Fotokopiler – John Berger ”Herkese her şey, kendimize hiçbir şey.”*

John Berger’ın Fotokopiler adlı kitabının arka kapağında şöyle bir cümle var: ”Ve yavaş yavaş, hiç bir araya gelmez sanacağınız bu insanları Berger’in kaleminden tanırken, yazarın istemeden ele verdiği otoportresi belirmeye başlıyor gözlerinizin önünde.”

Oysa John Berger, ”otoportre”sini ”Bir Bardakta Bir Demet Çiçek” adlı o unutulmaz ”fotokopi”de apaçık sunuyor bize: ”Ölmeyeceksin, dedim ona. Öleceğini biliyordu. Ben ona ölmeyeceğini söylediğim zaman, bana sık sık baktığı gibi, sanki bende anlaşılmaz bir şey varmış gibi baktı, aynı zamanda da delinin birine bakar gibi.” (s. 64)
John Berger’ın dostu Marcel seksen yaşlarında. Yılın dört ayını inekleriyle dağda geçiriyor. İki köpeği, kırk kadar ineği ve bir boğasıyla çıkıyor dağlara. Onu görmeye gelen dostlarına ”aşağıda olup bitenleri, köydeki hayatı sorardı.” / ”… Marcel’in her zaman bir hayvanı kaybetme korkusu vardı. (…) Dağda olasılık yasaları değişir. Bazen çam ağaçları yürüyorlarmış da, o anda durmuş gibi görünürler. (…) Marcel’in aşınmış, çatlamış, eklemleri şişmiş elleri vardı. Hem nasırlı, hem de duyarlı eller. Bugün artık kullanılmamaya başlayan birtakım eski sözcükler gibi.” / ”Onu en son birlikte kutladığımız bir yılbaşı gecesinden sonra arabayla evine götürürken görmüştüm…”
John Berger, Marcel’in öldüğünü şöyle anlatıyor: ”Geçen haziran Marcel’in dağındaydım. Ne otlayan inek vardı, ne onların boyunlarındaki çanlar, ne de köpekler. Ama birçok yabani çiçek vardı.”
John Berger, bir demet çiçek topluyor, Marcel’in boş dağ evinin kapısını açıyor. Elindeki çiçekleri bir bardağa yerleştiriyor, bardağa su doldurup masanın üstüne koyuyor. ”O artık orada olmadığı için masanın yanındaki sıraya oturmadım. Orda durdum, o sessizlik içinde sığır sürüsünden gelen çan sesleri arasından onun bağıran ve küfreden sesi kulaklarıma gelinceye kadar durdum.” İşte yazarın portresi…
John Berger kadar elleriyle (Bu defa yazmak için değil!) çalışan, bundan yüksünmeyen bir yazar görmedim: ”…Süt sağma makineleri olmadığı için inekleri elle sararlardı. Benim işim her akşam ahırı süpürmek, içtiği su boğazından geçerken borudan yalağa dökülür gibi ses çıkaran kısrağa su vermek, hayvanların pisliğini gübre yığını üstüne boşalttıktan sonra el arabasını hortumla yıkamak, gerektiği zaman da hayvanlar için yem torbalarını taşımaktı.” (s. 73)
John Berger’dan usta işi bir ”portre”: ”Şimdi öğle saati ve kadın Oxford Meydanı’nın arkasında yüzlerce güvercinin toplaştığı yaya bölgesine doğru yürüyor. Güvercinler şapkalı kadını görür görmez, ya paytak paytak yürüyor ya da kaldırım taşları üzerinden kadına doğru uçuyorlar. O da arabasından (”alışveriş arabası” -FN) çıkardığı plastik torbadan Mortimer Caddesindeki bir lokantadan atılmış bayat ekmeği elleriyle ufalayıp avuç avuç havaya serpiyor. / Bir sürü güvercin kadının kollarına konuyor, birkaçı havada, başının üstünde kanat çırpıyor, ama çoğu havadan dökülen kırıntıları gagalamak için yerde bekliyor. Zaman zaman kadın da dalgınlıkla ağzına bir parça ekmek atıyor. / Çocukluğumda evimizin arka bahçesinde kuşlar için taştan bir havuz vardı; çok sert geçen bir kış, o zamanlar bu kadının yaşında olan annem, her sabah donmuş suyun üstüne kızarmış ekmek” koyardı. ”Arabalı kadın, elleriyle bir kuşu tutarken bir yandan başını sallıyor, bir yandan da dirseğini havaya kaldırarak ötekileri kovuyor. Göğsünün üzerinde tuttuğu kuşun tüylerinin bir bölümü dökülmüş, (…) yuvarlak başı yarı yarıya dazlak. Kadının verdiği ekmeği de reddetmiş. Kadın bir eliyle güvercini ceketinin üstünde tutarken, bir eliyle de (…) içinde biraz süt olan bir biberon buluyor; güvercinin açık tutmayı başardığı gagasına birkaç damla damlatıyor. / Her gün Oxford Meydanı’na gelmeden dazlak güvercinin sütünü veriyor. / Oxford Caddesinde alışverişe çıkan kalabalık da durup şapkalı kadını seyrediyor.”
”Bebek Arabalı Yaşlı Kadın” adlı bu ”fotokopi”, J. Berger’in ”Anacığım benim!” sözüyle (ya da inleyişiyle) sona eriyor.
J. Berger, ”5 Ekim 1993 Salı günü Fransız basınında yayımlanan fotoğrafını görememiş olanlar seni görsün diye, burada o fotoğrafın sözlü bir fotokopisini çıkarıyorum” diye bitirdiği ”Şapkalı Bir Genç Kadın” adlı ”fotokopi”de Olga’yı ve ”serbest piyasa”lı Rusya’yı anlatıyor: ”Son iki yıl içinde değerini yitiren yalnız ruble değil. Bir zamanlar yaşanan her şey değerini yitirdi. Artık her şey bit pazarına düştü. (…) Üç kuşağın özveriyle biriktirdikleri şeyler şimdi Serbest piyasanın sunağında kurban ediliyor. / Gazete başlıkları senin komünizmi özlediğini ve demokrasi için bir tehlike olduğunu yaymaya çalışıyorlar… / Ama halkın belleği o bezirgânlarınki kadar unutkan değil. Bu şimdiden senin yüzünüden anlaşılıyor. Senin bir çocuk mu, yoksa bir nine mi olduğuna karar vermek o kadar kolay değil. (…) Sen sınıf arkadaşların orospu olmak için Hamburg’a ya da Zürih’e göç ettikleri için mi, yoksa elli yıl önce Stalingrad Savaşı’nda kocanı yitirdiğini hatırladığın için mi Beyaz Ev’i savunmaya geldin, anlamak kolay değil… Serbest Piyasa’nın bezirganları ve onların yarattığı mafya, dünyayı artık kendi çiftlikleri olarak görüyorlar. Orası öyle. Ama bu güvenlerini koruyabilmeleri için bütün dillerde hayatı açıklayabilecek, övebilecek ya da değerlendirilebilecek sözcüklerin anlamlarını değiştirmeleri gerekiyor. Artık onlar için her sözcük kazancın bir uşağı. Bu yüzden onlar artık dilsiz sayılırlar. Ya da daha doğrusu, onlar artık tek doğru söz söyleyemezler. Bunu yapamayacak kadar kurumuştur dilleri. Bu yüzden belleklerini de yitirmişlerdir.”
Son ”fotokopi”, kitabın en sert yazısı: ”Herkese her şey, kendimize hiçbir şey.” diyen Zapatistleri anlatıyor: ”İşte buradayız, sonsuza dek ölü, ama şimdi bir kez daha ölmemiz yaşamak için.” J. Berger, ekonomik sorunlara da değiniyor: ”Geçen yıl IMF’nin dünyaya çağdaş gelişmenin bir modeli olarak övgüyle önerdiği Meksika ekonomisi geçen kış çöktü ve ancak, bir dünya bunalımına yol açacağı korkusuyla, uluslararası sermaye tarafından kurtarıldı. Bir ülkeye verilen en yüksek borç (50 milyar dolar) karşılığında Meksika hükümeti bütün petrollerini sonsuza dek rehin gösterdi ve çalışacak yaştaki nüfusun yarısı işsizlik sıkıntısı çekerken ekonomide on üç yıldır uygulanan neo-liberal şok önlemlerini artırma kararı aldı. (…) Şimdilik hiçbir hükümetin engelleyemediği Internet sayesinde Zapatistlerin Bildirileri dünyanın her yerinde artan bir ilgiyle okunuyor, tavırları hayranlıkla izleniyor ve destekleniyor. (…) Dağlardaki sığınaklarında saklanan, yüzleri tanınmayan birkaç bin gerçek adam ve kadınla muzaffer Dünya Düzeni arasında daha önce benzeri görülmemiş ideolojik bir kavga.” (s.116)
John Berger, kimi ”fotokopi”lere kattığı birkaç satırla, okurlara büyük bir edebiyat keyfi veriyor: ”Otların üzerinde otururken komşunun tavuklarından ve güvercinlikteki güvercinlerden gelen sesleri duyuyorduk. Gökteki bulut yoktu, Ağustos güneşi batıda ağır ağır batıyor ve uçsuz bucaksız aydınlık sanki bütün Atlantiği yansıtırcasına her yana yayılıyordu.” (s.54) ”Kendi acısı başkalarının acısını arar, onlarla birbirlerine dayanak olmalarını sağlardı.” (s.16) ”Dışarı çıkıp otların üzerinde duran masanın yanındaki erik ağaçlarına doğru yürüdük. Orada durup hala bulutlu olan göğe baktık.” (s.14)
John Berger, alçakgönüllü bir yazar ”19 Numaralı Oda” başlıklı yazısında şöyle anlatıyor kendini: ”Bizim yaşımızda ve bizimki gibi bir geçmişi olanların Venedik’e onur konuğu olarak çağrılan, Hotel Danieli’de kalan, kendileriyle ilgili bol resimli monografiler yazılan başarılı sanatçı arkadaşları olması doğaldır. Bunlar iyi arkadaşlardır ve ne zaman onlarla bir araya gelsek, şakalaşır güleriz. Oysa biz, ikimiz de kendine göre, sürekli tutulmayan -daha açık söyleyeyim- çok satmayan kişilerdik.” (.109) ”İşte insan!” dememek elde mi?
John Berger, yazarlığıyla da, insanlığıyla da önemli. ”Fotokopiler”i okurken, tadını çıkarmak istiyorsanız, yavaş yavaş okuyun, çok yoğun metinler bunlar, günde 3-4 yazı okumakla yetinin, daha bir keyfine varırsınız ”Fotokopiler”in.
Çeviri nasıl mı? ”Çeviri: Cevat Çapan” dedik ya!
Alıntı: ?Fotokopiler?, Cumhuriyet Kitap, 16 Aralık 1999

Turgay Fişekçi, ?Çağımızın Öyküleri?, Cumhuriyet, 29 Aralık 1999
Çağımızın görüntüleri de denebilir John Berger’ın yazdıkları için. Görüntü ile öykülemeyi böylesine birleştirebilmiş başka bir yazar var mı, bilmiyorum.
Bildiğim, onun yazdıklarını okurken, duyarlık dünyasını paylaşırken hep görüntülerle baş başa olmamız.
Belki de bu özelliği, onu ülkemizde de sevilerek okunan yazarlar arasına kattı.
Fotokopiler’de yakından ya da kısa süreliğine tanıdığı insanların portrelerini çiziyor. Her şey, yani bir kişiliğin ortaya çıkması, üç-dört sayfa içinde gerçekleşiyor. Bu üç-dört sayfa kimi zaman bir roman, kimi zaman gerçek bir resim ya da fotoğraf izlenimi bırakıyor okurda.
John Berger’ın yazarlığının bir başka özelliği de dünyalı oluşu. O yalnızca yaşadığı ülkenin ya da ülkelerin insanlarını, sorunlarını anlatmıyor yapıtlarında, yeryüzünün her köşesindeki insanlara, onların sorunlarına, hayatlarına ve duyarlıklarına ilgi duyuyor. Dahası Fransız’ı, İspanyol’u anlatırken de Hintli’yi, Meksikalı’yı, Rus’u anlatırken de, aynı duyarlık ve aynı kavrayışla yaklaşabiliyor. Onları yazdığında da, portrelerini yerel renklerle boyasa da hep bir insana, yalnızca bir insana bakıyor sonunda.
Fotokopiler de böyle. Yeryüzünün her köşesinden insan portreleriyle karşılaşıyoruz. Her biri içe işliyor ve okudukça ”İşte” , diyorsunuz, ”yüzyılımızın tarihi”.
”Kaldırımda Güreşe Tutuşmuş İki Erkek Figürü” adlı yazı, on üç yaşında ülkesinin ikiye bölündüğü bir sırada iç göçe katılıp sonunda devrimci olmaya karar vermiş bir gencin öyküsü. Otuz bin kişinin başlayıp sekiz binin bitirebildiği yolculuk sonunda annesinden aldığı mektupta şöyle yazıyor: ”Oğlum, bu hayatta bazen pislik yemek zorunda kalırız. Böyle bir şey olursa, sana yemek yemek nasıl öğretildiyse, onu da öyle ye, sonra da ellerini yıka.”
”Sifnos Adası” adlı yazı, kitapta neredeyse bir insandan çok bir doğa parçasının anlatıldığı tek yazı. Kişisel bir yalnızlığın çevresinde bir doğa parçası anlatılırken, bizim de yakından tanıdığımız bir sorun giriyor araya: ”Yunanistan’dan çalınan ve şimdi yabancı müzelerde sergilenen bütün o heykeller şaşırtıcı derecede duygusallıktan yoksun; onların buraya ait olmalarının bir nedeni de bu. Sanatta duygusallık bir suç ortaklığının bir çeşit kutsanması, bedenle doğa arasındaki bir sürekliliktir. Burada öyle bir suç ortaklığı yok. Klasik heykeltıraşların aradıkları o ünlü ‘ideal’ , aslında bedenin yalnızlığı için bir avuntuydu.”
Abidin Dino’ nun anlatıldığı ”Bir Dostu Konuşuyor” , bu çok ilginç sanatçımıza yazarın yaklaşımını yansıtıyor. ”Ne zaman onları ziyarete gitsem, oradan kafam uçsuz bucaksız manzaralarla dolu olarak çıkardım.”
Yazıları tek tek anlatmayı denemek bu çağımızın duygusal tarihini yazan insana haksızlık.
Tek tek, hakkı verilerek okunmalı Fotokopiler’deki yazılar. Hayatın yalnızca bugünle sınırlı, anlık bir şey olmadığını, yeryüzünde bütün yaşananların, aynı zamanda her insanın da hayatının bir parçası olduğu bilincini uyandırıyor bu yazılar.
Yüzyıl’la vedalaşmak için iyi bir olanak John Berger’ın kitabı. İçinizde bıraktığı tortu, geleceğe bakışınızı da etkileyecek.

“Le Corbusier’nin Tasarladığı Bir Ev”, s. 39-42

André Paris’in varoşlarından Boulogne-Billancourt’daki evini terk etmeyi bekliyor. O bu evi kafasında her zaman bir yuva imgesi olarak taşımıştı; yirmi beş yıldır da zaten bu evde oturmuştu. Ancak ev aslında bir başkasına ait, bu da Amerikalı avukatlarla ilgili bir sorun.
Bir etan daha! diyor André. Belki de sonuncusu, bu benim için yüz yirmi dördüncü etan. Bu Rusça sözcük “transfer” anlamına geliyor. Gulag’daki tutuklular bir kamptan öbürüne gönderilmeleriyle ilgili olarak kullanırlarmış bu sözcüğü. Sık olmakla birlikte tutukluların gene de en korktukları şeymiş transferler. Bilinen şey dayanılmaz olsa bile, bilinmeyen bilinenden daha tehlikeli görünürmüş onlara. Daha o anda bitkin olan gövdeler, çoğu zaman yeni koşullara uyum göstermekte büyük güçlük çekermiş. Her transferde o küçük kimlikleri ya çevreye saçılır ya da kırılır, bu yüzden de toplanıp onarılması gerekirmiş.
André, Boulogne-Billancourt’daki evi boşaltması için yapılan uyarıya önce direnmiş, eve kapanıp barikat kurmuş. Sokağa açılan ağır metal kapının yanında kısa saplı bir Rus küreği varmış. Bunun gibi bir aletle nicelerinin boynunun vurulduğunu gördüm, diyordu.
Böylece yıllarca direnmiş. Sonra fikrini değiştirmiş. Söylediğine göre, bugün geldiklerinde, onu böyle bekler bulurlarsa, ellerine geçen her şeyi parçalayabilirler. Bunların hiçbirini satmaya değmez. Bunlara kimse para vermez, diyor André, ama benim için bu ıvır zıvırın bir değeri var. Bunu söylerken badem gözlerinden birini kurnazca kırpıyor.
Taşınma işi kaçış gibi iyice tasarlanması gereken bir şeydir, diyor ısrarla, en küçük ayrıntı bile savsaklanmaya gelmez. Hergün kâğıtlarını, pılı pırtısını, kitaplarını, resimlerini, gazete kesiklerini, Allah bilir daha nelerin yedek parçalarını, bir zamanlar annesinin hoşlandığı Yunan vazosu biçimindeki plastik zeytinyağı şişesini numaraladığı karton kutulara yerleştiriyor. Böylece transferden bütün bunlarla kaçmayı umuyor.
Daha önce sekiz kez kaçmış. Kolyma’da inanılmaz bir rekormuş bu. Boulogne-Billancourt’dan kaçışı dokuzuncusu olacaktı. Telin öbür yanına geçtin mi, artık düşündüğün turizm değildir! diyor. Bu kez beşinci katta beşe üç metrelik tek bir odaya taşınıyordu.
Boşaltmak zorunda olduğu evin planını 1923’te Le Corbusier annesi Berthe ve André’nin heykeltıraş olan üvey babası için yapmış. Buzlu camlı stüdyo duvarları, tavanının çatlamış betonuyla bugün benzin pompaları çoktan sökülmüş terk edilmiş bir garaja benziyor bu ev! Gene de Amerikalı avukatları ilgilendiren bir sorun bu.
André’nin annesiyle üvey babasının 1917’de Modigliani tarafından yapılmış bir portreleri var: Moskova’dan gelen Berthe sağda, Jacques Lipchitz de solda. Bazen Berthe’in badem gözleriyle André’ninkiler arasında belli bir benzerlik gördüğümü düşünüyorum.
Bir yabancının gözüyle bakarsanız, André’yi geçen yıl emekli olmuş bir Renault satıcısı sanabilirsiniz. Yetmiş sekiz yaşına karşın, şaşırtıcı derecede dinç, sırım gibi.
Evin içinde oturma katına çıkan döner bir merdiven var. İlk karşınıza çıkan oda, André’nin çocukluğunda tam ona göre yapılmış bir yatak odası. Yatağın üzerinde karlar içindeki Steppenwolf’u gösteren bir resim asılı. André, kurdu göstererek, “Benim portrem,” diye dalga geçiyor.
İşte bu benim son transferim ve bu bana ilk transferimi hatırlatıyor. Transferin daha ne anlama geldiğini bilmeden öncekini. On dört yaşındaydım. Halkın Eğitim Bakanı Lunaçarski’nin eşliğinde Gare du Nord’dan trene bindim. Bunu annem ayarlamıştı. Tren Berlin’den hareket ederken Bakanın metresi birden almayı tasarladığı iç çamaşırlarının hepsini almadığını hatırladı ?ah, şu gizli dünyalar!? bu yüzden kalktı, ben de aynı kompartımandaydım, ve imdat işaretinin kolunu çekti. Tren sarsılarak durdu. Adamlar kadın alışverişini bitirip dönene kadar kâğıt oynadılar… Otuz bir yıl sonra, ben normal hayata döndükten, Lunaçarski öldükten epey sonra Moskova’ya döndüğümde, onu bir daha gördüm: siyahlar içinde yaşlı bir kadındı.
Berlin’den, Varşova’dan, Brest Litovsk ve Minsk’ten sonra, devrimin onuncu yıldönümünün sabahında Moskova’ya vardım. 7 Kasım 1927. Askeri töreni izlemeye ve hayatta babamı ilk kez görmeye, doğru Kızıl Meydan’a gittim. General üniforması içinde, podyumda selama durmuştu. Gözlerimi dikmiş ona bakıyordum, ama ısı ?28’di ve ben ne kadar üşüdüğümden başka bir şey düşünemiyordum. Sanki Paris’teki liseye gidiyormuş gibi giyinmiştim ? golf pantolonlu ince elbisem, kehribar düğmeli modaya uygun beyaz yağmurluğum, kalın kauçuk tabanlı ayakkabılarım. Dikkatleri çeken bir görünüşteydim ve donuyordum.
Podyumun arkasındaki bazı subaylar beni görüp acıdılar. O zamanlar doğru dürüst Rusça bilmiyordum. Subaylardan biri babama yaklaşıp fısıldayarak ne yapmak gerektiğini sordu. Onu bir muşambaya sarıp bizim eve götürün! diye emretmiş babam. Onlar da öyle yaptılar. Beni orduya ait bir muşambaya sardılar, bir motosikletin sepetine atıp evin kapısından içeri ittiler. Üvey annem beni yeni bir halı sanmıştı! Az sonra halının mırıldandığını duydu. Kısa bir süre sonra onların evinden ayrıldım. İki yıl serserilik ettim, 1930’un kışında çoktan bir halk düşmanı olmuştum. General babam da 1937′ de kurşuna dizildi.
Boulogne-Billancourt’daki evin değişik yerlerinde birçok işlenmemiş taş ve mermer parçaları var. Lipchitz 1940’ta Amerika’ya gitmiş ve bir daha dönmemiş. Arka kapının yanında çoğu zaman içi kedi bisküvisiyle dolu, mavi, çinko bir tabak durur. Kuşlar için, diyor André, onlar çimleniyorlar… Şu vişne ağacını görüyor musun? Annem öldükten bir yıl sonra kendiliğinden büyüdü. Hayattayken vişne çekirdeklerini oturma odasının penceresinden tükürüp atmayı alışkanlık haline getirmişti. Vişneyi çok severdi.
1946’da savaş sona erince, Berthe New York’tan ayrılıp Paris’e dönmekte diretmiş: Oğlum bir yerlerde yaşıyordur, bunu hissediyorum, demiş, özgürlüğüne kavuşunca, beni bulmak için Boulogne-Billancourt’daki eve gidecektir; oraya geldiğinde eğer ben orada olmazsam, yeryüzünde bir daha hiç buluşamayız.
Paris’e tek başına dönmüş ve André’nin gelip yeniden çocukken kendisi için yapılmış odasında uyuması için on dört yıl beklemek zorunda kalmış. O zaman André kırk beş yaşındaymış, yirmi yedi yılını Gulag’da geçirmişmiş ve yüz yirmi dört kez transfer edilmişmiş.
Oğlu annesi ölünceye kadar ona bakmış. Paris’te geçimini sigortacılık yaparak sağlıyormuş.
Döndükten sonra yaptığı ilk işlerden biri bir fileye tenis topu koyup bunu bir ağaca yerden yirmi santim yükseklikte asmak olmuş. Annesinin kedileri oynasın diye yapmış bunu. File hâlâ orada asılı.
André öte berisini karton kutulardan birine yerleştirirken bir suluboya resim buluyor, eline alıp bakıyor. Yaptığım zaman düşündüğümden daha iyiymiş, diyor, ister misin? Yaz mevsiminde bir dağ evinin resmi. Evin çevresinde saman demetleri var. Bir çocuk resmi gibi, bakarak değil, ezbere yapılmış. Evet, isterim.
İmzalayayım, diyor ve kâğıdın arkasına iri harflerle, “Sevgili John’a ? 1905’te senin dağ evinde geçirdiğim harika tatilin anısına ? André” diye yazıyor.
Yazarken kahkaha atmamak ve şakanın tadını kaçırmamak için dudaklarını ısırıyor. 1905’te ikimiz de daha doğmamıştık ve ikimiz de bir kez bile transfer edilmemiştik.

Tanıtım Yazısı
Bir hayatı oluşturan her şey; iktisadın ve tarihin ötesinde, belki de berisinde, hayatlarımızı yaşanmış, yaşanılır kılan küçücük şeyler; günlerimizi ören, bizleri var kılan detaylar… İşte bunların kaydını tutmuş John Berger.
Sözcüklerle çıkardığı bu “fotokopi”lerde kendisinde sevgi dolu bir iz bırakmış kişileri anlatıyor: Bir yabancıya uydurduğu masallarda yaşayan Kathleen’i; hayatının son göçünü Le Corbusier’nin tasarladığı evden yapan Andre’yi; “Yeni tasarım, şaşırmak!” diyen Cartier-Bresson’u; bütün kısraklarına aynı adı veren Theophile’i; anlaşılmaz biçimde akıcı ve güzel resimleriyle Abidin Dino’yu; dağlarda bile mizah duygusunu kaybetmeyen Subcomandante Marcos’u…
Ve yavaş yavaş, hiç bir araya gelmez sanacağınız bu insanları Berger’ın kaleminden tanırken, yazarın istemeden eleverdiği otoportresi de belirmeye başlıyor gözlerinizin önünde.

İÇİNDEKİLER
1- Erik Ağacının Yanında Duran Kadınla Adam
2- Kucağı Köpekli Kadın
3- Omagh Yolcusu
4- Lacoste Kazaklı Adam
5- Bebek Arabalı Yaşlı Kadın
6- Eli Çenesinde Bir Genç Kadın
7- Tek Parça Deri Giysisi ve Başında Kaskıyla Kımıldamadan Duran Bir Adam
8- Bir Kayanın Altındaki İki Köpek
9- Le Corbusier’nin Tasarladığı Bir Ev
10- Bisikletli Kadın
11- Metroda Dilenen Bir Adam
12- Otların Üzerine Bırakılan Sayfalar
13- 139. Mezmur
14- Sokak Tiyatrosu
15- Bir Bardakta Bir Demet Çiçek
16- Kaldırımda Güreşe Tutuşmuş İki Erkek Figürü
17- Atının Gemini Tutan Bir Adam
18- Sifnos Adası
19- Bir Ampulün Resmi
20- Antigone Gibi Bir Kız
21- Bir Dostu Konuşuyor (Güzin için)
22- Bir İneğin Başında Bekleyen İki Adam
23- Göğsünü Açan Bir Adam
24- Sabine Dağlarında Bir Ev
25- Bir Sepette İki Kedi
26- Şapkalı Bir Genç Kadın
27- Masaya Oturmuş Yemek Yiyen Erkekler ve Kadınlar
28- 19 Numaralı Oda
30- Başkaldıran Subcomandante

Kitabın Künyesi
Fotokopiler (Photocopies)
John Berger
Çeviri: Cevat Çapan
Kapak Deseni: Abidin Dino
Kapak Tasarımı: Emine Bora
Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Temmuz 1997
2. Basım: Ocak 2003
Metis Yayıncılık, 117 sayfa

John Berger ‘in Hayatı

Sanat eleştirmeni, şair, ressam, politik filozof, roman, öykü ve senaryo yazarı Berger, her zaman kapitalist üretim ilişkilerinin üzerini örttüğü insani potansiyelleri açığa çıkarmanın önemine inandı. Plastik sanatlar ve fotoğrafçılık hakkında yazdıklarıyla görsel antropolojiye önemli katkılarda bulunan yazar, romanlarında ve incelemelerinde de Avrupa?nın ezilen insanlarının tecrübelerine yer verdi.
John Berger, 5 Kasım 1926?da Londra, Stoke Newington?da işçi sınıfından bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası 1. dünya savaşı?nda batı kıyısını korumakla görevli bir birlikte de yer almış bir süvari subayıydı. The Observer?a verdiği röportajda ”12 yaşımdan itibaren başka bir yere, daha az boğucu bir yere ait olduğumu düşündüm,” diyor. Annesi işçi sınıfındandı. Babası ise Muhasebeciler Enstitüsü?nün bir kolunun başkanı. Onu Oxford?a St. Edmond Okulu?na yatılı göndermeye, babası Stanley Berger karar vermişti. ”6 ile 16 yaşım arası korkunç yatılı okullarda geçti,” diyor. 1944?de orduya alınan Berger, eğitimi yüzünden hemen subay yapılmak istendi. Ama bunu reddetti ve üstlerine karşı geldiği için Kuzey İrlanda?ya ?sürüldü?. ”Askere alınmış eğitimsiz ve genç insanların arasındaydım,” diyor, ”Bu, işçi sınıfından çağdaşlarımla ilk kez gerçekten tanışmamdı. Onlar için ailelerine ve sevgililerine mektuplar yazardım. Bu ilk kez toplum için yazmaya başladığım dönem olarak görülebilir. Gerçi çok kötü bir yıldı ama şimdi geriye baktığımda beni şekillendiren çok önemli bir deneyim olduğunu görüyorum. ”
Ordudan sonra Chelsea Sanat Okulu?na yazılan Berger için okul yılları da biçimlendirici bir dönemdi: ”Günler resim yaparak, desen çizerek, yazarak ve Henry Moore ile sohbet ederek geçiyordu. Sonunda ait olduğum bir yer bulmuştum. Yaşam birdenbire dopdolu olmuştu.” Berger daha sonra yarı zamanlı desen çizimi öğretmeye ve New Statesman için sanat eleştirileri yazmaya başladı: ”1954?e kadar sadece ressam olmak vardı kafamda ama paramı farklı alanlardan da kazanıyordum. Yazmaya kaydım diyebiliriz.”
Savaş sonrası, öğrenimini sürdürdü ve yine Londra?daki Chelsea school of art?tan mezun oldu.
Sanat alanındaki kariyerine ressam olarak başladı ve 1940?ların sonunda Londra galerilerinde bir dizi sergi açtı. Aynı yıllarda İngiliz komünist partisi?yle bağlar kurdu ve haftalık sol siyasi dergi Tribune için makaleler yazmaya başladı. 1951?den başlayarak New Statesman?de tartışmalarla geçen bir on yıl boyunca sanat eleştirileri kaleme aldı. Berger, bu yıllarda güzel sanatları etkisi altına almaya başlayan ve onun ?çürümüşlüğe göz yumma? olarak nitelendirdiği soyut sanata ve biçimci aşırılıklara karşı gerçekçiliğin önemli bir savunucusu oldu. Gerçekçilik üzerindeki vurgusu soğuk savaş döneminin getirdiği havaya uygundu; bununla birlikte Berger?in sol anlayışı reel sosyalizmi temellendirmekte başvurulan marksizm?den çok, bağımsız bir sosyalist hümanizme dayanıyordu. Ona göre, gerçekçi bir sanat yapıtı, kapitalist toplumsal ilişkilerin koşulladığı bir dünyada fark edilmeden kalan insani potansiyellere dair farkındalık yaratacak bir güç taşımalıydı. Muhakemelerindeki açıklık ve her zaman pratiğe yaslanan bir havayla, Londra sanat çevrelerine meydan okudu ve bu çevrenin önde gelenlerinde öfke yarattı. Sanatın yükümlülüklerine dair girdiği polemiklerde Patrick Heron, Stephen Spender ve Herbert Read gibi sanat kamusunun önemli kişiliklerini karşısına aldı.

1958?de Berger, zamanımızın bir ressamı adlı ilk romanını çıkardı. Roman, hayali bir karakter olan macar ressam Janos Lavin?in ortadan kayboluşunun ardından, onun arkadaşı olan John adlı bir sanat eleştirmeninin ressamın güncesini keşfedişini konu alır. Siyasi gündeme yakınlığı ve bir ressamın çalışma sürecini ayrıntılarıyla aktarması, bazı okurların kitabı gerçek bir öyküymüş gibi değerlendirmesine yol açmıştır. Yayımlandıktan bir ay sonra, kitap CIA bağlantılı, komünizm karşıtı “Congress For Cultural Freedom” adlı, ünlü entelektüellerin de üye olduğu bir örgütün baskılarıyla yayımcısı tarafından piyasadan toplatıldı. Baskılara rağmen, Berger zamanımızın bir ressamı?nın ardından the foot of clive (clive?ın ayağı) ve corker?s freedom (mantarcının Özgürlüğü) başlıklı İngiliz şehir hayatının yabancılaşmışlık ve melankolisini yansıtan romanlarını yayımladı. İngiliz hayat tarzına duyduğu tiksintiyi neden olarak göstererek, 1962?de Fransa?ya yerleşti.

1972?de BBC için hazırladığı “görme biçimleri” adlı belgesel yayınlandı; belgeselin metni de aynı yıl aynı adla basıldı. Belgesel kısmen walter benjamin?in mekanik yeniden Üretim Çağında sanat yapıtı başlıklı denemesine dayanıyordu. Yine aynı yıl, yapıtları arasında en çok biçimsel denemeye giriştiği romanı olan g. ?yi yayımladı. Romantik-pikaresk bir çalışma olan g. İngiltere?nin en prestijli ödüllerinden booker?ı kazandı. Berger, ödülün yarısını İngiltere?de siyahî azınlığın hakları için mücadele veren kara panterler partisi?ne bağışladı; kalan yarısını da Avrupa?daki göçmen işçilerin durumunu inceleyen sosyolojik bir nitelik taşıyan incelemesi yedinci adam?ın çalışmaları için ayırdı. Berger, verdiği edebiyat ürünlerinden incelemelerine kadar, toplumsal tecrübeyi hep yapıtlarının merkezinde tuttu. Yedinci adam?da olduğu gibi, diğer incelemelerinde fotoğrafçı jean Mohr?la birlikte çalıştı. “Another way of telling” adlı ortak kitaplarında, belgesel tekniğini ve fotoğraf kuramını Mohr?un fotoğrafları ve Berger?in denemeleri üzerinden tartıştılar.

Berger, bazı modern sanatçılar hakkında incelemeler de kaleme aldı. Bunlardan en çok tanınanı, Picasso hakkında yazdığı 1965 tarihli Picasso?nun başarısı ve başarısızlığı oldu. Yazıldığı dönemde, birçok sanat eleştirmeninin doktrinerlik ve saygısızlıkla suçladığı kitap, zaman içinde picasso hakkında yazılmış en iyi kitaplardan biri olarak kabul edilmeye başladı. Berger, Picasso?dan başka goya hakkında ressamın sanatını konu alan bir kitap ve rus heykeltraş Ernst Neizvestny hakkında sanat ve devrim başlıklı bir deneme yayımladı. 1970?lerde İsviçreli yönetmen alain tanner?le birlikte çeşitli film projelerinde yer aldı; Salamandre, 2000 yılında 25 yaşına basacak olan yunus, messidor gibi filmlerin senaryosunu yazdı ya da senaryolarına katkıda bulundu.

1980?lerde berger, onların emeklerine adlı bir roman üçlemesi kaleme aldı: domuz toprak, bir zamanlar Europa?da ve leylak ve bayrak. romanlar, 1970?lerde fransa-quincy?de haute savoie köyüne yerleşerek çiftçilik yapmaya başlayan berger?in de somut olarak paylaştığı Avrupalı köylülerin tecrübelerine uzanıyordu. Berger, Avrupa içinde bir tür sürgün yaşayan köylülerin siyasetten dışlanmışlıklarını ve kentlere göçtüklerinde parçası oldukları kentsel sefaleti, yalnız romanlarında değil, yazdığı birçok makalede de ele aldı.

Sonraki dönemlerde Berger daha çok fotoğraf, sanat, siyaset ve kendi anıları hakkında yazdı. Komutan yardımcısı Marcos?la yazışmalarını the shape of a pocket (bir cebin Şekli) adlı kitapta topladı; threepenny review ve the new yorker gibi dergilerde öyküler yayımladı. Yazarın şiirleri, pages of the wound (yaranın sayfaları) adlı tek bir ciltte toplanmıştır; bununla birlikte ve yüzlerimiz, kalbim, fotoğraflar adlı kuramsal denemesi düzyazılar kadar manzum parçalar da içerir. Yazdığı son romanlar, gerçek ailevi tecrübelerinden esinlenerek yazdığı düğüne ve evsizlik ve gecekondu yaşamını bir sokak köpeğinin bakışından anlattığı kral?dır.

Söyleşi: Cem Erciyes, Radikal Kitap, 11 Mayıs 2001

Herkesin bildiği gibi yıllar önce kent yaşamını terk edip köye gittiniz. Bu yazarlığınızı nasıl etkiledi?

Köylüler hakkındaki kitaplarda onların bakış açısını okumadığımı farkettim. Bu tür kitaplar hep onları ziyarete gelmiş birilerinin bakış açısıyla yazılmıştı. Bu durumda yapılabilecek tek şey oraya gitmek ve öğrenmeye çalışmaktı. Tabii bu çok zaman önceydi, neredeyse 30 yıl önce. Ben hiç üniversiteye gitmedim. Köylüler arasında olmak, özellikle yaşlı kadınlar ve adamlar arasında olmak, ilk kez üniversiteyle gitmek gibi bir şeydi benim için. Orada duyduğum, düşündüğüm şeyleri mükemmel biçimde yazabilmek için, yazmayı tekrar öğrenmem gerekiyordu. Bir hikâyeyi, bana anlatıldığı biçimiyle yazmayı öğrenmeliydim. Benim için çok uzun sürdü öğrenmesi. Binlerce örnek arasından size bir tane vereyim. Mesela şehir insanları arasında, hele ki entelektüeller arasında hep kullanılan bir sözcük vardır: ?fakat?. Şehirliler, “Güzel bir kız fakat, basit” derken köylüler, “Güzel ve basit bir kız” derler. Çünkü çelişkiyi kabulleniş söz konusudur.
Herşeye rağmen ben onların dışından biri olduğum içinbir köylü gibi yazamadım. Dışarıdan olmak da köylü tecrübelerini global bir bağlam içinde görebilmemi sağladı. Bu, köylülerin o büyük bilgeliklerine rağmen yaşadıkları köyde yapamadıkları şeydi. Çünkü köyleri dünyanın merkezindedir.

Köylü kavramı geçerliğini sürdürüyor mu?

Dünya çapında tabii ki. Ve belki de hâlâ dünyanın çoğunluğunu onlar oluşturuyor. Yer değiştirseler, kente göçseler bile onlar köylü kalıyor. İngiltere’de daha 18. yüzyılda yok edildiler. Fransa’da ise otuz yıl önce varlardı. Ben yok olmak üzere olan bir kültürün sesini dinledim. Şimdi de hâlâ, Fransa’da her gün biraz daha küçülen cepler var.
Köylü ekonomisi acımasızca yok edilirken, yerine konulan şey kendi felaketlerini de beraberinde getiriyor. Deli dana, şap, her tür yiyecek hakkında artan skandalları kastediyorum. Çünkü tarım, yeni ekonomik düzenin değer sistemine direniyor. Direniyor çünkü, bu kesin biçimde onun doğasına aykırı. Doğanın enerjisini, işgücünün enerjisiyle değiş tokuş etmek diğer ticari meseleler gibi değerlendirilemez.

Doğayı yitirmek, insanların düşünce sistemlerini ne kadar etkiledi?

Küreselleşmenin önlenemez kabülü, ve yalnızca kâr artırmanın önemine dayanan ekonomik düzen, Seattle’dan Prag’a uzanan bir etki yarattı. Bu birkaç yıl önce başladı ve her yerde yavaş yavaş artarak sürüyor. Bunun en önemli özelliklerinden biri köylüler tarafından yaratılmış bir hareket olmaması. Köylüler sadece katılıyorlar, o kadar. Bunun içinde en önemli şey, toprakla olan ilişkinin bu biçimde muamele görmemesi gerektiği yönündeki bilinç. Köylüler hakkındaki roman üçlemesini yazarken, (Avrupa Üçlemesi) onların yaşadıkları kayıpları, dönüşümü anlatmaya çalıştım. Bu kitaplarda anlattığım şeyler birden bire çok önemli, acil, küresel meseleler halini aldı. Tuhaf bir biçimde kâhin sözlerine dönüştüler. Genetik olarak müdahale edilmiş beyinler, fabrikalarda üretilen süt, et ve bunların sebep olduğu felaketler. Zengin dünya ve diğerleri arasındaki fark gün be gün artıyor.

Kral?da da evsizlerden, yeni dünyanın bir başka felaketinden söz ediyorsunuz.

Kesinlikle öyle. Bu, yoksulluğun yeni bir formu. Oysa tüm dünya nüfusunun insani hayat sürmesi için kesinlikle yeterli kaynak var. Belki kolay bir yaşamdan değil ama insanca yaşamdan söz ediyorum. Bu yoksulluk kesinlikle yeni ekonomik düzenin en önemli parçası. Dünyada olup bitenlerin hesabını yapanlar da artık seçilmiş hükümetler değil. Ekonomik düzeni yönetenler, ki bunlar isimleri bilinmeyen kişiler, her gün tüm insanlığı etkileyen kararlar alıyor…

Sokaklarda yaşayan insanlar derin bir umutsuzluğu simgeliyorlar.

Evet, sokaklarda yaşayan herkes yatay bir düşüş yaşamıştır. Bunun şoku, yarattığı izolasyon ve kimseyi görmek istememekten kaynaklanan yalnızlık, olağanüstü bir karamsarlık yaratıyor. Eğer sokakta yaşayan bir kişi, hâlâ özgüvene, bir CV yazıp iş bulma kurumlarına gidecek enerjiye sahip olabilse başka bir yaşam sürebilir. Ama tüm bunlara sahip olmadığı için evsizlik onun yaşam biçimi. Bu vakaların yüzde doksan dokuzunda zaman kavramı ve geleceği belirleme kapasitesi kaybolmuştur.
Bu kitapta olayları saat saat yazmamın sebebi de onların zaman kavramıyla ilgili. Romanlarda yatay bir zaman kavramı vardır. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek anlatılır. Bir sürü roman vardır ki koca bir yaşam süresini aktarır. Bu yatay, ufku olan kurgudur. Oysa yeni yoksulluğun ufku yok, sadece düşey bir hareket var. Önemli olan sadece bir sonraki saat, bir sonraki saatte hayatta kalabilmek…

Olayları bir köpeğin gözünden ya da kendine köpek diyen birinin gözünden anlatmanız bir metafor mu, yoksa önemli bir anlatım biçimi olarak içerdiği şaşırtıcılık mı?

Çok istiyorsanız metafor olarak algılayabilirsiniz, ama ben öyle olduğu fikrinden hoşlanmıyorum. Bir kere şunu söylemek istiyorum. En önemli mesele, bir hikâyeyi anlatabilmektir, sanıldığı gibi hikâye bulmak değil. Etrafımızı binlerce hikâye çevreliyor. Mesele, bunların arasından bir hikâyeyi seçip onu çok çarpıtmadan anlatacak sesi bulabilmekte. Bu konuyu yazmaya karar verince değişik sesler kullanmayı denedim. Sonuç çok kötü oldu. Argüman dolu, acıma dolu, gerçeği kavramaktan uzak bir anlatım çıktı ortaya. Sonra birden hikâyeyi bir köpeğe, ya da kendine köpek diyen birine anlattırma fikri geldi aklıma.

Köpeklerle evsizler arasında da ki ilginç ilişki de size esin vermiş olmalı.

Evet sokakta yaşayan birçok kişinin köpeği vardır. Pek çok sebeple köpeklerle birlikte yaşarlar. Herşeyden önce köpek, bir yere kadar korunma sağlar. Ama en önemlisi köpek dosttur. Yargılamaz; köpek içtenliğe, samimi bir ilişkiye izin verir. Şunu hatırlatmalıyım, bu biçimde düşmenin en korkunç yanı yalnız bırakılmanızdır.
Kral, (King) Avrupa’da kapağında isminiz olmadan yayınlandı. Hatta Selçuk Demirel’den duyduğuma göre Fransa’da kimileri kitabınızı Stephen King’in yeni romanı sanmış.
İyi, belki bu kitabın satışını olumlu etkilemiştir! Tabii isim koymamamın bir nedeni var. İçinde bir mesaj olan, ama etiketi olmayan bir şişe bulduğunuzu farzedin. Tıpkı bunun gibi kitabın içerdiği, ya da aktardığı tecrübe benim için çok önemli. Bir imza ile sunulduğu sürece okuyucu kitabın bu adamdan bir yapıt olduğunu düşünecek. İçeriğini edebi bir mesele olarak ele alacaktır. Bunu olabildiğince engellemek istedim. Adım kitabın sonunda bir yerde küçücük var. Yani bu kitabı ben yazmadım filan gibi bir durum yaratmaya çalışmadım.

Neden Türkiye’de imza koydunuz?

En önemli şeylerden biri kitabın okunması. Kimi yerlerde kapağa isim koymamak işe yarar, kime yerlerde yaramayabilir. Türkiye için yayıncımın sözünü dinledim.

Kitaplarınızın Güney ülkelerinde Anglo-Sakson dünyasından daha çok ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz?

Bunu ben bilemem, siz söylemelisiniz. Ama size ilginç bir şey anlatayım. Britanya’da endüstriyel, proleter bir kent olduğu için yoksulluğu en iyi tanıyanlardan biri İskoçya’daki Glasgow’dur. Kral yayımlandığında, İskoçya’nın en önemli gazetelerinden ikisi, bunlar Glasgow merkezlidir, vakit geçirmeden yarımşar sayfa ayırdılar romana. Bu ilgiyi Londra merkezli gazetelerde göremedik.

* ”Herkese her şey, kendimize hiçbir şey.” Zapatistaların bir sözü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir