Felsefenin Temel İlkeleri – 9.Ders: Materyalizmin birinci çizgisi; dünyanın maddiliği. Georges Politzer

Felsefenin Temel İlkeleri, Georges Politzer’in 1935-1936 ders yılında İşçi Üniversitesi’nde verdiği derslerin, öğrencileri olan Guy Basse ve Maurice Caveing tarafından geliştirilerek ve onun imzası altında Principes fondamentaux de philosophie (Editions Sociales, Paris, 1954) adıyla yayınlanmıştır.
Georges Politzer (1903-1942), insanlık düşmanı Naziler tarafından 23 Mayıs 1942’de kurşuna dizilerek katledildi.
Dokuzuncu Ders
Marksist Materyalizmin Birinci Çizgisi; Dünyanın Maddiliği
I . İdealist tutum.
II . Marksist anlayış.
III . Madde ve hareket.
IV . Doğal zorunluluk.
V . Marksizm ve din
VI . Vargı
I. İdealist Tutum
İdealizmin en eski biçimi, doğa olaylarını maddi olmayan güçlerin etkisiyle açıklamak ve doğayı “ruhlar” tarafından canlandırılmış olarak kabul etmekten ibarettir.
İnsana öyle gelir ki, idealizmin bu biçimiyle savaşmak pek güç olmasa gerek. Nitekim üretimin, tekniğin ve bilimin ilerlemesi bu çeşit açıklamaları gittikçe, yavaş yavaş ortadan kaldırmıştır. Çok önceleri de, en gelişmiş halklar, ateş, su ve hava cinlerini, ancak sihirle, büyüyle açıklayan gizemli güçleri doğadan kaldırıp atmışlardır, ve peri ve cin masalları ancak küçük çocuklara anlatıları masallar haline gelmiştir.
Yani fetişizm ve genel olarak her yanda “ruhlar”ın bulunduğunu öne süren ve bu yüzden de canlıcılık (animisme) denilen görüş terkedilmiştir. (sayfa 169)
Daha yüksek düzeyde, barometre tüpünde civanın yükselişini açıklamak için, artık, ne “doğa boşluktan nefret eder” diyoruz; ne de afyon uyutur, çünkü onun bir “uyutucu etkisi” vardır diyoruz. Yalniz, çocuklar, kendilerini yaralayan şeylere karşı, sanki bu şeyler kötü bir iradeye sahiplermiş gibi öfkeye kapılırlar, bu bakımdan “kötü kader” karşısında sinirlenip kızan ya da uğur getirecek şeyler kullanan kimselere benzerler.
Newton, eskiden varlığına inanılan tanrının, kendi yörüngeleri üzerinde seyredebilmeleri için, her bir gezegene bahşettiği gözcüyü, koruyucu meleği uzaydan uzaklaştırdı. Kartezyen (dekartçı) filozoflar ise, hayvanların bir ruhu olduğu fikrini yok ettiler ve Diderot, bu konuda alayla şunu soruyordu: bir hayvanın kesilmiş bir organında hâlâ kas hareketleri varsa, bu hareketi açıklamak için, kesilmiş beden parçasında kalmış olan bir “can parçası” olduğunu da düşünmek gerekir!
Bununla birlikte, her doğa olayının özel bir ruhun etkisini gerektirdiği fikri, bugün bize yabancı bir fikirse de, tüm olarak alındığında, dünyanın varolmak için bir üstün, evrensel ruha gereksinmesi olduğu fikri, bilindiği gibi, özellikle tek-tanrılı dinler biçiminde hâlâ durmaktadır.
Örneğin, tek-tanrılı hıristiyan dini, dünyanın maddi gerçeğini pekala tanır. Ama bu gerçek, ikincil, yaratılmış bir gerçektir. Gerçek varlık, sonuncu ve derin gerçeklik taşıyan ruhtur: bu, salt ruh ve evrensel ruh olan tanrıdır. İşte nesnel idealizm denen şeye bir örnek.
Bu felsefi görüş, birçok biçimlere bürünmüştür. Platon’a göre maddi gerçek, düşüncel bir dünyanın, varolmak için maddi dünyaya gereksinmesi olmayan mutlak aklın hüküm sürdüğü Idée’ler (Fikirler) dünyasının bir yansısından başka bir şey değildir. Eski Yunan stoacıları okuluna göre, dünya, tanrısal bir iç ateşle canlanan muazzam bir canlı varlıktı. Hegel’e göre, doğa ve insan toplumlarının gelişmesi, kendiliğinden varolan mutlak ve evrensel düşüncenin dış kılıfından, görülebilir yönünden ve cisimleşmesinden başka bir şey (sayfa 170) değildi.
Şu halde görülüyor ki, bütün bu filozoflara göre, dünya ancak, görünüşe göre maddidir; son tahlilde, onun derin gerçeği başka yerdedir, onun derin nedenini ruhun varlığında aramak gerekir. Bu ruh bizim bireysel insan bilincimizden bağımsızdır: onun için bu filozoflara nesnel idealizm grubunda yer verilir.
Şunu da kaydedebiliriz ki, insana gelince, nesnel idealizm, çok kez, can (ruh, âme) ile bedeni birbirinden ayırdetmeye varır, birincisini manevi dünyaya, ikincisini ise maddi dünyaya bağlar. Hıristiyan idealizminde de aynen böyledir. İnsanın böyle iki ilkeye bağlı olmasını isteyen görüşe, ikicilik (dualisme) denir. İnsanı konu alan bilimlerde, ikicilik idealizmden esinlenir.
a) çünkü, ikicilik, doğanın bir varlığını, bu varlığın içindeki bir “can” ile açıklar. Bu, canlıcılığa bağlanır;
b) çünkü, ikicilik, kısaca bu “can”ı bir üstün ruhun varlığına bağlar. Zaten, eğer onu maddi ilkeye bağlamış olsaydı, artık ikici (dualiste) değil, birci (moniste) olurdu.
Bununla görülüyor ki, kaba tanrıtanımazlık tamamen ikicilikten çıkmaktadır; tanrının varlığını yadsır, ama bilimsel materyalist anlayışa başvurmadan; “insan ruhundan”, “insan bilincinden”, sanki bu ruh, farklı ve bağımsız bir ilkeymiş gibi sözeder; böylece en yavan idealizme bağlı kalır. Bizim üniversiteli filozoflarımızın, laiklikten yana olan ya da olmayan filozoflarımızın durumu böyledir. Kilise, Napoléon devrindeki Maine de Biran gibi, emperyalizm çağındaki Bergson, Freud ya da Camus gibi idealist tanrıtanımazlardan o kadar çok korkmuyor. Haklı olarak onların sürüden ayrılmış koyunlar olduklarını biliyor ve söylüyor. Ve gerçekten de, bir kez kariyerini yaptıktan sonra ağıla dönen koyunlar sık sık görülmektedir.
Nesnel idealizm, bazı çağlarda, usa-uygun bir çekirdeği olan büyük felsefeler doğurabildiyse de, cançekişen burjuvazinin her çareye başvurarak yığınların dikkatini dünyanın materyalist açıklamasından çevirmeye gerek duyduğu (sayfa 171) çağımızda ?emperyalizm çağında? idealizm, açıkça, usa-aykırı, gerici bir durum alır.
Örneğin Freud, insanı ve toplumsal yaşamın olaylarını, insanda maddi olmayan bir kuvvetin “bilinçaltı” dediği gizemli bir kuvvetin gizli “eğilimleri”nin varlığıyla açıklar. İyi niyetli insanların safdilliklerini kötüye kullanmaya kararlı şarlatanlar için güzel bir nimet. Bilinçaltı, gerçekte, canlıcılığın, dünyada maddi olmayan güçlerin varlığına inancın en son biçimidir.
Bergson’a gelince, o, dünyanin maddiliğini, kayıtsız şartsız yıkar. Nitekim ona göre madde, yaratıcı bir işlemin ürünüdür. Madde, özünde, yaşamdır. Tüm madde, dünyayı oluşturan, tutan, sınırsız bir “dirimsel atılış”ın ürünüdür. öyleyse Bergson’a göre yaşamın kendisi nedir? Bu bilinçtir, bu düşüncedir, bu ruhtur. Bergson, “bilinç, genel olarak, evrensel yaşamla birlikte vardir.”[6] diyor. Bilinç, yaşamın ilkesidir. Madde, bilincin gelişmesinin zorunlu temeli olmak şöyle dursun, tersine, bilinç, madde halinde cisimleşerek onun gelişmesini açıklar.
İşte gerici burjuvazinin en büyüklerle eş saydığı çağdaş “dahi” filozof; işte hangi “felsefe” adına “bilimciliği” bir vuruşta ikiye bölen ve işte zekanın işini değerden düşürmeye çalışan.
“Bilimsel olarak” evrenin yaradılışını, evrenin yaşını, ve bu yaradılışın ne kadar zaman aldığını göstermeye ve eski “evrenin ölümü” teorisini vb. diriltmeye çalışan idealist Amerikan bilginleri gibi bilginler görülebildiğine göre, idealizm bilimsel alanda bile saldırısına devam ediyor.
Eğer zamanımızda, bilisizleri ve kandırılmışları, acısını çektikleri toplumsal kötülüklerin materyalist açıklamalarından başka yana çekmek için (Bergson’un yüreklendirdiği ve froydculuğun arka çıktığı) “gizli bilimler”e “ispiritizma”ya yeniden kazandırılan parlaklık ve ciladan korunabilirse,[7] (sayfa 172) dünyanın maddiliği konusundaki marksist tezin, bütün geçerliliği daha açık bir biçimde kavranacaktır.

II. MARKSİST ANLAYIŞ

“Dünyayı, ‘mutlak fikir’in, ‘evrensel tin’in, ‘bilinç’in cisimleşmesi olarak düşünen idealizme karşılık, Marx’ın felsefi materyalizmi, dünyanın, doğası gereği, maddi olduğu; evrenin sayısız olaylarının hareket halindeki maddenin başka başka görünümleri oldukları; diyalektik yöntemin ortaya koyduğu gibi, olayların bağıntılarının ve birbirlerini karşılıklı koşullandırmalarının, hareket halindeki maddenin gelişmesinin zorunlu yasaları oldukları; dünyanın, hareket halindeki maddenin yasalarına göre geliştiği, ve hiçbir ‘evrensel tin’i gereksinmediği ilkesinden hareket eder.”[8]
Stalin, burada, idealizmden sözederken, en başta, yukarda hakkında birkaç söz söylediğimiz Hegel felsefesine dayanır. Çünkü, hegelcilik, felsefe tarihinde en son büyük idealist sentezi temsil eder, nesnel idealizmin bütün tarihsel çizgilerinin, doğada olduğu kadar toplum alanında da, en uygun özeti ve özünün özüdür.
Stalin, evrenin çeşitli olaylarının, ne çeşitten olurlarsa olsunlar, ruhların ya da maddi olmayan “güçler”in müdahalesinden ileri gelmediklerini, ama hareket halindeki maddenin çeşitli yönleri olduklarıni önemle belirtir.
Stalin maddenin içinde ondan ayrılmaz bir şekilde bulunan ve diyalektik yöntemin ortaya koyduğu şekilde evren yasalarının temeli olan bir doğal zorunluluğun varlığını belirtir.
Ensonu Stalin, hareket halindeki, kesiksiz, sürekli değişme halindeki maddenin, dünyanın sonsuzluğunu belirtir.
Bu noktaların her birini sırasıyla ayrıntılı olarak yeniden ele alacağız. (sayfa 173)

III. MADDE VE HAREKET

Madde ile hareket arasındaki ilişkiler sorunu, idealizm ile materyalizmin sınırlarını kesin olarak saptamak sorunudur.
Nitekim, idealizme göre hareket, dinamizm, etkinlik, yaratıcı güç, yalnızca ruha aittir. Madde, süreduran, edilgin, kendine özgü bir biçimden yoksun bir yığın olarak temsil edilmiştir. Maddenin bir şekil alması için Ruhun damgasını taşıması, Ruh tarafından canlandırılması gerekir. Onun için idealist görüşe göre, madde, kendiliğinden hiçbir şey üretemez; ve madde, hareket halinde olduğu zaman, bu hareket ona başka yerden, tanrıdan, Ruhtan gelmektedir.
Maddeyi hareketten ayırmak, metafizik düşüncenin ayırdedici bir çizgisidir. Şunu da kaydedelim ki, bu, yani madde ile hareketi ayırma, bilimlerin başlangıcında, durgunluk halindeki (elbette ki yalnızca görünüşte durgunluk halindeki) maddenin, değişme halindeki maddeye göre daha kolaylıkla incelenebildiği ölçüde kaçınılmaz bir yöntemdir.
Çağdaş bilimlerin hızla ilerleyişi sırasında bile, hareketin maddeye, zamanların başlangıcında bizzat tanrı tarafından verildiği fikri üzerinde ısrar ediliyordu. Bunun gibi gök cisimlerinin hareketleri bilimini geliştiren Newton, evreni, mükemmel bir şekilde ayarlanmış çarkları olan muazzam bir saat gibi tasarımladı ve oluşturduğu dünyanin bilimsel tablosunu, bu koskoca makineyi harekete getirmek için bir başlangıç vuruşunun, bir “tanrısal fiske”nin gerekmiş olduğu fikriyle açıkladı.
Bunun için, azçok tamamlanmış bir hale gelen ilk bilim, yani katı cisimlerin, gök ve yeryüzü cisimlerinin uzayda bir yerden başka bir yere gitmelerinin (ya da yer değiştirmelerinin) bilimi, yerçekimi bilimi, mekanik oldu. İlk yaklaşık tahminle, mekanikte, yer değiştirmekte olan cismin niceliğinin, onun yer değiştirme hızından bağımsız olduğu varsayılabilir. Öyle görünüyor ki, buradan, madde ve hareketin, kütle ve enerjinin birbirinden farkli iki gerçek oldukları yolundaki (sayfa 174) metafizik bir doğrulaması çıkıyor.
Materyalizme göre, tersine, hareket, maddenin temel özelliğidir, madde harekettir. Daha Demokritos, atomları, dünyanın öğelerini, başı ve sonu olmayan bir hareketle canlandırılmış olarak tasarımlıyordu. Bu fikirler, Rönesansı etkilediler. Galilei, 17. yüzyılın başlarında, cisimlerin düşüşünü bilimsel olarak inceledi. Matematik bilimlerin gelişmesi, düşmekte olan bir cismin hareketinin ilk kez olarak doyurucu bir biçimde açıklanmasına olanak sağladı. Bilimlerdeki ilerleme, materyalizmi ilerletiyordu, ve aralarında Descartes’in da bulunduğu filozoflar, doğada her şeyin, cisimlerin mekanik hareket yasalarının işleyişiyle açıklandığı fikrine vardılar. Böylece katı mekanik bir gerekircilik (déterminisme), durmak bilmez bir çarklar sistemi, tanrısal zekanın gizemli eyleminin yerini alıyordu.
Dinsel idealizmin çeşitli biçimlerine oranla büyük bir ilerleme olan 18. yüzyıl Fransız materyalizmi, böyle açıklanır. Bununla birlikte bilimlerin gelişme özelliklerinden dolayı bu materyalizm eksikti. En başta ?az önce gördüğümüz gibi? ulaşmış olduğu gelişme noktasında, mekanik, mekanik hareketin “zamanların başlangıcında” maddeye geçirilmiş olduğunun varsayılmasına izin veriyordu, bu da, dinsel idealizmin saldırganca geri dönüşüne açık kapı bırakır. Buna karşın Diderot gibi en güçlü düşünürler, hareketin, maddenin ondan ayrılmaz bir şekilde içinde bulunan bir özelliği olduğu fikrini parlak bir şekilde savundular.
Yalnız burada, tarihsel bir olguyu hesaba katmak gerekir: ancak basit yer değiştirmenin ya da bir yerden bir yere gitmenin yasaları bilimsel olarak tanınıyordu. Maddenin öteki hareket biçimleri henüz yasalarını açığa vurmamışlardı: kimya, termodinamik, biyoloji yoktu. Ya da daha çok bilimlerin inceledikleri bütün olaylar, mekanik nedenlerle açıklanmaya çalışılıyordu. Maddenin hareketinin çeşitli biçimlerinin özgül niteliği bilinmediği için, yanlış yolda yürünüyordu. Bu çağın materyalizmine verilen mekanist materyalizm adı da bundan ileri gelir. Engels, bunun, (sayfa 175) marksizm-öncesi materyalizmin başlıca kısırlıklarından biri olduğunu belirtir.
Onun için bu marksizm-öncesi materyalizm, maddenin hareketinin üst biçimlerini, yani yaşamı, düşünceyi inandırıcı bir şekilde açıklayamıyordu. Örneğin, dekartçılar, hayvanlarda, ruhtan eser bulunmadığını kabul ediyorlar ve bundan da, onların, makinelerle karşılaştırılabilecekleri sonucunu çıkarıyorlardı; ve onları taklit etmek üzere otomatlar, robotlar yapmaya koyuldular, ama şurası besbelli ki, bir yerden bir yere gitme hareketleri bir yana, canlı organizma, ne kadar yetkinleştirilmiş olursa olsun, bir makineyle benzeşmez, ve yaşamın bütün işlevlerini yerine getiren ?dendiğine göre? Vaucanson’un ünlü ördeği, gene de bu işlevlerden birini, yani yeniden üretim işlevini yerine getirmekten geri kalıyordu. İşte böyle mekanist materyalizm gerçeğin orasını burasını budar. Ensonu, insanı, madde üzerinde etkisi bulunmayan, güçsüz ve onun için de özgürlüğü olmayan, doğanın edilgin bir ürünü yapar.
İdealizm, materyalizme karşı saldırılarında, durmadan, kendisine büyük fırsatlar veren mekanist materyalizme başvurur; gerçeğin, mekanist materyalizmin sakatladığı yönlerini kolaylıkla ortaya koyar. “İnsanı bir makineye benzeten, insanı bir robot yapan materyalizm” vb. üstüne bir sürü nakarat bundan ileri gelir.
Isı, elektrik, manyetizm, kimyasal süreçler, yaşam gibi maddi hareketin başka biçimlerinin ineelenmesine girişildiğinde de idealizm, kendini yenilmiş saymadı. Daima maddenin hareketsiz olduğu fikrinden hareket ederek, tanrının, maddeyi “kuvvetler”le, elektrik kuvvetiyle, manyetik kuvvetle, kimyasal ilgi kuvvetiyle, yaşamsal ilkeyle, ensonu ruh ilkesiyle bezediğini ve maddenin bunları yaratamayacağını ileri sürdü. Bu, diğerleri arasında İngiliz fizikçisi Joule’un da (1818-1882) görüşüydü.
Yalnız diyalektik materyalizm, maddenin hareketinin özgül biçimlerinin sözkonusu olduğunu göstererek, maddenin yalnız mekanik harekete değil, gerçek değişikliklere ve nitel (sayfa 176) dönüşümlere yetenekli olduğunu, ensonu maddenin, şeylerin kendi bağrındaki çelişkilerin varlığında yatan bir iç dinamizme, bir etkinliğe, bir yaratıcı güce sahip olduğunu göstererek bu olaylara doyurucu bir açıklama getirebildi.
Diyalektiği incelerken, bilimlerin her noktada doğruladığı, maddenin hareketle ilgili diyalektik anlayışını nitelendirmiştik. Bu nedenle Stalin, adı geçen metinde, evrenin çeşitli olaylarının maddiliğinin, ancak bu olayların yasalarının diyalektik yöntemle düzenlenmiş olması halinde bilimsel clarak kavranabileceklerini kesin olarak ortaya koyar. Yoksa bütün bilim, idealist bir müdahaleye açık kapı bırakır.
Doğanın diyalektiğini apaçık gösteren, mekanist materyalizmin kesin olarak aşılmasını ve diyalektik materyalizmin kurulmasını sağlayan, üç büyük bilimsel buluş olmuştur;
a) nitel değişiklik fikrini yaratan ve çeşitli fizik “kuvvetler”i, maddenin hareketinin yönleri olarak ortaya koyan enerjinin dönüşümünün bulunması;
b) canlı organizmanın yapısının sırrını açıklayan, kimyasaldan biyolojik olana geçişin sezilmesine ve canlı varlığın gelişmesinin anlaşılmasına olanak sağlayan canlı hücrenin bulunuşu;
c) çeşitli türler arasındaki metafizik engeli, insanla doğanın geri kalan bölümü arasındaki engeli yıkan, canlı türlerin evriminin bulunması ve insan toplumları da içinde olmak üzere, bütün evreni, doğal tarih süreci olarak, tarihsel bir gelişmeye bağlanmış madde olarak ortaya koyan, genel olarak evrim teorisinin bulunması.
Bununla birlikte, bu buluşların bütün önemini, bütün kapsamını farkedebilmek için diyalektik yönteme derinlemesine sahip olmak gerekiyordu. Marx’la Engels’in dehası gerekiyordu.
Onun için, ancak diyalektik materyalizm, yaşam gibi, düşünce gibi üstün olayların, onların kendilerine özgü niteliklerinden hiçbir şeyi kaybettirmeden, hiçbir “yaşamsal” ya da “ruhsal ilkenin” yardımına başvurmaksızın doğal açıklamasını (sayfa 177) gerçekten yapabilecek güçtedir. Bu açıklamanın ayrıntısını nerede aramalı? Bunu yanıtlamak elbette ki, bilime; ileri doğru gidişi diyalektik materyalizmin ilkeleriyle aydınlanan bilime, Miçurin ve Lisenko’nun, Olga, Lepeşinskaya’nın, Seçenov’un, Pavlov’un ve onların öğretililerinin bilimine düşer.
Diyalektik materyalizm, bilimin gücüne inanır, güvenir. İdeailzm ise, tersine, sanki her şeye göre hazırlanmış bir yanı olması gerekmiş gibi, güçsüzlüğünü ilan etmekte acele eder. Yalnız ahmaklar, bilimin henüz önünde duran sorulara hemen acele bir yanıt isteyebilirler. Bilimin maymuncuk yanıtı yoktur. İdealizmin ise böyle bir yanıtı vardır: bu “Ruh”tur; ama, bu, bilgisizliği örten bir sözcüktür. “Ruh”, tanımlamaya göre, belli bir anda maddenin bilinen özelliklerinden hiçbirine sahip olmadığı için, maddenin henüz bilinmeyen özelliklerinden ileri gelen her şeyi “açıklamaya” olanak verir. İdealist, kısaca, bilmediğimi ruha malederim, der.
Materyalizmi, ikibin yıldan beri (!) evrim göstermemekle ve hep aynı şeyi yinelemekle suçlayan idealist (“suçlamanın” değerini tartma olanağına sahibiz), madde hakkında donmuş, kalıplaşmış, dogmatik bir fikre sahiptir. Her ne zaman ki bilim, maddenin evrensel hareketinin yeni bir yönünü bulur ve böyle idealistçe “açıklama”ya kalan alanı daraltır, idealist, “madde”nin yokolduğunu, uçtuğunu vb. bildirmeye büyük bir dikkat ve özen gösterir. Yokolan, sönüp giden, onun, madde hakkında sahip olduğu dar, mekanist ve metafizik fikridir, başka bir şey değil. Maddenin, belli bir anda (belli bir yaklaşıklıkla) bilgilerimizin durumunu belirten, gittikçe daha derin ve gittikçe daha zengin olarak ardarda gelen bilimsel kavramları ile bilimsel araştırmalara sağlam teorik temel ödevi gören felsefi madde kavramını birbirine karıştırmamak gerekir.
“Materyalizm, diyordu Engels, her yeni büyük buluşla yeni bir görünüm almak zorundadir.”
Bu noktayı, bir sonuca bağlayarak, Engels’le birlikte, “hareketin, maddenin varoluş tarzı olduğunu”, canlılık, özgüç (sayfa 178) (autodynamisme) kaynağının, maddenin kendi içinde bulunduğunu söyleyelim.
“Materyalist doğa anlayışının, doğanın, kendisini bize sunduğu gibi, yabancı bir katma olmadan, basitçe kavranılmasından başka bir anlama gelmediği doğrudur…”[9]

IV. DOĞAL ZORUNLULUK

Eğer maddenin özgücü fikrini doğru olarak anlamak istersek, burada, konuya yeni bazı açıklıklar getirmek yerinde olur. Bu özgüç, gerçekte, belirlenmiş biçimlerden önce doğal varlıkların ortaya çıkması sonucunu verir, bu da idealizmin yeni bir saldırısı için fırsattır.
Örneğin, kar kristallerinin (ya da kristalleşebilen herhangi bir cismin kristallerinin) her zaman belirlenmiş geometrik bir biçim almasını nasıl açıklamalı? Nasıl olur da bir tavuk yumurtası bir civciv, bir ördek yumurtasi ise bir ördek palazı verir? İki hayvan biçimi, civciv ve ördek palazı, henüz yumurtaların içinde mevcut değilken yumurtalar, aslında, ancak madde olarak birbirlerinden ayrılırlar, biçim olarak değil. Görülüyor ki, soru geneldir ve biçimleri, coğrafya biçimlerini, kristal biçimlerini, bitkisel biçimleri, hayvansal biçimleri ve hatta gramer biçimlerini ve hareket biçimlerini ve “içgüdü” denen hayvanların davranışlarını da unutmadan bütün biçimleri inceledikleri için, bu soru, “morfoloji” denilen bilimin bütün bölümlerinde sorulur.
Bu sorulara idealizm, bir yanıt verir. Ona göre doğal nesnenin biçimi, madde ile “gerçekleştiriliyor”, ama biçim bu “gerçekleştirme”den önce varoluyor; doğal varlığın gelişmesine bu biçim hükmediyor, bir çeşit onun “kader”i oluyor; doğa, kendinden önce de varolan bir “plan”a kendini uyduruyor. Aynı şekilde evrime önceden “yön verilmiş” oluyor, evrim, organizmaların yaşamının güncel koşullarıyla değil, ulaşılacak bir “amaç”a göre belirleniyor. Aynı şekilde, iggüdü, hayvanların (sayfa 179) kör bir “niyet”inin gösterisi oluyor. Kısaca, madde, kendinde bir “zeka”nın varlığını şu ya da bu şekilde açığa vuruyor. Eğer gerçekte maddenin henüz tamamlanmamış gelişmesinden önce de var ise, bu “biçim”, “plan”, “amaç”, “zeka” nerede olabilirler acaba? Elbette ki, kendilerini içinde barındıran üstün bir zekadan başka bir yerde bulunamazlar. Bu öğreti, ereklik (finalité) öğretisidir, görüyoruz ki, ereklik, dünyayı bir “fikir”in cisimleşmesi gibi ele alan idealizmin bir sonucudur.
Bu sorulara diyalektik materyalizmin yanıtı tamamen başkadır (mekanist materyalizm ise bir yanıt verme yeteneğinde değildir ve alanı erekliğe boş bırakır). Diyalektik materyalizme göre biçim, güncel içerik ile, yani “olayların karşılıklı bağıntıları ve koşullandırmalarıyla”, maddenin güncel durumu ve madde içindeki, maddeyi çevreleyen ortamdan gelen koşullarla ayrılmaz bir şekilde bağlı bulunarak gelişen çelişkilerin durumuyla belirlenir. Bunun en iyi kanıtı, belli bir biçimin gelişmesine müdahale edilebilmesidir. Biyoloji bilginleri, biçim ile çelişki arasındaki bağı deneysel olarak ortaya koymuşlardır. Eğer gelişme halindeki bir yumurtadan alınan bir madde parçası, yumurtanın başka bir noktasına nakledilecek olursa, orada, normalde olmayan, örneğin bir ayağın geliştiği görülecektir, yani yapay olarak bir ucube yaratılmış olacaktır. Zaten işlem sırasında, yumurta maddesinin çeşitli parçaları birbirlerinden ancak kimyasal özellikleriyle, orada toplanmış olan tözlerin yapısıyla ayırdedilirler. Ve yumurtanın bu kimyasal içeriği, dış koşulların etkisi altında (ömeğin ısı ile) ve kendi iç çelişkileri temeli üzerinde kendi kendine farklılaşır. Şu halde, son tahlilde, hayvanın bedeninin biçimini belirleyen şey, çeşitli hayvan türlerinin yumurta tözünün biyo-kimyasal yapısıdır: içeriğin gelişmesi, biçimin gelişmesinden önce gelir. Hiçbir düşüncel ön-oluşma, hiçbir önceden belirlenmiş “kendinde-biçim” yoktur. Zaten böyle olsaydı, yani biçim önceden belirlenmiş olsaydı, bir türün bütün bireyleri kesin olarak tıpatıp birbirlerinin aynı olurdu! (sayfa 180)
Diyalektik materyalizme göre, biçim içeriksiz, yani belirlenmiş bir içerik olmaksızın varolmaz ve karşılık olarak içerik de biçimsiz, belirlenmiş bir biçim olmadan varolmaz.
İçeriğin biçim olmadan varolmayacağını söylemek, hiç de içeriğin biçim tarafından belirlendiği anlamına gelmez. Biçimi belirleyen, daha çok içeriktir. Bu demektir ki, biçim, önceden varolan, değişmez bir şey değildir, değişkendir. İçerikte oluşan değişikliklerin sonucu olarak değişir. Çevre koşullarının değişmesinin etkisiyle ilkin içerik değişir; biçim, sonradan, içerikteki değişikliğe, içeriğin iç çelişkilerinin gelişmesine uygun olarak değişir. Bundan şu anlam çıkıyor ki, biçim, gelişmeden önce varolmaktan uzaktır, biçim, belli bir gecikmeyle gelişmeyi yansıtır: biçim içerikten sonra gelir.
“Gelişme sürci sırasında, içerik (öz) biçimden önce gelir, biçim içeriğin gerisinde kalır. … Biçim olmaksızın içerik olanaksızdır, ama kastedilen şey, belli bir biçimin, içeriğin gerisinde kalması nedeniyle, bu içeriğe asla tamamen uymaması; ve bunun için yeni içeriğin bir süre kendisini eski biçimle örtmek ‘zorunda olması’ ve bunun, aralarında bir çatışmaya yolaçmasıdır.”[10]
Doğanın ve toplumun her olayında, her alaninda, “yeni bir biçim arayan ve bu yönde çaba gösteren” (Stalin) gelişmekte olan içeriğin baskısıyla yeni bir biçimin günışığına çıkışı nasıl olur? Bunu yanıtlamak da, bilimlere, diyalektik materyalizmle aydınlanmış bilimlere düşüyor. Kesin olan bir şey varsa, o da şudur ki, biçimin içeriğe göre daha geride, daha geç olması kaçınılmaz olarak doğada tutarsızlıklar doğurur; onun için doğa “uyumlu” olmaktan uzaktır, çatışmalarla, “çelişkiler”le, tamamlanmamışlıklarla doludur.
Görülüyor ki, diyalektik materyalizm, idealist ereklik teorisini kökten baltalar, yıkar: ama aynı şekilde, çeşitli olayların birbirleri üzerindeki etkisini basit bir mekanik tarzda, sağlam, katı cisimlerin değişmez, hareketsiz biçimlerle bir içiçe geçişi biçiminde tasarımlayan mekanist gerekirciliği de reddeder. (sayfa 181)
Marksist materyalizni, bilime, verimli, üretken bir öğreti getirir; bilimin bulduğu yasaların, diyalektik yöntemle düzenlediği ilgi ve bağıntıların keyfi ilişkiler olmadığı, hareket halindeki maddenin zorunlu yasaları oldukları fikrini getirir.
Materyalist bilim, olayların birbiri ardısıra gelişini saptamakla yetinen ve durmadan kendi kendilerine yarın güneşin doğup doğmayacağını sorabilen “görgücüler”in (“empiristes”) sıkıntı ve korkusunu tanımaz.
Materyalist bilim, belli koşullarda, öngörülen olayın oluşmamasının olanaklı olmadığı, çünkü doğanın kendi kendine sadık olduğu, doğanın bir olduğu fikrinden hareket eder.
Materyalist bilim, bilimsel yasanın, maddenin nesnel bir özelliğini ifade ettiği belli koşullarda, belli bir gelişme sırasında, belli bir olayın ortaya çıkışının kaçınılmazlığını ifade ettiği fikrinden hareket eder.
Engels, herhangi bir gezegen üzerinde zorunlu koşullar biraraya geldiği zaman yaşamın belirlenmesinin kaçınılmazlığını ve türlerin evrimi süreci sırasında, başka bir gezegende ve başka bir zamanda da olsa eğer zorunlu koşullar biraraya gelirse, insanın ortaya çıkışının kaçınılmaz olduğunu belirtmiştir.
İşte, doğal zorunluluklar, evrenin birliğiyle, maddenin yasalarının evrenselliğiyle anlaşılması gereken şey budur.
Bundan şu anlam çıkıyor ki, doğanın ve toplumun yasaları ne yaratılabilir, ne de yok edilebilir ya da yürürlükten kaldırılabilir. Doğanın ve toplumun yasaları ancak keşfedilebilir.
“Bu yasaları keşfetmek, onları bilmek ve onlara dayanarak, onları toplumun yararına kullanmak, bazı yasaların yıkıcı etkilerine başka bir yön vermek, etki alanını sınırlamak, kendilerine yol arayan başka yasalara yolaçmak olanaklıdır, ancak, ne varolan yasalar yok edilebilir, ne de yeni ekonomik yasalar yaratılabilir.”[11] (sayfa 182)
O halde, yalnız diyalektik materyalizm, doğa ve toplum olaylarının bilimsel olarak önceden bilinmesi için sağlam bir teorik temel oluşturur; gerçeğin bilimsel olarak tanınması temeli üzerinde girişilmiş bir eylemin sonucu konusunda kuşkuyu ise kökünden yok eder. Şu halde, insana, kuşkusuz hareket etme olanağını vererek, ona hem en yüksek derecede gerçeklik, bir kesinlik, doğruluk, hem de en yüksek derecede özgürlük sağlar.

V. MARKSİZM VE DİN

Şimdiye kadar bütün gördüklerimiz, nesnel idealizmin en yaygın biçimi olan dinsel biçimin kararsızlığını ölçmemizi olanaklı kılar.
Örneğin hıristiyan dininin, dünyayı açıklamak için, yaratıcı bir tanrının, sonsuz ve tükenmez bir ruhun müdahalesine gereklilik getirdiği bilinir. Şimdi bu gerekliliğin neye dayandığını görelim:
a) idealizme göre madde edilgin ve durağandır: o halde hareketini ruhtan alması gerekir;
b) idealizme göre, madde, kendinde hiçbir doğal zorunluluk taşımaz, hiçbir birliğe sahip değildir: şu halde, bir ruhun, maddenin yasalarına sürekli ve değişmez bir şekilde konması gerekir;
c) idealizme göre, madde, tarihsel bir gelişme sürecine hiç de bağlanmış değildir: öyleyse, dünyanın bir başlangıcı vardır, bir de sonu olacaktır, o halde sonsuz bir varlık tarafından yaratılmış olması gerekir.
Materyalizme göre, tersine, maddenin, iç ve zorunlu gelişme halinde kavranışı doğal olarak kesintisiz dönüşen evrenin sonsuzluğu ve tükenmezliği tezine, maddenin yok edilmez ve yaratılmamış olduğu olumlaması sonucuna götürür.
Diderot, dünyanın, maddenin sonsuzluğunun anlaşılmaz bir şey olacağını ileri sürerek, birincisinden daha da anlaşılmaz olan bir sonsuzlukla açıklanmamasını istiyordu.
Diderot’dan beri bilimsel buluşlar, yaratıcılığın (sayfa 183) (créationnisme) durumunu daha da sarsmıştır. 18. yüzyılın başında, Kant güneş sisteminin evrimi üstüne ünlü varsayımını formüle ediyor, Laplace da onu yeniden bilimsel olarak ele alıyor ve onun sisteminde tanrıyı hiç görmediğinden yakınan Napoléon’u, sükunetle, “Aziz efendim! Bu varsayıma gereksinme duymadım.” diye yanıtlıyordu. Lyell’in, yeryüzünün evrimi alanındaki buluşları; Lamarck ve özellikle Darwin’in canlı türlerin evrimi alanındaki buluşları, genel evrim teorisini kesin olarak kurdular ve bu tarihsel evren anlayışının eksik olduğu eski materyalizmin çok geride bırakılmasını sağladılar. Bu tarih anlayışından yoksun oluş, eski materyalizmin sınırlamalarının ve kaçınılmaz kısırlıklarının ikincisiydi.[12]
Ensonu, Marx ve Engels’in toplumlar bilimi alanındaki buluşları, bu köklü tarih anlayışını, toplum yaşamının bütün olaylarına yaydılar, ve insan toplumunu doğal tarihin bir süreci olarak değerlendiremeyen eski materyalizmi tasfiye ettiler.
Lenin’in aktardığı gibi, “… dünya bir’dir, ne bir tanrı tarafından, ne de bir insan tarafından yaratıldı; belirli yasalara göre parlayıp güçlenen ve sönen, her zaman için sonsuza kadar, canlı bir alevdi, alevdir, ve alev olacaktır” diyen ilkçağ filozofu Herakleitos’un materyalist görüşü, demek ki, “diyalektik materyalizm ilkelerinin üstün bir açıklamasıdır”.[13]
Diyalektik materyalizmin ortaya çıkışı, dinin ve tanrıbilimin eleştirisini kökten değiştirdi. Eskiden rasyonalist filozoflar hıristiyan tanrısı üstüne eleştirilerini, böyle bir kavramın sürüklediği sayısız tutarsızlıkları göstererek geliştiriyorlardı: bir saf ruh, nasıl maddeyi oluşturabilir? Zamandan, oluştan, değişiklikten bağımsız, hareketsiz bir sonsuzluğun dibinde, değişmez bir varlık, nasıl zamanın verili bir anında dünyayı yaratabilir? “İyi”liği sınırsız olan bir varlık, nasıl ucubeleri, canavarları, zararlı hayvanlari, yersarsıntılarını (sayfa 184) ve Apokalips’in üç kara atlısıyla simgelenen kötülükleri; savaş, kıtlık ve salgınları yaratabilir? Tanrı ki her şeye kadirdir, güçlüdür, 2 kere 2’yi 5 ettirrneli ve doğruyu yanlış yapabilmeli değil miydi? Eğer bunu yapamıyorsa, o zaman her şeye muktedir midir? Ve eğer tanrı, en üstün derecede, tanrısalca eksiksiz ve yetkin ise, adaletsizliği cezalandıramaz mı? Ama eğer en üstün derecede iyi ise şefaatçi olmayabilir mi? Ve adaletsiz olmayabilir mi vb., vb..
Kısaca, rasyonalist eleştiri, haklı olarak, tanrı kavramının taşıdığı bütün olanaksızlıkları, tanrı kavramının içinde sakladığı, bununla birlikte tanrıbilimin (théologie) kabul ettiği ve açıklamak için de, yaratık bakımından nüfuz edilmez olan tanrısal “giz”e başvurduğu bütün “çelişkiler”i ve sözde ilk günah fikrine şekil vermek için gerekli bütün şeytanlıkları ortaya çıkarttı.
Demek ki, rasyonalist idealist filozoftar, hıristiyan dininin tanrı kavramını yeniden gözden geçirmeye koyuldular: öyle kavramlar ileri sürdüler ki, hepsi birbirinden daha olanaksız olan bu kavramlar, her ne kadar öncekiler yenilmiş görünüyorlardıysa da, yeni güçlükler doğurdular. Marksizm-öncesi materyalistlere gelince, onlar, daha yukarda belirtilen bütün güçlüklere, yani yaşamın ve düşüncenin açıklanmasına, dünyanın oluşunun açıklanmasına, hastalık, ölüm, açlık, kıtlık, savaş gibi insanlığa malolan bütün kötülüklerle birlikte toplumsal olayların ve doğanın çelişkilerinin açıklanmasına takılıp kaldılar.
Diyalektik materyalizm, bu güçlükleri ortadan kaldırdı ve daha önce diyalektikçi olmayan rasyonalistlerin sarsmış oldukları tanrı kavramı, bu kez, bütün içeriğini yitirdi. Kaba, marksist olmayan tanrıtanımazlığın doğurduğu tanrının varoluşu ya da varolmayışı tartışması, Laplace’in dediği gibi, tanrı yararsız bir varsayım haline geldi, sözleriyle son buldu. Tanrının varlığı “soruna”nun yerini, insanların kafalarındaki tanrı fikrinin varlığı sorunu aldı, nesnel idealizm, bu iki sorunu birbirine karıştırıyordu.
Tanrı fikrinin, dinsel duyguların ve dinin varlığı bir (sayfa 185) olgudur ve bu olgu bir açıklama gerektirir. İnsanın, aynı zamanda, hem doğal hem doğaüstü, hem ölümlü hem ölümsüz, hem bu dünyada hem de ötekinde yaşayan bir “tanrısal” varlık olması şöyle dursun, “tanrı” da, din de, insanlara ilişkin bir olaydır demek gerekir: tanrısal olan, insanın yarattığı bir şeydir, ve insan, tanrısal olanın yarattığı bir şey değil.
Voltaire, daha o zaman, dinlerden sözederken, “eğer tanrı insanı yaratmış idiyse de, insan bu iyiliğin altında kalmamış borcunu fazlasıyla ödemiştir” diyordu. Alman materyalisti Feuerbach din olayının eleştirisini, bu açıdan ele aldı. Ama, kesin açıklama unsurlarıni getiren marksizmdir. İşte onun ilkeleri:
1. Dinin alt biçimleri, büyüye dayanan uygulamalar, doğal ve toplumsal olayların ilkel bir şekilde idealistçe açıklanması, keza aynı şekilde felsefi ve ahlaki görüşler, sofuca yakarışlar ve kurban vermeler gibi, “ruhanileştirilmiş” büyüye dayanan ibadet biçimleri taşıyan daha gelişmiş biçimler de, duygular planında ve düşünce planında, insan pratiğinin gerçek olan bir verisini, yani onun, insanoğlunun insanlığın başlangıcında çok büyük olan göreli güçsüzlüğünü, ne anlayabildiği ne de egemen olabildiği doğa karşısındaki güçsüzlüğünü, üretimin zayıf gelişmesine bağlı olan güçsüzlüğünü,[14] sınıf baskısına, perspektiflerden yoksun oluşuna, toplumsal bilincin zayıflığına bağlı olan, ne anlayabildiği, ne de hükmedebildiği toplumsal olaylar karşısındaki güçsüzlüğünü ifade eder, anlatır ve yansıtırlar.
Herkes bilir ki, dinsel uygulamalardan, iyi olan sonucu sağlamaları, “işlerde başarı” dahil, başarıyı, hasma karşı zaferi, sonsuz mutluluğu vb. sağlamaları beklenir. Şu halde din, insanlar için amaçlarına varmanın bir aracı olarak, mutsuzluğun nedenlerini bilmemesine bağlı, aynı zamanda, mutluluğa karşı duyulan belirsiz, bulanık özleme bağlı bir uygulama gibi ortaya çıkıyor.
Ama din, böylece, pratiğin verilerini yansıtıyorsa, onları tersine olarak, nesnel verilere göre değil de öznel verilere, (sayfa 186) düşlerin görüntülerine, bilisizliğin kurbanı olan insanın düşüncesinin arzularına göre yansıtır. “Tanrı”, örneğin, yüce kurtarıcı, yetkinliklerin yetkinliği (kemallerin kemali) oluyor. Bizzat “tanrı” fikri içindeki, ortaya koymuş olduğumuz çelişkiler, insanın kafasında kurduğu “salt yetkinlik”, “salt bilgi”, “sonsuz mutluluk” fikirlerinin iç çelişkilerini, yani insanın, gerçek dünyanın çelişkilerini ve bilgisizliği içinde tasarladığı gerçekliği olmayan (fantastique) istekleri tersyüz ederek içine yerleştirdiği gerçeksiz ve metafizik fikirlerin iç çelişkilerini ifade etmekten başka bir şey yapmazlar. Tanrı fikri, aynı zamanda metafizik, salt, çözülmez çelişkiler haline gelen bütün bu çelişkileri bir tek demet halinde özetlemek, biraraya yığmak ve yoğunlaştırmaktan başka bir şey değildir.
Böylece, din, diyalektik materyalist bilimin tam karşıtıdır; diyalektik materyalist bilim, gerçeğin çelişkilerini, tersyüz etmeden, doğru olarak, aslına sadık kalarak, yabancı, imgesel, gerçek olmayan bir şey katmadan yansıtır. Engels’in dediği gibi dinin kökleri, “yabanıllık (vahşet) çağının kısıtlı ve bilisiz kavrayışlarındadır.”[15]
2. Bununla birlikte, dini incelemek için ikinci bir olguyu da hesaba katmak gerekir, çünkü, din, bilgisizlikten doğduğundan, bilimsel açıklamaların yerine imgesel açıklamaları koyduğu ölçüde, büyük bir bölümüyle, gerçeği maskelemeye, olayların nesnel açıklamasını gizlemeye yardım eder ve kendi kuruntularına bağlı dindar adam şu ya da bu biçimde, ilke clarak, şeytan işi saydığı bilime düşmandır. Bu özellik, kendi sömürülerini yığınların gözünden gizlemekte çıkarı olan sömürücü sınıflar tarafından, daha önceki dersimizde kaydettiğimiz gibi, sonuna kadar kullanılmaktan geri kalmıyordu. Kendi sınıf baskılarını sonsuzlaştırmak için yığınların edilginliğine, eylemsizliğine, onların tevekkülüne, yumuşakbaşlılığına, mutsuzluğun kaderde yazılı olduğu inancına muhtaçtırlar, ama, aynı zamanda, yığınların mutluluk (sayfa 187) umutlarının öteki dünyaya doğru çevrilmesi gerekir: geleceğe ait avutucu cennet umudu, sömürülen yığınlara yeryüzündeki “fedakarlıklarının” ödülü olarak sunulmuştur. Böylece, ilkin, antikçağda aman vermez bir alınyazısı olarak tasarlanan ruhun (âme) ölümsüzlüğü, öteki dünyada kurtuluş umuduna dönüşmüştür.
Ta en eski zamanlarda, bilgili-görgülü yönetici sınıflar, yığınlar üzerindeki etkisini sürdürdükleri aldatmacların bir sözcüğüne bile inanmazlarken, dinden, “düzenin korunmasının” ideolojik kuvveti olarak, Marx’ın formüle ettiği gibi halkın afyonu olarak yararlanılmıştı. Daha eski Mısır rahipleri, tanrıların heykellerini kendi kendilerine hareket ettirerek mucizeler “imal ediyorlardı”; Romalılar, “iki kahinin gülmeden birbirine bakamayacaklarını” temin ediyorlardı ve Cicéron, dinin, kadınlar ve kölelere göre olduğunu bildiriyordu. Eski Düzenin gerici feodalleri, bilimdeki ilerlemeleri yavaşlatmaya çalışmak için dinden yararlandılar; tıbbi araştırmaları, cerrahlığı yasak ettirdiler. Dünyanın, alemin merkezi olmağını savunmuş olduğu için Galilei’yi mahkum ettirdiler. 20. yüzyılda bile, çarların Rusyası’nda, Miçurin, çarlık polisine, kutsal şeylere saygısızlık eden bir adam olarak ihbar edilmişti: Miçurin, bitki türlerine çaprazlamayı uyguluyordu.
18. yüzyıl Fransız materyalizmi ile dine çok kuvvetli darbeler indirildi. Bununla birlikte, ülkemizde [Fransa’da -ç.] bir sürü gerici siyasal önlemlerle devrimin hemen ertesinde ve bütün 19. yüzyıl boyunca, özellikle, Birinci İmparatorluğun düşüşünden sonra, 48 Haziranından sonra, Paris Komününden sonra ve Vichy düzeni sırasında, din yeniden ihya edildi. Sözde mucizelerin sahneye konuşu, sömürgeciliğin yöntemlerinden biri oldu.
Teorik plan üzerinde, dinin felsefi içeriği kesin bir yenilgiye uğradığı halde, bu siyasal kullanımı 1789 Devriminin çağdaşı Kant tarafından kusursuz bir biçimde ortaya konmuştur. Ona göre tanrının varlığı tanıtlanamaz. Bununla birlikte onu “kabul etmek” gerekir, çünkü, bu fikir olmasa, her şey mubah olurdu, artık büyük adalet koruyucusu olmazdı, (sayfa 188) artık gökyüzünün jandarması, artık bir ödül ve ceza güvencesi kalmazdı, “doğru” olan cesaretini yitirir, “kötü” olan cesaret bulurdu, kısaca burjuva düzen tehlikeye düşerdi. Şu halde, “tanrı”, doğrudan doğruya karşı-devrimci bir silahtır; hatta onun varlığından teorik olarak emin olmak bile gerekli değildir, onu, pratik olarak ve yararı bakımından kabul etmek yeterlidir. Burjuvazinin din konusunda değişmez uygulaması bu değil midir? Ve bu, dinsel idealizmin teorik bakımdan tam başarısızlıklarının en güzel bir tanıtıdır, değil mi?
Sosyalizmin tarihsel zaferi, gerici sınıfların egemenliğine son verdi. Sınıfların hizmetinde ideolojik bir güç olarak din, böylece toplumsal temelini yitirdi. Ama daha bir zaman, insanların bilincinde geçmişten arta kalan bir şey olarak varlığını sürdürüyor. Onun için, sosyalist düzende, bilimle din arasında, bilgisizlikle bilgi arasında teorik bir savaşım sürmektedir.[16] Mademki, bilgi savaşım ile ilerler, bu savaşım bilgi sürecinin bir yönüdür. SSCB’de vicdan özgürlüğü ilkesinin içeriği böyledir.

VI. VARGI

Bu dersten, dünyanın maddiliği hakkında bir fikir ortaya çıkıyor: günümüzde diyalektik materyalizm, devrimci olan tek görüştür. Eğer, “tanrı” ya da “Ruh” vb., boş bir kavram, insanlığın geçmişteki bütün bilgisizliklerinin simgesi ise, Enternasyonalin deyimiyle, “hiç de yüce kurtarıcı değildir.”
İnsan, ancak kendi kendinden ve bu yeryüzündeki yaşamdan bir şeyler bekleyebilir, ve işte tam diyalektik materyalizmdir ki, insana “dünyayı olduğu gibi”, tersyüz olarak değil, doğru yüzüyle görmeyi öğretir.
Materyalizm, insanı ezmek şöyle dursun, insana, “kader” diye, “alınyazısı” diye bir şey olmadığını, gerçeğin bilimsel olarak bilinmesiyle, tanınmasıyla durumunu değiştirebileceğini, yeni bir yaşama geçebileceğini, yaşamın mutluluklarını tadabileceğini haber veriyor. (sayfa 189)
Yunan materyelisti Epiküros’un öğrettiği gibi, materyalizm, binlerce yıldan beri boş inanlara dayanan bir tanrı gazabı korkusuyla ezilen insan bilincini kurtarır; ve biz de ekleyelim: boşinanlara dayanan devlet korkusu, “ulu tanrı”nın sözde iradelerinin cisimleşmesi olan “kurulu düzen” korkusu ile ezilen insan bilincini özgür kılar. Marx’ın işaret ettiği gibi, materyalizm, insanı sosyalizme götürür.
Pétain’in iddiasının tersine, hiçbir şey, hiçbir şeyin kefareti değildir. Hiçbir şey mukadder değildir. Hiçbir şey “yazılmış” değildir. Hareket halindeki maddeden başka hiçbir şey sonsuz değildir. Nasıl ki, hastalıklar bilimi onların nedenleriyle savaşarak hastalıklarla savaşmayı sağlarsa, savaş nedenlerinin bilimi de savaşla savaşmayı sağlar. Kuşkuya yer vermeyecek bir biçimde, zorunlu olarak, savaşları doğuran nedenler daha iyi tanındıkça, savaşlara karşı daha etkili olarak savaşmak için daha iyi silahlanılmış olunur. Şu halde, savaş, hiç de alna yazılı değildir. Materyalizm, edilginliği, tevekkülü, boyun eğmeyi yaratmak değildir, bir eylem çağrısıdır; olanaklı olanın kesinlikle bilinmesine, insanın gerçek (effectif) gücünün saptanmasına olanak sağlar. İşte özgürlük budur: gürültü koparan cafcaflı bir bildiri değil, kendini ortaya koyan bir güçtür. (sayfa 190)

YOKLAMA SORULARI

1. Günümüzde nesnel idealizmin en yaygın biçimleri hangileridir?
2. Dünyanın maddiliği marksist tezini özetleyiniz.
3. Mekanik materyalizm ne bakımdan yetersizdi?
4. Marksizm-öncesi materyalizmin öteki kısırlıkları nelerdi?
5. Bir olayın kaçınılmazlığı ile “alınyazısı” fikri arasında nasıl bir ayrım yapıyorsunuz?
6. Marksizm, din sorununu nasıl ele alır?
7. Aklıbaşında bir marksist, toplumsal yaşamın olayları ve kendi kişisel yaşamının olayları karşısında nasıl bir tutum takınır?

________________________________________
Dipnotlar

[6] Bergson: L’Evolution créatrice, s. 84.
[7] Bkz. Friedrich Engels, “Ruhlar Aleminde Doğabilim, Doğanın Diyalektiği, s. 62-73.
[8] Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 659.
[9] Friedrich Engels, “Feuerbach’tan Yayınlanmamış Bir Parça”, Ludwig Feuerbach… s. 68; K. Marx, F. Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 75.
[10] J. Stalin, Anarşizm mi? Sosyalizm mi?, s. 32.
[11] J. Stalin, “SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları”, Son Yazlar, 1950-1953, s. 64.
[12] Eski materyalizmin birinci kısırlığının özelliği, mekanist oluşuydu. Bu bölümün III. kesimine bakınız.
[13] Lénine, Cahiers philosophiques.
[14] Sekizinci dersin V. kesimindeki paratoner örneğine bakınız.
[15] F. Engels, Ludwig Feuerbach…. s. 21; K. Marx, F. Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 22, Din Üzerine, s. 211.
[16] İkinci ders, III. Kesim, ve beşinci ders, III. kesim b’ye bakınız
.

Previous Story

Felsefenin Temel İlkeleri – 10. Ders: Materyalizmin ikinci çizgisi; madde bilinçten öncedir. Georges Politzer

Next Story

Felsefenin Temel İlkeleri – 8. Ders: Materyalist dünya anlayışı nedir? Georges Politzer

Latest from Felsefe

Nietzsche

FRIEDRICH NIETZSCHE: Felsefede “Akıl”

Felsefede “Akıl” 1 Soruyorlar bana, nedir filozoflardaki bütün bu alerji diye?… Sözgelimi tarih duygusu eksiklikleri, oluşun düşünülmesine bile duyduktan nefret, Mısırcılıkları.[17] Bir davayı tarihsellikten
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ