Okuma Günleri kitabında; bir kişi, bir durum veya bir olguyla ilgili başlayan bir cümlede bazen karşılaştırma, bazen sorgulama, bazen de başka bir yolla devam ederken, Proust?un sözü alıp bir ara yola saptığı, orada bir açıklama yaptıktan sonra tekrar ana yola döndüğü, bu şekilde, bir düşünceyi bağlantılı başka düşüncelerle ilişkilendirip ve neredeyse yarım sayfalık bir paragrafı tek bir cümleyle kurduğu halde, üzerinde özenle çalışmış olması sayesinde akıcı okunabilmeyi sağladığı bolca örnek var.

Başlarda yadırgatıcı gelen bu cümleler bir süre sonra estetik bir tada dönüşüyor. Evet, okumak için biraz zorluğa katlanıyorsunuz. Ama böyle yazmanın zorluğunu, ancak deneyince fark ediyorsunuz. Örneğin, yukarıdaki gibi, 71 sözcükten oluşan bir cümle kurmak, sıradan yazarlar için bile zor bir iş değil. Ne var ki, orada tam 10 adet ?bir? sesinin geçmesi, okumayı zorlaştırıyordur ve bunu önlemek için bazı önemli değişiklikler yapmak gerekir.

Bu, sadece yazarla ilgili değil, belki ondan da çok çevirmenle ilgili bir zorluk olsa gerek. Böylesine zor bir işin üstesinden gelen çevirmen Murat Erşen?i anmadan geçmek olmaz.

SANAT VE ZANAAT

?İnce işçilik? meselesi aklınıza takılınca, ister istemez, yaratıcılık açısından sanat ve zanaat kavramları üzerine düşünüyorsunuz.

Bunu düşünürken, aklınıza endüstri meslek liselerinin eski adı gelebilir. Önceki kuşak, bu okullara ?sanat okulu? diyordu. ?Elim sanata düşer usta? sözü de, bilirsiniz, bir çırağın dilidir.

Bu durumda, ?Edinilen beceri sayesinde teknik bilgilerin uygulanması? diye tanımlayabileceğimiz teknisyenlik işinden ?sanat? diye söz edilmesine ?yanlış? diyemiyoruz; en fazla, ?sözcüğün diğer anlamı? diyebiliriz. Yani ?sanat?ın diğer anlamı olarak ?zanaat?ın kullanılmasına itiraz etmek pek kolay değil. Her iki anlamda da ?hüner? kavramının önemi yadsınamaz.

Büyük şairlerden ve ressamlardan sıkça ?usta? diye söz edildiğini de hatırlatalım. Evet, her zanaat işi bir sanat niteliği taşımaz; ama sanat çalışması zanaatı da içeriyor.

Meslek liselerinin eski adına, zanaat kavramına, ince işçilik meselesine kısaca değindikten sonra, tekrar Proust?un anlatısına dönelim. Zaten o da böyle yapıyor; sadece uzun cümlelerin içinde değil, anlatı içinde de bizi alıp ara yollarda gezdiriyor. Hedefe ulaşma, bir an önce bazı düşünceleri aktarma gibi telaşlar yok. ?Okuma Günleri? adlı ferah bir anlatı parkında çakıl taşlarının, derelerin, çiçeklerin tadını çıkararak dolaşıyoruz. Yani kitabı yayımlayan yayınevinin adına yakışır biçimde, biraz aylaklık ediyoruz.

GEZİNTİNİN İKİ DURAĞI

Fakat bu, tamamen başıboş bir gezinti değil, ne de olsa önceden planlanmış bir güzergah. Dolayısıyla, yazarımızın peşinden gitmezsek, kaybolabiliriz. Fakat bu tehlikeyi hiç dert etmiyoruz; gezintinin keyfini çıkararak dolaşıyoruz, nasılsa gerektiğinde Proust bizi alıp tekrar ana yola çıkarıyor.

Böyle dolaşa dolaşa ilerleyince ana duraklardan birine ulaşıyoruz: Proust?un Ruskin?i okurken aklından geçen düşünceler durağı! Burada Proust bir düşüncesini işliyor ve okurda kalan şeyin, okuduklarının içeriğinden çok, okumaları yaptığı yerlerin ve günlerin imgesi olduğunu ileri sürüyor.

Bir başka durakta ise, okumak ve sohbet etmek kavramlarını ele alıyor. Proust, bu konuda Ruskin?e katılmıyor; yazının bir sohbetin karşılığı olamayacağını anlatıyor. Konuşmakla yazmanın, daha doğrusu, dinlemekle okumanın farkı üzerinde duruyor.

Ne var ki, bu fark üzerinde dururken, çelişkili bir durumla karşı karşıya kaldığının da farkında. Okumanın anlamı, güzelliği, insana kattığı yüceliği gibi şeyler, ancak zaten okur olanlara, yani kısmen de olsa bu gerçeklerin farkında olanlara anlatılabilir. Okumayan kişiye okurluk ile ilgili düşünceler aktarmak, doğuştan kör birinden mavi rengi gözünde canlandırmasını istemek gibi umutsuz bir uğraş.

OKUMANIN MEZİYETİ

Proust, okumaya böylesine tutkuyla, böylesine önemseyerek yaklaşsa da, bütün büyük edebiyatçılar gibi, asıl kaynak olarak kitapları değil, hayatı görüyor. ?Okumanın rolünün sınırları, onun meziyetlerinin doğasından kaynaklanmaktadır.? diyor.

Biraz farklı bir açıdan ve oldukça kaba bir yaklaşımla da bu ?meziyet? sorununu görebiliriz. Örneğin, kimin daha hızlı koştuğunu veya kimin daha ağır kaldırabildiğini anlamak için hızlı koşabilmek veya ağır kaldırabilmek gerekmez. Hatta birinin doğru hesap yapabildiğini kontrol etmek için de öyle bir yeteneğe gerek yoktur, hesap makinesi kullanabilmek yeter. Fakat bir edebiyat ürününün estetik değerini, bir düşüncenin derinliğini kavrayabilmek için, bir miktar meziyet gerekir.

Bu nedenle, Proust, yazmayı, hayatın derin gerçekliğini öğretmenin bir yolu olarak görmüyor; bir tür teşvik, bir kışkırtma yolu olduğunu düşünüyor. Çünkü ona göre, hakikat ancak insanın içinde ortaya çıkabilir. Ama içeride hazır değildir, dışarıdan veriler gelmesi ve teşvik edilmesi gerekir.

Zafer Köse
zaferxkose@gmail.com

soL Dergi, 14 Haziran 2014
———————————

Okuma Günleri, Marcel Proust, Çeviri: Murat Erşen, Aylak Adam, Nisan 2014.

Previous Story

“Diyelim ki, beni boğmakta olan bir eli boynumdan söküyorum. O eli söküp atan kendi elimin, beni kurtarırken boynuma bir ip geçirdiğini farkediyorum.”

Next Story

Özelleştirmeye Karşı Alternatifler – David A Mcdonald, Greg Ruiters

Latest from Felsefe

Nietzsche

FRIEDRICH NIETZSCHE: Felsefede “Akıl”

Felsefede “Akıl” 1 Soruyorlar bana, nedir filozoflardaki bütün bu alerji diye?… Sözgelimi tarih duygusu eksiklikleri, oluşun düşünülmesine bile duyduktan nefret, Mısırcılıkları.[17] Bir davayı tarihsellikten
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ