toplumun yaşamı için zorunlu olan kültürü koruyor, üretimi kayırıyor, ayaklanmaları önlüyordu. (sayfa 393) Kısacası, feodallerin “aşırılıklarına” karşı feodaliteyi koruyordu. Ama Reims başpiskoposu haykırıyordu:
“Serfler, efendilerinize karşı her zaman uysal olunuz. Onların sertliğini ya da cimriliğini bahane edecek duruma düşmeyiniz. Yalnız iyi ve ölçülü olanlara değil, böyle olmayanlara da bağlı kalınız. Kilisenin kuralları, serfleri başkaldırmaya, itaatsizliğe, hileye itenlere, ve hele hele onlara açıkça karşı koymayı öğretenlere karşı aforozlarını ilan eder. “[72]
Daha sonra, Kilise, 19. yüzyıl sonlarının Genelgeleriyle, kapitalistlerin “yolsuzluklarına” karşı, kapitalizmi korumaya çaba gösterdi, ağzını da buna göre ayarladı. Eskiden, toplumda senyörlerin ve serflerin varlığını zorunlu olarak ilan ediyordu, şimdi de kapitalistlerle proleterlerin varlığının zorunlu olduğunu bildiriyor.
Böylece kapitalizmde kilisenin varlığı, bir eski düzenden artakalış değildir: bu, sömürücü ve zorba burjuva düzenin, daha eski, ama gene sömürünün ve baskının hüküm sürdüğü toplumsal bir biçimlenmeyi içeren bir ideolojiden ve bir kurumdan yararlandığı anlamına gelir. İşte bunun içindir ki, burjuvazi, kendini tehlikede hisseder hissetmez, dini, kendi gereksinmelerine uydurarak, bile bile yeniden kalkındırdı ve kapitalist üstyapının bütünü içinde bir bölüm olarak dine yeniden güç ve arka verdi. Sonuç olarak, dinsel eğitim ile laik öğretimi birbirinin tamamlayıcısı olarak sundu. 1887 yılının ilkokul hakkındaki resmi bilgileri gösteriyor ki: “Laik öğretim, dinsel öğretime karşı koymaksızın ondan ayrılır. Öğretmen rahibin yerini al[maz]. ..her çocuğu namuslu bir insan yapmak için kendi çabalarını [onun çabalarına] katar.”
Burjuvazi, bütün yumurtalarını aynı sepete koymuyorsa da, gene de kemanlarını akort etmeyi biliyor!
Stalin’in bir gözlemi, özellikle üzerinde durulmaya değer: üstyapı bu alet olma rolünü reddettiği anda niteliğini yitirir ve üstyapı olmaktan çıkar. Örneğin resmi öğretimin hocaları, (sayfa 394) burjuvazinin emperyalist amaçlarını savunmayı reddederlerse, burjuvazi, bu demokrat öğretmenleri işlerinden atar. Burjuva yasallık artık tekellerin gereklerine uygun gelmediği zaman, tekellerin kendi çıkarlarının iyi bir aleti olmaktan çıkar; burjuvazi, burjuva demokratik özgürlükleri bir yana atmaya bakar. İşte o zaman,burjuva özgürlükleri bayrağını yukarı kaldırmak ve onu ileri götürmek işi, pek doğal olarak, kapitalist düzende, ulusa kendi siyasal görüşlerini yaymak için en iyi koşulları burjuva demokrasisinde bulan proletaryaya düşer.
Şu halde, fikirler ve kurumlar, metafizik bir biçimde değerlendirilmemelidir. Fikirlerin kökenlerinin onların niteliklerini belirlediği doğru ise de tarihsel koşulların değişmesi, onların rolünü değiştirir: bunların belli bir anda, nesnel koşulların değişmesinden dolayı hangi sınıfın hizmetine konabileceklerini daima diyalektik olarak araştırmak gerekir.
Üstyapının, en başta da devletin etkin gücü, özellikle kapitalizmin cançekişme döneminde kendini gösterir. Bu dönemde üretim ilişkileri artık üretici güçlerin niteliğine uygun değillerdir. Bu ilişkileri sağlamlaştırmak, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki zorunlu uygunluk yasasının uygulanmasını engellemek ve kapitalizmin varlığını sonsuz bir şekilde uzatmaya çalışmak için bütün önlemleri alan kapitalist devlettir. Kendisine uygun gelen bir ideolojiye dayanan burjuva devlet, o zaman toplumun ilerlemesine karşı başlıca engel haline gelir.
Ancak yeni güçlerin bilinçli eylemi ile yolun üzerinden uzaklaştırılabilen bir engel. Daha önceki dersten biliyoruz ki, bu siyasal ve toplumsal güçler, proletarya ile köy ve kentteki emekçi kitlelerin ittifakı ile oluşur. Şimdi görüyoruz ki, böyle bir savaşımın amacı, yeni bir siyasal iktidar kurmak, etkin rolüyle eski temelin ve eski üstyapının tasfiyesini, yeni bir temel ve yeni bir üstyapı yaratılmasını sağlayacak olan proletarya iktidarını kurmaktır.
Böylece, bazı tarihsel koşullarda, fikirler ve kurumlar belirleyici bir rol oynarlar. Kaba materyalizm, toplumun (sayfa 395) otomatik ve “kendiliğinden” gelişmesi gibi yanlış bir “teoriye” götürür: pratik olarak, kapitalist devletin kendi temelinin varlığını uzatmak için yürüttüğü eylem karşısında pasif kalmayı haklı gösterir, doğrular. Marksizm ise, tersine, yığınların devrimci girişkenliğinin en başta gelen rolünü hiçbir zaman ihmal etmez. Siyasal eylemi geliştirmek ve yığınların ideolojik düzeyini yükseltmek için savaşımı hiçbir zaman ihmal etmez.

IV. ÜSTYAPI ÜRETİME DOĞRUDAN DOĞRUYA BAĞLI
DEĞİLDİR
“Üstyapı, üretime, insanın üretici etkinliğine doğrudan bağlı değildir. O, üretime, ancak dolaylı bir şekilde, ekonominin aracılığı ile, temelin aracılığı ile bağlıdır. Bu yüzden, üst- yapı, üretici güçlerin gelişme düzeyindeki değişiklikleri dolaysız ve doğrudan değil, temeldeki değişikliklerden sonra, temeldeki değişikliklerin üretimdeki değişikliklere dönüşmesinden sonra yansıtır. Bu, şu anlama gelir ki, üstyapının etki alanı dar ve sınırlıdır.”[73]
Marksizmin bu önemli tezi, bütün üretim ilişkilerinin ve sınıf savaşımının sözünü etmeden geçiştirenlere ve “tekniğin evrimi”nin doğrudan doğruya fikirlerin ve kurumların ilerlemesine neden olduğunu öne sürenlere karşı bizi uyarır. Gerçekten, “modem uygarlığın” maddi ilerlemesini, kültürel, entelektüel, “manevi” alanda da buna uygun düşen bir ilerlemenin izlemesi gerektiğini söylemek, burjuva düşüncenin durmadan yinelediği bir şeydir. Emperyalizmin de bu beylik burjuva düşünceyi durmadan yalanlaması, teknik ve bilimsel ilerlemeyi suçlamak için bunu bahane eden idealistlerin yakınmalarına neden olmaktadır.
Oysa, bir toplumun kültürel, entelektüel ve “ahlaksal” düzeyini belirleyen onun iktisadi temelidir. Teknik ve bilimsel bilgilerdeki ilerleme, bunda, hiçbir değişiklik yapmaz. (sayfa 396)
İlerleme, üstyapıda, ancak temelin aracılığıyla yansır. Nasıl ki, üretici güçler, varolan üretim ilişkileri sınırlan içinde gelişirse, aynı biçimde, teknik ve bilimsel ilerleme de bu temeli yansıtan ideolojik ölçütlerine göre evrim gösterir, her sınıf tarafından kendi sınıf çıkarına göre değerlendirilir.
Öyle bir zaman oldu ki, sanayi burjuvazisi, bilimlerdeki ilerlemenin, insanlığın maddi ve kültürel ilerlemesine varacağını bildiriyordu. Bununla, bu çağda, sanayi kapitalizminin gelişme olanaklarını ifade etmekten başka bir şey yapmıyordu. Ama, olguculuğun tezi olan bu tez yanlıştır.
Çökmekte olan kapitalizmde, bilimsel ve teknik ilerleme, yalnız toplumsal gereksinmelerin hizmetinde olmamakla kalmazlar, çünkü, kapitalist kârın hizmetindedirler, ama hatta bilimsel fikirler yığınların içine enikonu giremezler ve onların kültür düzeylerini yükseltmeye hizmet edemezler. Gerici burjuva ideolojisi, yığınlara egemen olur; burjuva üstyapı onların kültür düzeyini belirler ve bu kültür düzeyi, kaçınılmaz olarak, bilimsel bilgiye göre geri kalır. Toplumun ve kurumların ilerlemesinin yalnızca bilginin yığınlar arasında dağılmasına bağlı olduğunu kabul eden A. Comte’un olgucu anlayışı, ilerici burjuvazinin bir ütopyasıdır: kapitalizmin daha sonraki gelişmesi bu anlayışın dayanaksızlığını gösterecekti.
Olguculuğun tersine, marksizm, üstyapının -yeni üstyapının- teknik ve bilimsel ilerlemeyi yansıtmasını sağlayan şeyin sınıf savaşımı ve iktisadi temel değişiklikleri olduğunu ortaya koyar. Toplumun kültürel ve entelektüel düzeyinin yükselişine doğru, fikirlerin ve kurumların ilerlemesine doğru giden tek yol, sınıf savaşımı ve sosyalist devrimdir. Makine ve bilimin kendi başlarına, insanı alıklaştırmak ya da yükseltmek yetileri birbirinden fazla değildir. “Uygarlığı” belirtmeye yetmezler. Birleşik Devletler’deki teknik gelişme bu ülkede egemen olan ideolojinin, yüksek bir uygarlık derecesini ifade etmek şöyle dursun, kapitalist barbarlığın bütün çizgilerini sunmasına engel olmamaktadır. Sosyalizme gelince, sosyalizm, ne “tekniğe bağlı bir uygarlık”tır, ne de (sayfa 397) bilimciliğin zaferi. Onun manevi üstünlüğü, üstün bir hümanizm yaratan sosyalist temelin bir yansısıdır. Gerçek bir hümanist, sınıf savaşımını mahkum etmez, ona katılır; yalnız sınıf savaşımının, insan emeğinin ve insan zekasının en büyük kazançlarının engellere uğramadan uygulama alanı bulabileceği iktisadi ve toplumsal bir düzene varacağını bilir.

V. VARGI

Uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarıyla, uzlaşmazlıklarıyla parçalanmış bir toplum, gerçek bir ahlaksal ve kültürel birlik gösteremez. Elbette ki, egemen sınıf, kendi ideolojisini kabul ettirebilir, ezilenlerin sesini boğmayı başarabilir. Yalnız sınıflararası uzlaşmaz karşıtlıkları olmayan bir toplum, gerçek ahlaksal ve manevi birliği tanıyabilir, bu birlik hiçbir zaman bilginin ilerlemesi için zorunlu olan fikir savaşımını kaldırıp atmaz.
Bizimki gibi bir toplumda birbirinin karşıtı olan iki ideoloji vardır, yalnızca iki ideoloji: burjuvazinin çıkarların hizmet eden ve üstyapının tamamlayıcı bir bölümü olan ideoloji, ve öteki, bilimsel ifadesini marksizmde bulan proletaryanın ideolojisi..
“Tarafsız ideolojiler”de artış diye bir şey sözkonusu olamaz. Ama halkın, ulusların ve insanın düşmanı saldırgan emperyalizmin ideolojik isteklerine oranla daha az saldırgan olan, geri çekilmiş durumda bulunan burjuva fikirler vardır. Akılcı, anti-faşist, hümanist burjuva fikirler bu tür fikirlerdir. Bu fikirler, emperyalizmin istekleriyle çelişki haline düşer düşmez, burjuvazi, onlara karşı saldırıya geçer. O halde besbelli ki, işçi sınıfı ve ilerici güçler, bu fikirlere sahip çıkmalı, onlara güç ve kuvvet vermeli ve onların demokratik içeriğini geliştirerek onları ileri götürmelidirler.
Böylece, iki ideoloji durağan değildir. Bunlardan biri gerilemektedir ve her gün daha gerici ve daha az evrensel olmaktadır. Öteki zenginleşmekte ve yeni bir hümanizm uğruna savaşımda güçlenmektedir. (sayfa 398)
Proletarya, artık ulusun çıkarlarından ayrılmaz olan çıkarlarındaki değişikliklere uyarak, geçmişin ulusal kültürü içinden, yaşamın sadık yansılan olan ve aynı zamanda sanatın kalıcı anıtları olan ilerici öğeleri çekip çıkarır. Ve gene ulusun çıkarlarına karşı olan kendi çıkarındaki değişikliklere uyarak, burjuvazi ulusal mirastan ve kendi demokratik ve hümanist kalıtından yüzçevirir. Tarafsız ideoloji yoktur ve olamaz: yalnızca uzun tarihi boyunca burjuvazi tarafından hazırlanmış fikirler ve bu fikirlerin bilimsel eleştirisinin sonucu olarak oluşan, marksizmin ortaya attığı ve proletaryanın benimseyip kendine malettiği fikirler vardır.
Sınıf savaşımının zikzaklı tarihsel gidişine göre şu ya da bu fikrin bir kamptan bir başkasına geçebilmesi, kesin olarak o fikrin tarafsız olmadığın, ve belirli bir içerik taşıdığını gösterir; bunun içindir ki burjuvazinin sınıf çıkarı değiştiği zaman bu sınıf, artık işine yaramayan fikri kaldırıp atar.
Toplumun öncü güçlerine düşen görev, bütün ideolojik ve kültürel kalıtı yeniden değerlendirmektir. Marksizm, aslında, eleştiricidir ve kapitalizmin nice emekle kurulan ideolojik yapısını en ince noktasına kadar eleştirir. O halde, eleştirici bir biçimde geçmişin kültürünü benimsememiş, özümsememiş bir kimse, tam marksist olamaz. (sayfa 399)

YOKLAMA SORULARI

1. Karşıt sınıflı bir toplumda fikir savaşımının gerçek içeriğini bir örnekle gösteriniz.
2. Hangi tür fikirler üstyapıya aittirler? Örnekleri.
3. Proletarya, kapitalist üstyapının dönüşümlerine karşı ne gibi bir tutum almalıdır?
4. Bilimsel ilerleme ve “manevi” ilerleme.

________________________________________
Dipnotlar

[64] Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, s. 42-43.
[65] J. Stalin, “Dilbiliminde Marksizm Üzerine”, Son Yazılar, 1950-1953, s. 10.
[66] Devlet konusunda daha derin bir inceleme için, Lenin’in Devlet ve Devrim kitabına başvurulmalıdır.
[67] 1831 Lyon ipek işçileri ayaklanmasının arkasından gelen 1833 Guizot yasasının, sonrada 1848 Haziran işçi ayaklanmasının ezilmesini izleyen 1850 Fallaux yasasının anlamı budur.
[68] Bu, proletaryanın hiç de bu öğretinin içeriğini eleştirmekten vazgeçtiği anlamına gelmez: burjuva sömürüsünün de getirdiği ölçüde, proletarya bu içeriği eleştirir.
[69] J. Stalin, “Dilbiliminde Marksizm Üzerine”, Son Yazılar, 1950-1953, s. 1l.
[70] Stalin’in metnini tamamen doğrulayan sözcüğe dikkat edilmeli.
[71] Ulusal Mecliste konuşması, Ocak 1850.
[72] Aktaran: J. Bruat, Histoire du mouvement ouvrier français, Editions Sociales, 1952, s. 43.
[73] J. Stalin, “Dilbiliminde Marksizm Üzerine”, Son Yazılar, 1950-1953, s. 14-15.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir