Garbis Cancikyan: Bize insanlığımızı hatırlatan şair

Şu Ömrümün Şubat'ıOrhan Veli’nin Garip’inin yayımlanmasının üzerinden tam bir yıl geçmişti ki Samatyalı Garbis Cancikyan ve Gedikpaşalı Haygazun Kalustyan’ın Balkıs isimli kitabı ortaya çıkıverdi. Romantikliğin hülyalı hallerinden uzak durup realist şiire yönelen bu iki isim, deyim yerindeyse Garip akımının ikinci perdesinin baş aktörleriydi.

İkili, Balkıs’a yazdığı önsözde yüksekten öte basit olanla ilgilendiğini ilan etmişti bir kere; ayrıca realizmin görüp hissetmekle yetinmemesi gerektiğini, gösterip hissettirme gibi bir sorumluluğunun bulunduğunu belirtmişti. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın “Kayıp Şairler” dizisinin kitaplarından biri olan Balkıs, Cancikyan ve Kalustyan’ın adını bilmeyenlerin öğrenmesini de sağladı. Peki, hem bu kitabın hem de Cancikyan ve Kalustyan’ın önemi ne?

Bir kere, çoğunluğun gittiği yol yerine farklı yöne sapmaları: Orhan Veli’nin, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’ın açtığı kapıdan girmeleri ama onları taklit ederek değil, kendi tarzlarını ve kültürlerini yansıtarak şiir yazmaları. Bu anlamda Balkıs, ikilinin şiir anlayışının bayrağı niteliğinde. “Saklayacak, çürük bir tarafı olmayan,” “örtbas yapacak bir beceriksizliği bulunmayan” şiirlerini sundukları okurları “dalgaya düşürmek” yerine onu “uyanık tutan” dizeler yazmayı hedeflemişlerdi, bunu başardılar da.

Cancikyan ve Kalustyan, herhangi bir uyuşturucu olarak görmediği şiiri, mizahla ve hüzünle kurup ulaşabildiği herkesi ayıltmaya çalışmıştı. Aslında takipçi değil öncü olmaya çalıştılar fakat bunu sadece o amaçla yapmadılar: Söyleyecek sözleri vardı ve söylediler. İllüzyon ya da birtakım büyüleyici laflar yerine, ikisi de içinden geçeni alabildiğine ifade etmeyi düstur bellemişti. Belki de yıllar sonra gördükleri ilginin temelinde de bu yatıyordur. Balkıs, Cancikyan ve Kalustyan’ı daha geniş kitlelerle buluşturdu ancak ondan önce isimlerini bilenler biliyordu.

“Şiir hastalığı”na öğrenciliğinde tutulan Cancikyan

Cancikyan ve Kalustyan, ayrıntılara önem veren iki şairdi; bir aradayken de ayrıyken de onları işlediler. İkisinin hayat hikâyeleri de şiirleri de ilginç yaşanmışlıklarla örülü.

2016, Cancikyan’ın ölümünün 70. yılı; şairi anmak ve anlamak için yayımlanan Şu Ömrümün Şubat’ı, az önce bahsi geçen ona dair ayrıntılarla örülü bir derleme. İçinde şiirlerin yanı sıra düzyazıları, kimi anıları ve kendisi üzerine kaleme alınan metinler var. Onu anlatanların başında ise yakın dostu Kalustyan geliyor. Yaşadığı hastalıklarla yıpranan Cancikyan, Kalustyan’a göre sonsuz öğrenmenin ve coşkunun sularındaki bir insandı. Gerçekçiliğini, yirmi altı yıllık kısa hayatına sığdırdığı deneyimlerden, tanık olduğu acı ve mutluluklardan edinen Cancikyan, yakın dostunun deyişiyle “mütevazi bir şairdi.” Onun değerinin “verimleriyle sınırlanamayacağını” söyleyen Kalustyan şöyle devam etmişti: “Açtığı yolda, sınırlı sayıda kişiden de oluşsa bir takipçi grubuna sahipti. Başka gençlerin de aralanmış olan bu yolu genişleterek ilerleme arzusunda olduğuna eminiz. Cancikyan’ın zamansız ölümüyle sadece bir şairi değil, aynı zamanda sayıca sınırlı bir hareketin en önemli ismini de kaybettik…”

“Şiir hastalığına” öğrencilik yıllarında tutulan Cancikyan, zaman zaman romantizme yönelse de kısa sürede kimliğini bulur; Ermeni kıyımlarına ve sosyal konulara değinen şiirler yazar ve yeniliğin peşine düşer. Yolunun, Garip akımı ve Kalustyan’la kesişmesinin asıl nedeni de bu zaten. Şu Ömrümün Şubat’ı’nın çevirmeni Ohannes Şaşkal, bu durumu kısaca özetliyor: “Belirtmek yerinde olacak, Cancikyan, Garip akımının söyleyiş tarzından çok ondaki yeniliğin takipçisi olmaya adaydır, ‘modaya uymak’ biçiminde gelip geçici bir hevesle yaklaşmaz yeniliğe.”

“Sonradan şair olmaya kalkışmadı”

Şaşkal, gerçekçiliğe yelken açan Cancikyan için “bize insanlığımızı hatırlatan insan manzaraları sunar” diyor. Buna dramatik olanı ve vicdanı dizelerine yerleştirişini de eklemek gerek yine. Tüm bunlar, İstanbul Ermeni Şiiri’nin önemli kalemi Cancikyan’ın, hastalıklarla boğuşmasına rağmen nasıl da etkili bir rol üstlendiğinin kanıtı. Sözü bu anda bir kez daha Şaşkal’a vermek gerek: “Garbis Cancikyan şair doğmuş yaratıcılardan; sonradan şair olmaya kalkışanlardan değil!”

Şaşkal’ın bıraktığı yerden devam etmek gerekirse Cancikyan’ın, gerçekçiliğe gelene dek pek çok faklı edebi yoldan (romantizm, sembolizm…) geçtiğini söyleyebiliriz. Sonunda demir attığı gerçekçilik ise onun kendisini en iyi ifade ettiği; gerek Balkıs’ta gerek Şu Ömrümün Şubat’ı’nda yer alan şiirlerden zaten anlaşılıyor, hem etrafındaki yaşamları hem de dünyada olup bitenleri şiirinin merkezine alan Cancikyan, Yeni İstanbul Ermeni Şiiri’nin sözcüsü haline de gelir. Her öncü ve sözcü gibi Cancikyan da başlangıçta döneminin yayın dünyasında ve gazetelerinde kendisine yer bulamaz. Ancak elden ele gezen ve kulaktan kulağa yayılan şiirleri, belli bir zaman sonra takma isimlerle de olsa okurla buluşur. 1940’lar ise Cancikyan’ın adını duyurduğu ve kendisini bulduğu dönem olarak kayıtlara geçer. İşte Şu Ömrümün Şubat’ı, o şiirlerden seçkinin yer aldığı bir kitap.

“Köyün ruhunu tedirgin ettiğim için rahatsız oluyorum”

Cancikyan’ın bir şair olarak ete kemiğe büründüğü ve tarzını enikonu yansıttığı 1940’lar, aynı zamanda şiirin kabuk değiştirdiği bir dönem. Daha önce “şiirin içinde yer alamaz” denen veya böylesi bir algının hüküm sürdüğü topraklarda Cancikyan, kalemini korkak alıştırmaz ve yenilikten ekmek yemek için değil, ekmeği anlatmak üzere dizeler yazar. Tabii bu arada kendisine de laf atar, bir anlamda durumunun ciddiyetini ironik biçimde yansıtır: “Darılmayın/ otobüse tramvaya binmeyişime/ parasız da değilim/ güzel yerler var şehirde/ ağaçlar çiçekler/ kızlarla şenlenen bahçeler/ kıyıda yüksek yüksek binalar/ parlak vitrinler/ göz bu/ hepsini/ hepsini görmek ister/ yetinmek bilmez/ sefanın cefasını/ çekmek düşer/ size de.”

Cancikyan’ın dizelerinde, hayatın coşkusunun, ölümüne doğru ayakları yere basan; sakin ve çelebi bir hüzne doğru evrilişini görüyoruz. Bu anların hiçbirinde gerçekçiliğinden ödün vermeden ilerliyor; zaman zaman çıkamadığı sokaklarda geziniyor, parklarda turlayıp eski komşularını hatırlıyor. “Biz neden aynı kalmadık sevgilim?” diye sorarken iç çekişini duyar gibi oluyoruz.

Sürekli konuşmaktan çok anlamlı sessizliklere göndermede bulunan tavrına da rastladığımız Cancikyan’ın, “Körler ve İnsanlar” şiirindeki “susmak için/ aslolan görmemek/ yaşamak ve hissetmek” dizesi, şairin neden hep yeni kaldığının bir göstergesi.

Her ne kadar sağlığı çoğu zaman önüne bir duvar gibi dikilse de Cancikyan’ın, etrafından dolanmak yerine hayatın tam ortasında yer aldığını şiirlerinde görebiliyoruz. Yine de sormadan geçmemek lazım: Cancikyan, yirmi altı yıl değil de daha uzun yaşasaydı hayatında eksik kalan bir dolu şeyi nasıl tamamlardı? Mesela yaşlı bir adam olarak ölseydi “güzel kadınlardan/ öpücükler çal/ kondur dudaklarımıza/ mühürle ve git” dediği “Rüzgâr” şiirini yazar mıydı? Haydi yazdı diyelim, acaba o şiir böyle mi olurdu? Cancikyan için bu, anlamsız bir soru, orası kesin. Çünkü ihtimallerden daha çok olanla ilgilenen bir şairdi o. Öbür taraftan da ince sözlerle derdini anlatan bir düzyazı ustası; “Tren” adlı kısa metninden böyle bir örnek verilebilir: “Mükemmel bir sükûnet, sessizlik hüküm sürüyor burada, o derece ki bir şey düşünmeye mecbur kaldığında, âdeta terennüme başlıyor düşüncen havada ve ben köyün ruhunu tedirgin ettiğim için rahatsız oluyorum hemen.”

“Şiir, vasatlığa yaşam hakkı tanımaz…”

Cancikyan’ın kalıcılığını sağlayanlar şiire getirdiği yenilikler, Yeni Ermeni Şiiri’ndeki öncülüğü, kısa yaşamı ve hayatın ritmini yakalayan, sağlığı elverdikçe bunu kelimelere döken bir şair ve yazar olması… Fakat bunların ötesinde şiirle yaşaması ve şiir üstüne düşünmesi. Yine yazılarından birinde bu yönüne rastlıyoruz ve Cancikyan, şiirin neliğini anlatıyor: “Şiir denilen şey çok nankör bir tür. Birçokları sadece şiir yazmış olmak için şiir yazar. Bu nedenle de edebiyatın en âdil ve kaçınılmaz cezasına mahkûm olurlar: Unutulmaya. Bunlar bir vasatlık zemininin hayatı ve ölümüdür. Şiir, vasatlığa yaşam hakkı tanımaz…”

Yaşadıkları ve yazdıklarına baktığımızda Cancikyan, yalnızca kayıp değil aynı zamanda güçlü bir şair. Onun karamsarlığı bile salt şiir döşenmek için kapıldığı romantik bir öğe asla değil. Gördüğü ve hissettiği, yakından tanıdığı acının gerçekçi bir yansıması. Aynı şekilde yaşama bağlılığı ve dönem dönem artan coşkusu da böyle değerlendirilebilir.

Cancikyan’ı, ölümünün yetmişinci yılında anarken kendisini ortaya koymakla kalmayan, beri yandan da dönemindeki mutluluğu ve hüznü sırtlanan hümanist bir şair olduğunu da unutmamalıyız.

Ali Bulunmaz
14 Nisan 2016, t24.com.tr/

Şu Ömrümün Şubat’ı, Garbis Cancikyan, Çev: Ohannes Şaşkal, Aras Yayıncılık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir