Yarasalar baş-aşağı durmaktadırlar. Ayaklarını göklere dikip başları ile yer-çekimine meydan okur gibi hem de?Bu yapıları ve duruşları ile fiziği zorladıkları sanılabilir. Ancak onlar da ses dalgalarını/frekansları kullanarak cisimlerin yerlerini belirlemekte, atmosferin sunduğu o eşsiz gaz kütlesi içerisinde devinmektedirler. Beslenirken baş-aşağı durmadığı halde dinlenirken bu davranışı sergileyen yarasaların fiziği zorlamalarının ilginç olması tüm zamanlarda insanın dikkatini çekmiş ve çoğu yerde ona mistik bir anlam kazandırmıştır; yarasalar bu nedenle kutsanmış olabilirler mi? Neden olmasın?!

Meta ve fizik nasıl yan-yana geldiğinde kutsanan bir olguya/fenomene dönüşmüştür? Maddeyi temsil eden meta ?ki, Yunanca?da öte anlamında kullanılmıştır- ve onun var-oluş biçimi olan devinimin ve yasalarını oluşturan fiziğin bir araya gelmesinden dolayı kutsanmaları bir o kadar ilginç olsa gerek. Kavram olarak madde ? devinim ilişkisini farklı algılamaya neden olan meta-fizik, fiziği zorlayan düşüncenin, kendini maddenin ötesine savurma gereksinimi, onun yaratıcı olma ırası/karakteri ile ilgili bir durumdur. Düşünce doğada salt olmayanı yarattığı için, tüm yaratılarının hem efendisi hem de kölesi olarak kendini evrenin efendisi olarak belirlemek istediğinden bu sonuca ulaşmıştır. Evrenin bir efendiye gereksinimi var mıdır? Efendisi olmayan bir evren yaşanılmaz mıdır? Ne insan, ne düşünce bir efendi değildir ve evrenin böyle bir gereksinimi de yoktur. Öyle ise salt dünce nedir? Ve fiziğin zorlanması neyi ifade ediyor?

Beyin dokusunun mikro dünyasında milyarlarca nöron arasında elektriksel devinim olduğu bilinmektedir. Nöronların elektriksel akımları hiçbir soru ile ilgilenmezler. Enerjinin kendisi saltık olarak düşünceyi/belleği/hafızayı yaratamaz. Mikro organizmaların evrimsel süreçlerinde parçacıktan moleküle, molekülden tek ve giderek çok hücreli canlılara dönüşmüş olması daha karmaşık çok hücrelilerde de süren bir oluşumdur. Beyin dokusunun hacimsel büyüklüğünün evrim sürecinde nicel artış gösterdiği de bilinmektedir. Diyalektiğin temel belirleme yöntemlerinden birisi de nicelden nitele sıçrama değil midir? Beyin dokusunun niceliksel büyümesi/çoğalması onun üst-ben i yaratarak gerçekleştirmiş olduğu sıçraması ile sonunda düşünce filizlenmeye başlamıştır. Üst ben, kendine yöneldiği gibi kendini de sorgular. Üst ben-in üst ben-i tartışması soyutun soyutlanmasından başka ne olabilir ki? Beyin hücrelerindeki sayısal artış, nöronlar arası elektriklenme, algılama ve depolamadan sonra fizik dünyada dil, söz, eylem ile hem somut hem de soyutluk kazanır. ?Anlam? denilenin elle tutulmaması gibi düşüncenin kendisi fiziksel bir sonuç ve etkilenme süreci olmakla birlikte elle tutulamaz ve zamana sığdırılamaz. Böyle olunca o/düşünce fizik kurallarını/fiziksel olanı zorlar. Zamana sığdırılamayan bu olgu aslında tüm soruları soran beyin dokusunun bir birikimidir. Bu birikim fizik dışında yaratılan ve aktarılan bir olgu olmadığına göre fizik-üstü/ötesi yoktur denilebilir. Meta-fizik olmayandır ve tüm olanlar/oluşlar/var-oluşlar ?düşüncenin kendisi de dahil- fiziksel dünya ile ilgilidir. Bu nedenle algılanabilirdirler. Düşünce, ses dalgası, eylemsel bir edim/sizlik olarak ortaya çıkar, değilse o bir hiçtir/yansımaz. Böyle olunca, fiziği zorlayan tüm düşünce ve yönelimler sonuç olarak fizik dünyada kalmaya mahkumdurlar. Buradaki mahkumiyet özgürlük arayışında olan bir mahkumiyet şekli değildir. Çünkü özgürlük psikolojik değil toplumsal bir olgudur. Bu durum, düşüncenin maddeden kaçmasına gerek olmadığına dair bir mahkumiyet biçimidir ve prangası da yoktur.

?Her türlü ?kültür- bir bakıma bir tepki oluşumudur; insanın doğayla, hayvani iç denge sağlama yöntemleriyle arasındaki göbek bağını koparmasını sağlayan bu dengesizliği, bu travmatik çekirdeği, bu radikal antagonizmayı sınırlama, yönlendirme, işleme girişimidir.? (1) Bu yönleri ile ?kültür- insanın kendini yaratmasına bağlı olarak doğaya yabancılaşması ve yerine göre de ona katkı sunmasıdır. İnsanın çelişkisi doğadan uzaklaştığını sanmasında, ona yabancılaşmasında yatar. ?hayvani iç denge?sizliğin nedeni, canlıların sınıflandırılmaları ile hiyerarşik olarak insanın kendini en-üst kategoriye yerleştirmesi çabasıdır. Yaşanmışlığın gerekliliği olmaz; nedenleri sorgulanabilir ve gereklilik bu sorgulama sonucunda geleceğe dönük bir düşünce olarak ortaya çıkar. İnsana dair her türlü gereklilik onun varlığını sürdürme eğiliminin bir sonucu olarak ortaya çıkar ve bu aynı zamanda gereksizliklerinin de sınırını çizer; insan için gerekli olanın diğer tüm canlı için de gerekli olacağı, olması gerektiği, doğal tüm süreçlerin yek-vücut olmasının benimsenmesi ile mümkündür. Doğa ile bu yabancılaşma insanın öte-dünyalarda var olma isteğine, geçmişe özlem duymasına neden olabilir. Ancak bu çelişki giderilemez, doğaya dönülemez sonucuna varmak olanaksızdır. Doğaya dönüş mümkündür. Ne ki, tüm düşünce biçimleri bunu bu şekilde görmemektedirler. ?İnsanın kendisi ?doğanın yarısı-dır, doğal dengeye dönüş yoktur; insanın ortamına uyması için yapabileceği tek şey bu gediği, bu yarığı, bu yapısal köksüzlüğü bütünüyle kabullenmek ve ondan sonra da şeyleri mümkün olduğunca onarmaya çalışmaktır; diğer bütün çözümler, -doğaya dönmenin olası olduğu yanılsaması, doğanın bütünüyle toplumsallaşması fikri- doğrudan doğruya totalitarizme götürür.? (2) Slavoj Zizek?in bu yöndeki tesbitleri tartışmaya açık görünmektedirler. İlk olarak, İnsanın insanlaşmaya başlaması evresinden günümüze geçen sürede onun doğaya yabancılaşarak ?kültürel- birikimi ile kendini gerçekleştirmesi dönüşümsüz bir benimsemeyi gerektirmemelidir. Doğa insan eli ile değişmiş ise insan da değişmiştir ve insan o doğallığın bir parçası olarak bunu gerçekleştirmiştir; ilk-el insanların yaşamak için verdikleri mücadeleler onların doğallığının bir aynasıdır ve ?bu yapısal köksüzlüğü bütünü ile kabullenmek? şeklindeki tanım onun doğa-ötesi olduğu/doğa-üstü olduğu fikrinin ön-kabulüne dayanmaktadır. Bu nedenledir ki, bu şekildeki bir benimseme insanın doğalın ötesine taşırılması fikri ile kendi içinde antagonist bir çelişkiye neden olmaktadır. Oysa ki, insan tüm doğal yabancılaşmasına karşın doğa içinde ve doğaldır; bu durum onun tarihsel/sosyal yapısına ters düşmez. İkinci olarak, ?doğanın bütünüyle toplumsallaşması? fikri onun canlı bir organizma olarak görünmesi anlamını taşır. Doğaya dönüş düşüncesi ne kainatın tümünü tek bir organizma olarak değerlendirmeye yönelik bir düşüncedir ne de totalist bir birlikteliğini ileri sürmektedir. Kainattaki tüm canlı/cansız var-oluşların bir diğeri ile ortaklaştıklarını, simbiyotik ilişki içerisinde olduklarını, ayıklamanın ise bu ilişkide insan ve diğer canlılar arasında fark gözetilmemesi gerektiği fikrine dayanmakta olan doğaya dönüş insanın doğayla yabancılaşmasını aşması için kullanabileceği anahtar görevini üstlenmektedir.

Meta-nın algılanış biçiminin değişmiş olması meta-phusika/meta-fizik denilen düşüncenin algılanma biçimini değiştirmemiştir; o, her zaman meta-fizik olarak varlığını korumuş ve o şekilde değerlendirilmiştir. Dildeki yansıma ve değişimlerin kavram üzerinde olgunun/düşünce dizgesinin algılanma, yorumlanma ve değerlendirme biçiminde yarattığı farklılıklar biçimseldirler. Alfred Sohn-Rethel – Frankfurt Okulundandır- der ki; ? Metanın biçimsel analizi, yalnızca politik iktisadın eleştirisinin değil, soyut kavramsal düşünme tarzının ve onunla birlikte ortaya çıkmış kafa emeği-kol emeği ayrımının tarihsel açıklamasının da anahtarını elinde tutar? (3) Kavramdaki değişime uğrayan meta-ı değerli kılan nedir? Tereddüt edilmeksizin verilecek yanıt ise, kafa-kol emek gücü olacaktır. Kendinden menkul önceden var olanın kafa-kol emek gücü ile çelişkisi, onun emek gücünün önüne geçmek istemesindedir. Ontolojinin/varlık-felsefesinin ötekine duymuş olduğu gereksinim bir yönü ile bilinç düzeyindeki algılamanın kendini yetersiz görmesinden kaynaklı bir eklemlenmeden öte bir şey değildir. Maddenin ötesindekini/düşünsel boşluğu yaratan da ve ona dayalı ön-benimsemeler ile maddeyi açıklamaya çalışan da yine kavramlaştıran tarihsel belleğin kendisidir. Belleğin kendine karşı oynamış olduğu bu oyun basit/sıradan bir oyun değildir; kavramlar ile olmayana-ergi bir zaman sonra olgusal bir gerçekliğe dönüşmekte/erişmektedir. Öyle ise, bu oyunun yapısal bir oyundur ve önemsenmelidir. Öte düşüncenin maddeyi zorlaması onu biçimlendirme eğiliminden, yöneliminden ve isteğinden ileri gelir ve fakat hiçbir zaman madde-ötesinde değildir. Madde-ötesinin peşin kabul görülmesine dayalı düşünce dizgesinin temel felsefesi, sosyal/tarihsel yapılanmayı kendince biçimlendirme, yönetme, yönlendirme eğiliminden başka bir şey değildir. Tercihler içerisinde insanın içerisinde bulunduğu koşulların, ilişki kalıplarının dayatmışlıkları onun nasıl tercih yapacağı üzerinde etkilenmeye neden olsalar da inanca dayalı bilgisel tercihlerinin önüne geçemezler; böyle olunca, bazı tercihlerin insanın kendine ilişkinmiş gibi değerlendirilmelerini sağlamak için madde-ötesindeki dayatmanın kullanılması insandaki belleğin yetersizliklerinin gözetilmesi, kollanması temeline dayalıdır; öyle ki, insan devasa evren ile kıyaslanarak kum tanesi olduğuna inandırılmak istenir. Böylesi bir yaklaşımın insan üzerindeki derin etkileri geçmiş yüz-yıllardan biriken korkular üzerine inşa edildiğinde, kaçınılmaz olarak bir teslimiyet ile sonuçlanır. Bu dayatma ??.muhtelemelen [ideoloji] nin temel boyutudur: ideoloji yalnızca bir [yanlış bilinç], gerçekliğin yanılsamaya dayalı bir temsili değildir; daha ziyade çoktan [ideolojik] olarak kavranması gereken bu gerçekliğin kendisidir ? [ideolojik], tam da mevcudiyeti katılımcılarının, onun özünü bilmemesini gerektiren bir toplumsal gerçekliktir- yani yeniden üretilmesi, bireylerin [ne yaptıklarını bilmemeleri]ni gerektiren toplumsal fiiliyattır. [İdeolojik], bir (toplumsal) varlığın [yanlış bilinci] değil, [yanlış bilinç]ten destek aldığı sürece bu varlığın kendisidir?.çünkü semptom, [tutarlılığı, öznenin belli bir bilgisizliğini gerektiren bir oluşum] olarak da tanımlanabilir:?? (4) Buradaki durum ve gereklilik bir diğerinden ayrıştırılmalıdır. Öznenin bilgisizliğine dair durum onun öyle olmasından yararlanmak isteyen gereklilik düşüncesinden kopuk değildir ve ancak bu durum, öznenin tarihsel bilinç/belleğinin farkında olmaması ile örtüşmektedir. Ayrıştırılması gereken ise, bunun bir gereklilik olmadığı, bir dayatma olduğunun bilinmesi ile buna bağlı olarak aşılmasıdır. Öznenin bu semptom olarak değerlendirilen durumu aşma olanağı her zaman vardır ve bunun için yeterli donanıma sahiptir.

Totolojik düşünce dizgeleri kendi içerlerinde tutarlı oldukları için ikna edici/inandırıcı olabilirler; ancak bu, onların doğruları gösterdikleri anlamına gelmez. Kral mı tebasına, teba mı krala tabidir? Her iki olgu yek diğeri ile ilişkili olduğundan ve her ikisi de bir-diğerine bağlı ve bu nedenle de tabidirler. Tebaasının öyle görmediği kral kral olamayacağı gibi, tebaasını öyle görmeyen kral da kral olamaz. Ne kral ne de tebaa gökten zembille düşmediklerine göre, bu olguların oluşma süreçleri hiçbir zaman göz ardı edilemez. Düşüncenin kendini yaratan olgusal süreçlerinden soyutlanarak ortaklaşılan kavramsal bir olguya dönüştürülmesi ile fizik-ötesine taşınmasına yönelik işlem gerçekleştirilmiş/tamamlanmış olacaktır. Bir kez bu noktaya taşındı mı o düşünce kendini yaratan bireyler üzerinde egemen olmaya başlayacaktır. ?İdeolojinin yüce nesnesi? bu yaratma sürecinde gizlidir. Bunun için akıllı görünenin deliliği göz-ardı edilecektir. ? Burada Lacan?ın şu ünlü saptamasını hatırlamamak mümkün mü? Kral olduğuna inanan bir deli, kral olduğuna inanan, yani [kral]lık göreviyle dolaysızca özdeşleşen bir kraldan daha deli değildir? (5) Aklın kendi fantastik yaratmalarında içine düştüğü bataklık, debelendiği bir çıkmazdır. Erasmus?un ?deliliğe övgü?sü, kendini akıllı sanan ezbercilere/taklitçilere, baskıcı olan tüm ideolojilere ve çağında engizisyonlara karşı bir duruş değil midir? ?Kral çıplak? diyenin diğer sürü kitlesince görünen yüzü bu değil midir? Filozofun ?başkalarının düşünceleri ile akıllı sayılmaktan ise, kendi düşüncelerimle deli sayılmayı tercih ederim? demesinin temelinde yatan düşünce dizgesi de aynıdır. İnsan hangi alan içerisinde düşünür? Ya da düşünmenin sınırları nelerdir? Daha ötesinde düşünürken gerçek anlamda özgür müdür? İnsan, diğer canlı türlerinden ayrı olarak düşünmeyi ve soyutlama yaparak yaratmayı gerçekleştirebildiği için farklılaştığını anlayabilen bir türdür. Diğer canlı türleri arasında da bir iletişim vardır ve fakat bu iletişim biçimleri insan türünün geliştirdiği kadar ileri düzeyde değildir. Bu nedenledir ki insan düşünce dizgeleri arasında bir tutarlılık arama gereksinimi duymaktadır. Düşüncenin tutarlı olması ile olgusal süreçle örtüşmesi maddenin/özün ötesinde değil, içerisindedir. Bu durumu fark edemediği sürece düşünce kendi bataklığında debelenecektir.

İdealaştırılan olgu sonuçta bir tabudur. İdeal olan şey ne tanımlanabilir ne de elle tutulabilir bir görüngüye sahiptir. ?Olması gereken? den farklı olarak olanaksız ve ulaşılmazın, bir ?hiç? liğin peşin benimsenmesini ön-görür. Maddi gerçekliğin bir ürünü olarak ortaya çıkan düşünce, maddi gerçekliği eğip-büzecek bir güce sahip olsa da, maddenin tanımlanamayan, tanımlanmak istenmeyen ötesini resmedemez. Filozofun ?hiçbir şey yoktan var, vardan yok edilemez? şeklindeki belirlemesinin/soyutlamasının bir anlamı olsa gerek. Hayranlık uyandıran duygu ve düşüncelere sığınmak ya da bu duygular eşliğinde bir yer edinmek çabasında olan insan türünün bu uğraşısı bir açıdan kendini evren içerisinde yerleştirmeye çalışmasından başka ne olabilir ki? O, hayranlık uyandıran ideası ile özdeşleşeceğini umut ederken tam bir hayal-perest sayılmalıdır. Öyle ki; ? [iyi]ye aşırı bağlanmanın kendisi de en büyük kötü haline gelebilir. Gerçek kötü her türlü fanatik dogmatizmdir,..Eğer iyi?ye çok fazla takar ve bunun sonucunda da dünyevi olan her şeyden nefret edersek, iyi takıntımız bizatihi bir kötülük gücüne, kendi iyi fikrimize uymayan her şeye yönelik yıkıcı bir nefrete dönüşebilir.? S(6) Bilgi ile inancın bizatihi kötülüğünden söz edilemez ve fakat tabulaştırıldığında bilgi bilgi olmaktan çıkar, inanç ise kötülüğün kaynağına dönüşür. ?-zaten inandığımız için inancımızı ispat eden nedenler buluruz; inanmak için yeterince iyi nedenler bulduğumuz için inanmayız.? (7) Bir olguya inanmak onu biçimsiz olarak görmektir/ var olduğunu peşinen a priori kabul etmektir. Oysa bir olguyu bilmek bundan farklı olarak onu tüm şekli ile görmek demektir. Bu bağlamda bilgi inançtan daha kuvvetli bir algılama boyutudur. İnandığımız olguyu tüm yönleriyle bilemeyiz; bildiğimiz olguya inanmayız; buna gerek kalmaz?Pascal der ki; ?Rasyonel akıl yürütmeleri bir kenara bırak ve kendini sadece ideolojik ayine teslim et, anlamsız jestleri yineleyerek kendini aptallaştır, sanki zaten inanıyormuşsun gibi davran, inanç kendiliğinden gelecektir.? (8)

Bilinç belli bir deneyim sonucunda oluşur. Olguların anlaşılabilir olmaları için bilgi birikimi yeterli olsa da, olgular arasındaki ilişkinin açığa çıkartılması, yorumlanması ve neden-sonuç ilişkisinin analitik çözümü yapılarak değerlendirilebilmeleri ancak bilinç ile olanaklıdır. Tarihsel bellek, bilincin veritabanını oluşturur ve açımlanmaya hazır, kilit altında olmayan bir hazine gibidir. Üretim, tüketip, paylaşım şeklindeki tüm toplumsal süreçler tarihsel dokuları içerisinde düşünce üzerinde etki yaparak karmaşık bir şekilde bilgi birikimi ve ona bağlı olan bilinci yaratırlar. En ufak bir bili kırıntısının bile oluşması için geçen zaman düşünüldüğünde insan ömrünün ne denli kısa olduğu rahatlıkla görülebilir. Bilgi birikiminin bilinçte yer etmesi olguların kavramlaştırılmaları ile gerçekleşir. Ancak, kavramların büyülü dünyası bilgiyi ve ona bağlı olan bilinci her yönden etkisi altına alabilir. Kavramlar çıktıkları kaynaktan uzaklaştıkça farklılaşır ve anlam kayması ile birlikte yanılgıların tetikleyeni haline gelebilirler. Ne olursa olsun bilgi ve bilinç nesnel dünyanın/devinimin bir uzantısı olarak ortaya çıkar. ?Değer? denilen kavram/olgu, insan türünün sosyal/tarihsel ilişkilerinin bir sonucudur. Her toplumda bir içeriğe sahiptir. Bilinçli olduğu düşünüldüğü için bir edim ya da edimsizliğin ?değer?li sayılması bu nedenledir. Bilincin düzeyi, yer/zaman göre değişkenliği ?değer?in niceliğinde bir değişikliğe neden olabilir ve fakat nitelik olarak aynıdır. Ayrıca bilinçli her edimin bir değer taşıması onun yararlı ve haklı olduğu anlamına da gelmez. Kavramlar üzerinden duygu ve düşüncelerin çarpıtılmaları, ters-yüz edilmeleri bilinçli bir çabanın sonucunda ortaya çıkarlar; hal böyle olunca, bilginin çarpıtılmış olduğuna dair nesnel bir/birden çok ölçünün olması gerekir. Tüm ölçmelerin temelinde bilinç yatmaktadır. Nesnel ölçülerin izafiyetleri bir kenara bırakılacak olunursa, ?değer? yargıları gibi öznel ölçmelerin objektifliğinden nasıl söz edilecektir? Sosyal yapının/toplumun doğrudan belirlediği ve tartışmasız benimsemeye dayalı öznel düşüncelerin nesnel bilişsel bir birikim sağlaması ve ölçüler ortaya koyması olanaklı görülmemektedir. Bir kere canlı doğaya zarar veren, acıtan, inciten, üzen bir olgunun/edim ve edimsizliğin bilgi ve bilinç düzeyinde olsalar da yararlı ve doğru bir bilgi olduğunu söyleyen bir öğreti var mıdır? Yoksa eğer, gerçekler ile kavramlaştırılan olgular arasında ciddi bir çelişki ve antagonizma var demektir; yoksa, bu denli paylaşımsızlık, keder ve üzüntü, yıkım nasıl açıklanabilir ki? Bilinç bir yandan olguları kavramlaştırarak kendi denetimi altına almaya çaba harcarken, zamanla bu kavramların etkisi altına girerek kısır bir döngü oluşturur. İnsanın duygusal/hissi yanı entelektüel bir birikim ile ortaya çıkar. Göz-yaşı insana sonradan ilave olmuştur. Her ne kadar Elias Canetti kahkahanın yerine göre güç ve iktidar ile ilişkili olduğunu ?kitle ve iktidar? da açıklamış ise de, kahkahanın duygusal bir yönü olduğunu da görmek gerekir. Kahkaha da göz-yaşı gibi entelektüel bir birikim sonucunda duygulanımlara bağlı bir edim olarak insana eklenmiştir. İnsanın bu iki yönü belki de onun en zayıf noktalarını oluşturmaktadırlar. Ağlamak ve gülmek, çok güncel/sıradan birer duygulanım olarak görünseler de aslında öyle değillerdir. Ağlamanın erk-eğe yakıştırılmamasının temelinde erk-egemen olma düşüncesi yatar. Kavramlar ile şekillendirilen olguların insan duygulanımı üzerindeki etkileri onun bilincine yapılacak müdahale için zemin hazırlar. Her iki olgu karşısında insanın savunmasız olması onun kendini gerçekleştirdiğine inandığı inançlar sistemine bağlanmasına neden olur. İnancın bilgi üzerindeki bu egemenliği yanılgıların ilk adımlarını oluştururlar. ?Bilmeden yapmak? ancak bu şekilde mümkündür. Ve bu nedenlerdi ki; ?Bir ideoloji, ancak biz onunla gerçeklik arasında herhangi bir karşıtlık görmediğimiz zaman ?yani ideoloji gerçekliğin kendisine ilişkin gündelik deneyim tarzımızı belirlemeyi başardığı zaman- [bizi gerçekten etki altında tutuyor]dur?Bir ideoloji, ilk bakışta onunla çelişen olgular bile onun lehine savlar olarak iş görmeye başladığı zaman gerçekten başarılı olur.? (9)

Lacan?ın tesbitine göre ??hakikat yanlış-tanımdan çıkar.? (10) Gerçeği/hakikati arama/araştırma eğilimi tarihin bir zaman diliminde isteyerek ya da istemeyerek insana eklemlenmiş olsa gerek. Hakikat/gerçek ile sahte ve yanıltıcı olanın çelişkisi, geçmişi yazmak ve geleceği kurmaktan geçer. Yaşanmışlıkların geri-dönüşümsüz adeta bir put gibi katı yapısı yontulmaya başlanmaları ile algı ve yorum sayesinde bir esneklik ve anlam kazanırlar. Hata/yanlış olarak değerlendirilen edimler/edimsizlikler, düşünce açıklamaları ve değerlendirmeler bir şekilde fiziksel dünyanın ve organik toplumun algılanmaları biçimi ile ilgili birer tesbitlerdir. Böyle bir tesbit yapılabilir olmasının özünde yatan olgu ise, öz-eleştiri olsa gerek. ?Bilincin [nesnel] tarihsel zorunluluğa geç kalması.? (11) fiziğin düşünceden daha hızlı ilerlediği anlamına gelir. Fizik olaylar arasındaki tüm ilişkiler sabitlenmiş olsalardı keşfetmek dışında bir şey kalmazdı geriye!? Fizik yasalarının zorlayıcılığına karşın insanın bu yasalar ile onu eğmesi olanaklıdır ki bu durumun kendisi de fizik-ötesi değildir. Bir zamanlar mavi-gezegende dinozor türleri fizik yasalarına bağlı olarak uçuyor ve yaşıyorlardı. Onlar fiziği zorlamdan yaşadıkları için fiziğin zorlaması karşısında yok olup gittiler. Oysa insan türü fiziği zorladığı için türünü sürdürmeyi başardı. Bunu yaparken ellerini, parmaklarını, ayaklarını, dilini, beynini hulasa tüm bedenini ve düşüncesini kullandı; bunların hiç biri fizik-ötesi değildir. İnsanın ayakları üzerinde yürümeyi başarmasından bu güne kadar geçirdiği evrimleşme sürecine uygarlaşma/insanlaşma denilmektedir. Bu tanımı yapan da insanın kendisidir. Bir yandan avcı-toplayıcı kültürden edindiği mask/maskelenme ile sahte kimliğini kullanır iken, diğer yandan uygarlaşmadan söz edebilen yine insanın kendisidir. Öyle ise gerçek/hakikat insanın tüm bu yabancılaşmalarının yarattığı yanılgılarının farkında olması değil midir? İşin diğer yönü ise, farkında olmanın yeterli olmadığıdır. Soru şu olmalıdır; gerçek nedir?

İnsan yer-yuvarlağına bastığını hiçbir zaman unutmamalıdır. Ötesini aramadan önce onu/dünyasını fark edebilmelidir. Evrenin/kainatın gizemini bir kum tanesinde sakladığı söylenir; insan neden bu/bir kum tanesi olmasın ki? İnsanın fizik-ötesine savruluşu ?tufan?ın, ?yaradılış?ın, ?gılgameş?in efsaneleştirildiği neolitik yaşam dilimlerinde biçimlenmiştir. Ne Tanrıların, ne yarı-tanrıların ne de insanın sığmadığı bu evren, düşünceye inat kendince devinmektedir. Bir ve öteki, ezen ve ezilen, güçlü ve güçsüz, güzel ve çirkin hepsi birer tuğla gibi yan yana durmakta ve şekillenmektedirler. İnsan kendini ötekinde görür ve yaşayarak gerçekleştirir. İnsanın sosyal yapısı öteki olmadan olmayacağına işaret etmektedir. Buradaki öteki, ötekileştirilen anlamında değildir. İnsanın sıkıştığı dar alan burasıdır. Filozof ne diyor; ?Her biri, ötekinin kusurunu algılarken, -farkında olmadan- kendi özel konumunun sahteliğini de algılar, ötekinin kusuru kendi bakış açımızın çarpıtmasının nesnelleştirilmesinden ibarettir.? (12)
??esse=percipi?varlık eşittir algı?? (13) Var olan ile bilgiye dayalı olanın, varlık felsefesi/ontoloji ile bilgi felsefesi/epistemolojinin çarpıştıkları ve yenişemedikleri alanın ta kendisidir. Düşüncede iz-düşen varlığın her iki alanda eş/özdeş olması gerekli midir? Ya da bir zorunluluk mudur? Çelişkisiz sentezi yaratabilen düşüncenin kendisi bir varlık mıdır? Bilgi, bir birikim sonucunda soyutlayan düşüncenin kavramlar aracılığı ile var olanı algılama süreci olduğuna göre, algının kendisi varlık ile eşitlenemez. Buradaki eşitlik/eşitsizlik bir denklik/dengesizlik şeklindeki eşitlenmeden farklıdır. Tarihsel bellek/bilincine bağlı olarak yaratıcı düşüncenin sahip olduğu güç ile insan yaratabilir ve fakat varlığın ona bir gereksinimi yoktur. Başka bir anlatımla, bir dinozor için bir ağaç sınırlı bir cismi temsil edecektir ancak, ağaç şeklinde kavramsal bir olguyu değil?Buna rağmen hem dinozor hem de ağaç/cisim ayrı ayrı var-olacaklardır. Varlık felsefesi ile bilgi felsefesi temelde çatışır görünseler de onların insan, tarih, bilinç, sosyal yapı, üretim, paylaşım, dayanışma gibi kavramlaştırılmalar ile bir diğerini tamamladıkları görülecektir. Bu halde bile, nesneler algılandıkları için vardırlar denilemez. Varlığın algılanma biçimi soyutlanan kavramlar ile değerlendirilebilir. Kavramın kendisinden varlığın kendisi ile bire-bir özdeşleşmesi beklenmemelidir. Yunanca?da öte anlamındaki meta yüz-yıllar sonra para ile ölçülebilir emtia/mal olarak algılanmaya başlanmış, kavramlaştırılmış olsa da hem ?öte? hem de ?emtia? varlıklarını ayrı ayrı korumuşlardır. Kavram ile algılananın zaman içerisinde farklılaşması varlığın değiştiğine değil algılamanın değişimine işaret eder. Bu belirleme varlığın sürekli aynı kalacağı anlamına da gelmez. Her halde algının değişimi ne kendiliğinden ve sebepsiz yere bir sıçrama yaparak ortaya çıkar ne de varlığı yoklaştırabilir. Algının somuttan soyuta doğru bir eğri çizgide ilerlediği söylenebilir. Bir dik açının taban köşelerinden birinde bilgi diğerinde varlık felsefesi yan yana dururlarken, değer felsefesi tepedeki üçüncü açıyı teşkil eder; 180 derecelik açısal düzlemi 360 derecelik çember tarafından sarmalanmakla denklem tamamlanmış olur.

??Eğer dünya, dil ve özne yoksa, var olan nedir; daha doğrusu, var olan olgulara tutarlılıklarını veren nedir? Lacan?ın cevabı?smeptomdur?Postyapısalcılığın temel jesti, her türlü özel kimliği yapıbozuma tabi tutmak, katı tutarlılığının ardındaki simgesel aşırıbelirlenim etkileşimini gözler önüne sermek ?kısacası tözel kimliği çözerek tözel- olmayan, farklılığa dayalı ilişkilerden oluşan bir ağ haline getirmektir; semptom kavramı ise bu yaklaşımın zorunlu kontrpuanı, keyfin tözü, bu anlamlandırıcı etkileşimin etrafında yapılandığı gerçek çekirdektir.? (14) Kavramların tümü bir yaratmadır. Bir kısım kavramlar olgusal gerçeğin soyutlanması ile oluşurken/yaratılırken, bir kısım kavramlar da gerçek olmayanın soyutlanması ile yaratılırlar. Olmayan bir şey?de kavram olarak var-edilebilir; bu kategoridekiler, salt düşünsel olarak var-edilme noktasından öteye geçemezler. ?Öte? bir kavram olarak ?beri?yi açıklamada, anlamada kullanılabilir ancak, ?öte? yoktur. ?beri?nin ?öte?ye bir gereksinimi varsa bu ontolojik olarak değil epistemolojik olarak vardır. Bu, şu demektir; algılama ile gerçek arasındaki fark dil/kavram ortaklaşması ile giderilebilir. Bu durum, kavramsal olarak olgunun gerçek ile örtüştüğünün peşin-kabulüne dayandırılmasıdır. Bin yıl öncesindeki X kişisinin Y zaman diliminde Z eylemini gerçekleştirdiği yönündeki bir bilgi aktarımının kendisi X kişisinin varlığından ayrı bir öneme sahip olacaktır. Çünkü geçmişe gidilmez; geçmişten gelinir.

?İdeolojide gerçekte önemli olan şey biçimdir.? (15) Gerçekte biçim öz-den kopuk ve ayrı olmadığına göre; her ideolojinin ne olursa olsun, öz-üne uygun ve ön planda tutmak istediği bir biçimin olduğu sonucu çıkartılabilir. Öz olanın derinliğine bir anlam içermesi ve anlaşılabilirliğinin doğuracağı etkiler ile biçimin şekilsel ve dış gözlemle kolay anlaşılabilir olması karşısında salt biçimselleştirmenin özden kopuş ve bir aldatmaca/mistifikasyon olduğu rahatlıkla görülebilir. Aydınlanmacıların mimarlarından olan Kant?ın ??aklını istediğin her konuda, istediğin kadar kullan ?am itaat et!? (16)şeklindeki önermesi, çağın ortasına egemen olan teolojik hegemonyanın yerine aklın/insanın değil de ideolojik hegemonyanın ikame edilmesinden başka ne olabilir ki?!

Fizik-ötesine taşınmak istenen düşüncenin varmak istediği nokta ve empoze ettiği fikir, tartışmasızlık, peşin benimsemedir. Değer felsefesinin temel konularından en önemlisi bu nedenle ?etik? olmuştur. Değerler ve yargılar sistemlerinin toplumsal ve bireysel iz-düşümlerinin somutlaştığı ?etik?, varlık ve bilgi felsefelerinin taç-yaprağını oluşturur. Tartışmasız benimseme etiğin temel yasası olamaz. Toplumsal normlar/yasalar-tüze ve etik kurallarının zorlayıcılığı bireysel ve toplumsal değer yargıları arasında bir gerilmeye neden olurlar. Bu gerilmeye karşı gösterilecek direncin kendisi yine toplumsal birikimin sonucunda bireyin kendinde somutlaştırdığı artı-katkı olarak ortaya çıkar. Koşulsuz/tartışmasız benimsemenin rahatlatıcı olduğu söylenilen yanı ise ancak sürüleşme ile açıklanabilir. Direncin kendisi bilinç ile gerçekleşen bir eylemselliği ortaya koyacağından bilinçsel eylemin olduğu yerde ?bilinç-altı? nı zorlamanın bir anlamı da kalmayacaktır. Demek ki, tartışarak benimseme, tartışarak değiştirme ya da, red edilişlerin temelinde özde toplumsal-tarihsel bilinç ve özelinde ise bireysel/tarihsel bilinç bulunmaktadır.

Gerçeğin, biçimsel sayılan maddenin ötesinde gizlendiği, algı ve sezgiler ile anlaşılabilir/algılanabilir nitelikte olduğu felsefesine dayanan fizik-ötesi/meta-fizik, sezgi ve algı dışında kalanları birer görüntü olarak değerlendirir. Yaşanmışlıkların neler olduğu ile ilgili değil nasıl maniple edilebilirliği ile ilgilenir. Çünkü bu düşünce dizgesine göre, geçmişteki tüm yaşanmışlıklar onların simgeleştirilmeleri ile gerçeklik kazanmaktadırlar. Üstelik simgeleştirmenin neye göre yapıldığının da kıymet-i-harbiyesi olmayacaktır; ?…Belki bir tarihsel küme farklı biçimlerde simgeselleştirilebilir; Gerçek?in kendisi zorunlu bir simgeselleştirilme tarzı içermez.? (17) Burada, simge ve gerçek arasında bir fark gözetildiği rahatlıkla görülebilir. Simgeselleştirilme asıl olsaydı o zaman ?gerçek? diye ayrı bir kategoriden söz etmek anlamını yitirecektir. Öyle ise, simgeselleştirmenin neye göre yapıldığı göz-ardı edilmek suretiyle ?gerçek? ter-yüz edilmiş ve daha sonra doğru olanın arayışına geçilmiş demektir. Bu düşünce tarzı simgeselleştirmeye sığınsa da bu sığınağın gerçek denilenin kendisi olmadığının farkındadır. Bu nedenle, bir mihenk taşı/bir nirengi noktası bulması gerektiğinin farkında olarak der ki; ?Gerçek?in kendisi dolaysız yoldan simgeselleştirilmesi için hiçbir dayanak sunmadığı içindir ki ?her türlü simgeselleştirme son tahlilde olumsal olduğu içindir ki- verili bir tarihsel geçekliğin deneyiminin, bütünlüğünü kazanmasını sağlayacak tek şey, bir gösterenin devreye girmesidir, [saf] bir gösterene göndermede bulunmaktır. Gönderme noktası olarak belli bir ideolojik deneyimin bütünlüğünü ve özdeşliğini garanti altına alan şey gerçek nesne değildir ?tam tersine, tarihsel gerçeklik deneyimimizin kendisine bütünlük ve özdeşlik kazandıran şey, [saf] bir gösterene yapılan bir göndermedir. Tarihsel gerçeklik her zaman simgeselleştirilmiştir elbette; onu yaşama biçimimiz her zaman farklı simgeselleştirme tarzları tarafından dolayımlanır: bu fenomenolojik hikmete Lacan?ın eklediği tek şey, kendisi de bir ideolojik alam alanının ufku olan verili bir [anlam deneyimi]nin bütünlüğünün, [saf], anlamsız bir [gösterilensiz gösteren] tarafından desteklendiğidir.? (18) ?Gösterensiz gösteren? tam da Kudret Tapınağına yapılan bir göndermeden başka ne olabilir ki?

?Özne her zaman onu öteki için temsil eden bir gösterene raptedilmiş, mıhlanmıştır ve bu mıhlanma sayesinde simgesel bir görev yüklenir, öznelerarası simgesel ilişkiler ağı içinde bir yer edinir. Mesele bu görevin son kertede her zaman keyfi olmasıdır.? (19) Gerçekte öyle midir? Dış dünyanın kavramlaştırılması ile oluşan imgelenim insanın keyfi olarak belirlediği olgular değildirler. Simgeleştirilen olgulara biçilen değer de keyfi olmaktan uzaktır. Özne-nin bir ötekine rapt-edilmiş olması için algılanmaya gereksinim olduğu açık ve nettir. Ve fakat, bunu gerçek yapanın kendisi ne imgedir ne de simgeler olabilir. Hem imgelerin hem de simgelerin birer yansıtıcı oldukları göz-ardı edilmediklerinde keyfiliğin yerini diyalektik etkileşim/değişim-dönüşüm-belirleme alacaktır. Bu son durumda, nedensellik zincirinin kırılmaz/bükülmez-vazgeçilmez, bir açıdan fatalist/kaderci yanı ile aynı kavşakta buluşmaya de gerek yoktur. Öznenin bir ötekine katılımı ve ondan yansıması onun sahip olduğu tarihsel birikimi/belleği kullanma-kullanabilme ölçüsüyle doğru orantılıdır. Bu ölçü onu yek-ötekinden mutlak surette ayırır ve nedensellik bağını kopartıp atar. Yer-yuvarlağında var olan tüm imgeler ve simgelerin yokluğu ancak kendilerinin yokluğuna işaret edebilir. Ve ?insan? tanımı da bununla birlikte yok olur. Ve fakat, ne tanımsız insanın ne de tanımsız gezegenin yok olması sonucunu doğurmaz. Bunun tersini ileri sürebilmek için fizik-ötesinin varlığının kabul ve belirleyiciliğinin kaçınılmaz olduğuna dair bir yargı/bir yanılgıya dayanılması kaçınılmazdır. Bir kaçış olmalı, bu dar alandan bir kaçış ile fizik-ötesi görünüşte fizik-berisine taşınmalı ki, bu kaçışın olduğu yerde devreye hemencecik psikanalizin yerleştiği görülür. Bu kaçış sırasında insanın ?libido?suna dokunur, bilincini alt-eder. Bundan hareketle ?bilinçaltı? nı doğurur. Bu son kertede insan hala fizik-ötesindedir. Bir açıdan aradığı fiziksel/maddi bir çıkış olsa da, hala ?bilincin-altında? kalarak karanlıktadır. Doğal ve toplumsal şiddet ve erk arasında ciddi ayrışımların varlığı asla göz-ardı edilmemelidir. Cinslerin doğal ilişki kalıplarının toplumsal baskı ile sınırlandırılmaları, onların erk-egemen olma istemleri ile doğrudan ilişkilidir. Şiddetin toplumsallaştırıldığı o andan itibaren cinsler arası ilişki doğal seyrinden toplumsal seyrine doğru devşirilir. Artık ürüne al-koyma ile başlayan bu şiddet ve bastırmanın kadın cinsi aleyhine gelişmiş olması onun ana-üretkenliği ve fizyolojisi ile ilgilidir. Doymazlığın güçlü-egemen olma isteği ile birleşmesi sonucunda sosyal etik şekillenmeye başlayacaktır. Bu aşamada temel belirleyenin ?libido? olmadığı çok açıktır ve temel belirleyenin artık ürüne al-koyma istenci olduğu görülmektedir. Diğer türlerden farklı olarak insan türünün bu doymazlığı nereden gelmektedir? İlk-el yaşamın doğal ve kaotik yapısı ile araçların ilkel düzeyde olmaları nedeniyle yaşanan açlık bu doymazlığın nedenidir. Bu açlığın giderilmesi üzerine yükselen erk-egemen kültür ve şiddet ile iktidar olguları zamanla kendi döngülerinde kendi içsel çelişkilerini doğurmuşlar ve bu çelişkilerden dolayı süreç tersinden algılanmaya başlanmış görülmektedir. Aşağıdaki belirleme bu durumu gözler önüne sermektedir. Der ki, ?Erkek kadınla, ancak kadın onun fantezi çerçevesine girdiği sürece ilişki kurabilir. Her erkeğin, cinsel eş olarak seçtiği kadında annesinin ikamesini aradığını iddia eden psikanalitik doktrinin, naif bir düzeyde de olsa bilmediği bir şey değildir bu: Bir erkek bir kadına, kadının bir özelliği ona annesini hatırlattığı zaman aşık olur. Lacan?ın bu geleneksel görüşe eklediği tek şey, bunun genelde ihmal edilen negatif boyutunu vurgulamasıdır: fantezide, anne sınırlı bir (simgesel) özellikler kümesine indirgenir; anne-şey?e çok yakın bir nesne ?annelik özelliği taşıyan şey?e yalnızca belli indirgenmiş özellikler yoluyla değil doğrudan doğruya bağlı olan bir nesne- fantezi-çerçevesi içinde belirir belirmez, arzu ensest korkusunun yarattığı bir klostrofobi içinde boğulur: burada yine fantezinin paradoksal aracı rolüyle karşılaşıyoruz: Fantezi anneye ikameler aramamızı sağlayan bir inşadır, ama aynı zamanda bizi annelik-özelliği-taşıyan Şey?e çok fazla yakınlaşmaktan koruyacak- onunla aramızda belli bir mesafe bırakacak- bir perdedir de.? !? (20)

Ve başka bir yerde deniyor ki; ?Bugün Lacancı öznenin bölünmüş, üzerine çarpı atılmış olduğu, anlamlandırma zincirindeki bir eksiğe özdeş olduğu herkesin malumudur. Gelgelelim Lacancı teorinin en radikal boyutu, bu olguyu görmesi değil, büyük Öteki?nin simgesel düzenin kendisinin de barre(çizilmiş) olduğunu, üstüne temel bir imkansızlığın çarpı attığını, imkansız/travmatik bir çekirdek etrafında, merkezi bir eksik etrafında yapılanmış olduğunu fark etmesidir. Öteki?de bu eksik olmasaydı, Öteki kapalı bir yapı olur, özneye açık tek imkan da Öteki?de radikal biçimde yabancılaşma olurdu. Yani öznenin Lacan tarafından ayrılma adı verilen bir tür [yabancılaşmadan-arınma]ya ulaşabilmesini sağlayan şey tam da Öteki?deki bu eksiktir. Öznenin nesneden dil engeli yüzünden artık sonsuza kadar ayrılmış olması anlamında değil; aksine nesne Öteki?nin kendisinden ayrılır, Öteki?nin kendisi [ona sahip değildir], nihai cevaba sahip değildir ? yani kendisi de engellenmiştir, arzulanmaktadır; Öteki?nin de bir arzusu vardır. Öteki?deki, bu eksik, özneye, deyim yerindeyse nefes alınacak bir alan verir; ki bütünsel yabancılaşmadan, onun eksiğini doldurarak değil, onun kendisini, kendi eksiğini Öteki?deki eksikle özdeşleştirmesine imkan vererek kaçmasını sağlar.? (21) Analitik olarak bu durum nasıl yorumlanmalıdır? Kavramların olmayışlarının bir Öteki?nin olmayışına indirgenmesi doğal olarak Öteki?ne göre berinin ön-koşulsuz/peşin benimseme ile kabulü ile mümkündür. Öteki?nin olmayışının onun kavramsallaştırmaya gereksiniminden kaynaklanmaz. Tersine, kavram ile/sayesinde olmayan Öteki yaratılabilir. Bu nedenle düşünen insanın aslında bir yerlere kaçmasına gerek bulunmamaktadır. Öteki?nin kavramsal olarak var-olma gereksinimi maddi gerçekliğin bir gereksinimi değildir; bu nedenle, kavram olarak yok olanın var olamayacağı hipotezinden hareketle tüm nesnel dünyanın kavramlar eşliğinde var olduğu sonucuna hiçbir zaman ulaşılamaz.

Benzer biçimde, ?Geçmişteki ve bugünkü kümelenmeler arasındaki bağlantıyı artzamanlı zaman okunda aramak zorunda değilizdir; bu bağlantı dolaysız bir paradigmatik kısa devre biçiminde kendini tekrar gösterir.? (22) Gerçekte öyle midir? İrdelenmeye değer. Tarihin yazımı bir yönüyle geçmişin kurgusu ve geleceğin biçimlendirilmesinden başka bir şey değildir. Biçim, her zaman kurguya göre bir değişiklik gösterecektir. Geçmiş ile kurulan bağ/iletişim/ilişki ?paradigmatik kısa devre biçiminde? görünse de gerçekte öyle değildir. Paradigma da tekrarlanmaz. Geçmişin kalıntıları, izleri çeşitli şekillerde birikirler; tarihsel belleği ile ?kendini yaratan insan?, en küçük figürden, kabartıdan, alet-edevattan, yazılı belgelerden/lahitlerden, çanak-çömleğin biçiminden, iskeletin duruş ve dokusundan tarihsel geçmişi okuyabilir.

?Postyapısalcı konum sürekli olarak, hiçbir metnin bütünüyle metafizik dışı olamayacağını tekrarlar. Bir yandan, metafizik gelenekten basit bir mesafe alma, kendini onun dışına yerleştirme jestiyle kurtulmak mümkün değildir; çünkü metafizik, kullanmak zorunda olduğumuz dile nüfuz etmiş durumdadır.? (23) Dilin esnek yapısı soyutlama yetisi ile diyalektik bir gelişme içerisinde olmasından kaynaklanmaktadır. Bir ses çığlığının anlamlı bir ün-e, oradan heceye ve sözcüğe dönüşmesi için geçen zaman dilimi belki de yazılı tarihten günümüze kadar geçen süreden daha fazladır. Dil-el-beyin diyalektiği ayak ve gözden ayrıştırılamayacağı gibi, yaratılan tüm değer olguları sosyal/tarihsel insanın bir/birden çok gereksinimine tekabül etmektedir. Soyutlamanın anlaşılabilir olması onun fizik-ötesinden gelmediğinin bilinmesi ile mümkündür. Fiziğin kendisine dair tüm insanlaşma tarihi sürecinde yeterli bilgisine ulaşılamamış olması ona ?Öte? tanımlar ve kavramlar ile yaklaşılarak insanın kendini bir süreliğine avutmasından, oyalanmasından ve bir açıdan sosyal yapıyı kurgulayıp sürdürmek istemesinden başka bir şey değildir. Sonsuzluk içinde sınırsızlığın tahayyülü sınırlı olanın ötesinde durmaktadır. Bu çelişki bir şekilde giderilmelidir ki çember kapansın, döngü tamamlansın. Bu durum, bir yönüyle insanın düşünsel olarak tamamlama eğiliminde olduğunu göstermektedir. Bu nedenledir ki ?…dil her zaman söylemek istediğinden az çok başka bir şet söylemektedir.? (24) Ancak ?Nesnesiz dil yoktur? (25) Böyle olmasına rağmen düşünce yine de sınır tanımaz ve der ki; ?…gerçek nesnenin kesin tanımı şudur: kendi başına var olmayan, ancak bir dizi etkiyle, ama her zaman çarpıtılmış, yerdeğiştirmeye uğratılmış bir biçimde mevcut olan bir neden…aynı anda hem simgeselleştirmeye direnen sert, nüfuz edilmez çekirdek hem de kendi içinde hiçbir ontolojik tutarlığa sahip olmayan saf hayali bir kendiliktir.? (26) Gerçekten öyle midir?

Gerçek ve düş arasında ince bir tül vardır; tülün berisi gerçek, ötesi ise düştür; onu gerçek olandan ayıran ise düşünsel olmasıdır. Düş, bilincinde olunan bir kurgulamadır, oysa rüya bundan daha farklıdır. Sürekli/kesintisiz rüya görmekte olan bir insan bu süreçte gerçeği yaşadığını sanmaktadır; ne ki, biyolojik saat çalmaya başladığında ?er ya da geç- rüyadan uyanacak ve bunun gerçek olmadığını anlayacaktır. Biyolojik belirleme gerçeğin görünür olmasını sağlayacaktır.

?Demek ki Hegel?in verdiği temel ders şudur: Aktif olduğumuzda, dünyaya tikel bir edimle müdahale ettiğimizde, gerçek edim bu tikel, ampirik, olgusal müdahale (ya da müdahale etmeme tavrı) değildir; gerçek edim kesinlikle simgesel bir mahiyet taşır, kendi müdahalemizi mümkün kılabilmek, onda kendi eylemimiz (ya da eylemsizliğimiz) için bir yer açabilmek için, dünyayı, dünya algımızı önceden kurma tarzımızdan ibarettir. Nitekim gerçek edim (tikel-olgusal) eylemden önce gelir; (olgusal, tikel) edimimizin kaydedebileceği simgesel evrenimizi önceden yeniden yapılandırmaktan ibarettir.? (27)Gerçekte öyle midir? Dersin bitiminde sınıfa giren bir öğrenci için ders henüz başlamamış iken diğerleri için ders bitmiştir. Simgeler oluşmadan önce belki de milyonlarca yıl dünya gezegeninde milyonlarca canlı türü varlık/yokluk savaşımı vermekteydiler; kimileri derslerini iyi çalışmıştı, kimileri ise kötü…Simgeler oluşmaya başladığında ise ara zili çalmış insanlaşma teneffüs etmek üzere devindiğinde Hegel-yen düşünce o sıra derse girmek isteyen öğrenci misali sonlanan olguyu başa almak istemiştir; teneffüse çıkanlar yeni imgeler ve simgeler bularak ikinci derse gireceklerdi; demek ki, ?İdeolojinin Yüce Nesnesi? fizik-ötesinde kurulan bir kudret tapınağıdır. Yıkılması için bir tuğlayı yerinden oynatmak yetecektir.

Nejdet Evren
Mayıs/Temmuz 2011, Batı
_____
(*)İdeolojinin Yüce Nesnesi, Slavoj Zizek

(1)İdeolojinin Yüce Nesnesi/The Sublime Object of İdeology, Slavoj Zizek, Metis Yayınları, Üçüncü Basım, Ağustos 2008, Tuncay Birkan çevirisi, S.21….255 Sayfa
(2) Age, S.21
(3) Age, S.32
(4) Age, S.36
(5) Age, S.40
(6) Age, S.42
(7) Age, S.52
(8) Age, S.54
(9) Age, S.64
(10) Age, S.72
(11) Age, S.75
(12) Age, S.79
(13) Age, S.83
(14) Age, S.87
(15) Age, S.99
(16) Age, S.95
(17) Age, S.113
(18) Age, S.114
(19) Age, S.129
(20) Age, S.136/137
(21) Age, S.139/140
(22) Age, S.155
(23) Age, S.168
(24) Age, S.172
(25) Age, S.172
(26) Age, S.178/183
(27) Age, S.228

Previous Story

“Yakın plan” Yeni Türkiye Sineması / Zahit Atam ile Söyleşi: Nalân Mahsereci

Next Story

“Gülmek Bir Halk Gülüyorsa Gülmektir” – Müslüm Kabadayı

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ