Yıl 1978, Bahçelievler, Ankara. Bir yanda reis Abdullah, Ercüment, Mahmut, Kürşat, Haluk, Bünyamin, Ünal, İbrahim, Duran, Ömer ve diğerleri…
Bir yanda Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi genç. Bu roman sizi yakın geçmişin unutulmaya yüz tutmuş patikaları arasında uzun bir yolculuğa çıkaracak. Yıllarca hüküm süren ve hâlâ varlığını hissettiren karanlığın kaynağına, Gecenin Kapıları’na götürecek. Hazır olun ve cesaretinizi yanınıza almayı unutmayın.
Romanın konusu olan tarihe “Bahçelievler Katliamı” olarak geçen, Ankara Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi yedi öğrencinin öldürüldüğü olay şöyle gerçekleşti: *Katliamın yaşandığı gece katiller Ankara?nın Bahçelievler semtindeki 15. Sokak 56/2 numaralı dairenin önünde buluştular. Silahlı üç kişi Hacettepe Üniversitesi?nde 2 öğrencinin kaldığı eve doğru yöneldi. Ancak evde 5 kişi vardı: ODTÜ Elektrik Bölümü öğrencisi Serdar Alten, Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi öğrencisi Hürcan Gürses, AİTİA Gazetecilik öğrencisi Efraim Ezgin, HÜ İstatislik Bölümü öğrencisi Latif Can ve Osman Nuri Uzunlar. Geri kalan iki kişi (Faruk Erzan ve Salih Gevence) ise Kırcı?nın evdekileri eter ile bayılttığı sırada geldi. Gece yarısı saat 01.30 sıralarında devrimcilerin kaldığı evin kapısı iki kere çaldı. Haluk Kırcı olayı 17 Kasım 1980 günü Ankara Sıkıyönetim savcılığı?na verdiği ifadede şöyle anlattı:

Korkunç ifade
?Kapı açılır açılmaz içeri girdik. Hepsini yere yatırdık. Ne yapacağımız konusunda talimat almak için Abdullah’a (Çatlı) birini gönderdik. Abdullah eter ve pamuk vermiş ?Hepsini teker teker bayıltıp öldürelim? demiş. Dışarı çıkıp, arabada bekleyen Abdullah’la konuştum. ?Evde öldürmek zor olacak. ikişer ikişer götürüp öldürelim? dedim. ?Olur? dedi. iki kişiyi büyük reis’in arabasına bindirip Eskişehir yoluna götürdük. Müsait bir yer bulup ikisini de yere yatırıp kafalarına ateş ettik (Üçer el). Geri döndük. Böyle zor olacağını anlayınca Abdullah, ?tek tek boğalım bunları? dedi. Bir tanesini zorla boğdum, diğer dördünü bu şekilde öldürmekte zor olacaktı. Arkadaşları gönderdim. Sonra da sedirin üzerinde bulunan dört kişiye yakın mesafeden ateş ederek mermilerin hepsin boşalttım. Silahı da götürüp Abdullah’a verdim.?
Cesetleri, silah seslerini duyarak oturdukları karşı apartmandan gelen polis memuru Tuncay Özkul ve Komiser Seyfi Eroğlu buldu. Yerde yatan dört devrimci olay anında ölürken, Serdar Alten ise hala can çekişiyordu. Alten, yaralı olarak yatarken saldırganları tarif etti ve Hacettepe Hastanesine kaldırıldı. 8 gün ölüme direnen Alten 17 Ekim 1978?de saat 11.30?da yaşamını yitirdi.

Araba ÜGD ikinci başkanının
Olayda kullanılan otomobil Ülkücü Gençler Derneği İkinci Başkanı Mustafa Mit adına kayıtlıydı ve Mit, polis ifadesinde, aracı Çatlı?ya verdiğini anlattı. Devrimcileri bayıltmada kullanılan eterin ise İbrahim Çiftçi?nin emriyle Numune Hastanesinde görevli bir eczacı tarafından çalındığı ortaya çıktı. Görgü tanıklarının ifadesinin incelenmesiyle Duran Demirkıran yakalandı ve Bahçelievler Katliamı faili meçhul olmaktan kurtarıldı.

Kırcı?nın dava süreci skandallarla dolu
Açılan davanın üç kilit ismi vardı. Çatlı, Kırcı ve Çiftçi. Haluk Kırcı, bu davada idama mahkum oldu. 10 yıl yattıktan sonra infaz hesabı ?yanlış? yapıldığı için 26 Nisan 1991?de salındı. ?Yanlışlık? anlaşılınca yeniden aranmaya başlandı. 10 Ocak 1999?da Kartal?da yakalandı. Susurluk çetesine üye olmak suçundan 4 yıl hapse mahkum oldu. 18 Mart 2002?de 2. kez yanlışlıkla tahliye edilen Kırcı, Şubat 2005?te Ukrayna?da yakalandı.

Çiftçi, Doğan Öz?ü öldürdü
Sanıklardan İbrahim Çiftçi, Savcı Doğan Öz’ü öldürdü. Bahçelievler katliamında 7 devrimciyi öldürdüğü iddiasıyla yargılandı. Tam dört kere askeri mahkemece idama mahkûm edilmesine karşın, Askeri Yargıtay her seferinde ?eksik soruşturma?dan kararları bozdu. Dördüncü kez verilen idam cezası, askeri Yargıtay tarafından onandı. Ancak bu sefer de itiraz başsavcılıktan geldi. Bunun üzerine Daireler Kurulu tahliye kararı verdi ve Çiftçi beraat etti. Çıktıktan sonra iş hayatına atılan Çiftçi MHP Genel Başkanlığı’na da aday oldu.

İlişkiler uzun yıllar devam etti
Katliamına katılmak suçundan uzun yıllar aranan Bünyamin Adanalı da Kırcı?yla birlikte yakalandı. Yakalandığında Yakacık’taki Hakteks Tekstil Limited Şirketi’nin sahibiydi. Adanalı, Ünal Osmanağaoğlu ve Haluk Kırcı gibi 7 kez idam cezasına çarptırıldı. Aynı katliamın gıyabi tutuklu sanıkları Kürşat Poyraz ve Mahmut Korkmaz ise hiç yakalanamadı.”
*Kaynak Haber: http://arsiv.sol.org.tr/index.php?yazino=4141

“Gecenin Kapıları” Mesut Odman 02.11.2008
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/5654.html

Yıllardan 1978?di; kışın son günleri. O sıralar pek alışıp kullandığımız deyişle, ?burjuvazinin planı? gecikmiş, bu da bize, Türkiye İşçi Partisi?nin kararıyla hazırlamakta olduğumuz kalkınma planına, kendi adlandırmamızla ?kontur plan?a zaman kazandırmıştı. Ama yine de gerideydik; çok çalışmak yetmiyordu; ek işgücüne ihtiyacımız vardı.

Parti?den yardımcı istedik. Hiç değilse, birkaç üniversite öğrencisi. Tercih şansımız varsa, iktisat, istatistik bölümlerinden olanlar? Şöyle her gün bir uğrasalar? Toplam süre üç dört ayı bulabilir?

Ankara Konur Sokak?taki Yürüyüş dergisinin bürosunda iki odadan birini işgal etmiş durumdayız. Aslında, işgalimiz zaman zaman, özellikle gece saatlerinde, büronun tümüne doğru yayılıyor. Gece yarısından önce paydos etmiyoruz.

İşte o günlerin birinde gelmişti. İşgalimiz altındaki odanın kapısında öylece durmuş, duyulur duyulmaz bir sesle, ?Abi, ben Latif, Parti?den gönderdiler.? demişti.

Hemen hemen her gün uğrar; ?Yapılacak iş var mı?? diye sorardı. Tam dediğimiz gibi. ?Gel bakalım Latif? derdik, ?Al bu istatistikleri, şöyle şöyle üç tane tablo hazırla.? Kimileyin de ?Yok şu anda bir şey. Gel, otur, biraz laflayalım.? diyerek, iyisine kötüsüne bakmadan, birer bardak çay eşliğinde yarenlik ederdik. Bizimle birlikte çalışmaktan hoşnuttu, kendisine verdiğimiz en basit işi bile özenle yapıyordu. Gürültüsüz, gösterişsiz, sevecenlikle, gülüp gülümseyerek? Başka türlü davranamaz bu çocuk, diye düşünürdük.

Latif, bizim için, aynı yılın Ekim ayından bugüne kadar, birlikte ölmüş yedi kardeşin simgesi ve temsilcisi oldu.

?(?) doğruldu, yerde upuzun yatan Serdar?ın başına sabitlenmiş silahın üstüne atıldı. Namlu döndü, daha sedirden ayrılamadan, öne doğru eğilmiş vaziyetteyken, kıpkırmızı bir alev sütunu püskürttü. Kulakları patladı, gözleri dumandan, alevden kör oldu. Kurşun sırtına, sağ kürek kemiğinin üstüne saplandı. Deşti, kırdı, ufaladı, içeri daldı. Göğüs boşluğunu yardı, sağ ciğerini yukarıdan ve aşağıdan delerek söndürdü. Karın duvarını yırttı, sağ böbreği parçaladı, kalça kemiğine saldırdı. Zorladı, kanırttı, dağıtmayı, aşmayı başaramadı. Sapsarı yattı kaldı içeride. (?) Alevden, hızdan ve ölümden ibaret altıncı mermi sırtına yapışmıştı. Her iki kürek kemiğinin arsındaydı. Dağlıyor, yakıyor, parçalıyordu. Eti kesmiş, damarları koparmış, kasları yırtmış, kemikleri ufalamış, omurga üzerinden boyun köküne ilerliyordu. Önüne gelen her şeyi yaktı, yıktı, paramparça etti. Güçlü gövdeyi mağrur bir başla birleştiren boynun yan tarafından dışarı fırladı.?

Bunlar olup biterken aşağı yukarı on yaşlarını süren Ozan Özgür, Yordam Kitap tarafından geçen hafta yayımlanan Gecenin Kapıları?nda Latif?in öldürülüşünü böyle anlatmış.

Yazarın yaratıcılığının hakkını yemeden söylersek, bu anlatının belgesel bir yanı bulunuyor. Dikkatli ve konuya ilişkin biraz bilgi sahibi okuyucu bunu kolayca anlayabilir. Bense kendi tanıklıklarıma dayanarak yazıyorum: Aynı soydan gelen bir devrimci olarak Ozan Özgür, otuz yıl önceki o vahşeti kendine dert edinip üzerinde çalışmaya başlarken sonunda nereye, nasıl bir ürüne ulaşacağını kendisi de kestiremiyordu herhalde. Ama avukat, polis, politikacı, yazar, pek çok insanla konuştuğunu; katliamın gerçekleştirildiği apartmanı, sokağı, komşu sokakları, caddeleri günlerce dolaştığını; yüzlerce sayfa belge, resmi tutanak, rapor okuduğunu ben biliyorum. Bütün o okumalar, konuşmalar, dolaşmalar, kafa yormalar sırasında, kimileyin umutsuzlukların, karamsarlıkların nasıl ağır basabildiğini de?

Bunları bilen bir insan olarak en az söyleyeceklerim şunlardır:

Bir kez, katliamı gerçekleştirenlerin bile çarpık ve yanıltıcı olduğunu iddia edemeyecekleri bir ayna tutulmuş ve görülmesi gerekenler açığa çıkarılmıştır.

Ayrıca, konuya ilişkin ön bilgisi ve belirgin bir politik yönelişi olmayan okuyucunun da rahatlıkla, sıkılmadan, uzaklık duymadan okuyacağı kalburüstü bir roman ortaya konulmuştur. Dolayısıyla, isteyen bu kitabı bir belgesel, isteyen gerçekçi bir roman olarak okuyabilir. Ama, en doğrusu, ikisini birden okumaktır.

Öte yandan, olağanüstü nitelemesinin abartılı sayılamayacağı kurgusu ve oluşturduğu atmosferle en okuma sevmez okurun bile son sayfasına ulaşmadan elinden bırakamayacağı bir anlatının yaratıldığını söylemekte bir sakınca ya da kayırmacılık yoktur. Bir adım daha atıp, bu romanın, ?gerçekçilik? ile Marquez?in romanlarından sonra yaygınlaştırılmış deyişle ?büyülü gerçekçilik? arasında bir yere yerleştirilebileceğini ileri sürebiliriz. Burada bir örnek gerekebilir. Şöyle olsun, kitabın 283 ve 284. sayfalarından:

Yıl 1978, 8 Ekim Pazar günü, akşam saatleri. Latif?in arkadaşlarından ikisi, Salih ile Osman Nuri, olacaklardan habersiz, Bahçelievler Onbeşinci Sokak 56/2?ye doğru yürüyorlar. Ay, çınar ağaçları, dallar, yapraklar, arkalarından sesleniyorlar:

?Gitmeyin! Güneş mağlup oldu, gecenin kapıları açılmak üzere. Gitmeyin! Çok kan dökülecek, çok gözyaşı akacak, çok kahırlı işler olacak. Gitmeyin! Alâmetler hiç iyi değil. Karanlık her zamankinden, daha zalim, her zamankinden daha aç. Sizi bekliyor, sizi istiyor. Ve anahtar ve tasmayı kesecek kılıç yolda. Gitmeyin!?

Bana sorulursa ve son olarak eklemek üzere, bu kitabın iki açıdan önemli olduğu kuşkusuzdur. Birincisi, otuz yıl önceki o katliam asla unutulmamalıdır; Türkiye?de önlenmesi imkânsız bir devrimci mücadele hep var olacaksa, böyledir ve bu kitap bunu sağlayacak benzersiz bir kaynaktır. İkincisi, bu kitap, usta bir yazarı işaret etmektedir; o ustalığın yeni ürünlerini beklemekse bizim hakkımız sayılmalıdır.

GECENİN KAPILARI – Güray Öz
Cumhuriyet Gazetesi, 5 Kasım 2008 Çarşamba, Sayfa 6

Neredeyiz biz?
Neyi tartışıyoruz? Türkiye?nin derinlerini mi? Kendini ayan beyan gösteren korkaklıkları, sinsilikleri, katillerin mezarı başında yakılan kötülük ağıtlarını mı?
Öldürülenler nereye gitti peki?
Ne zamandan beri katiller kutsanıyor, ne zamandan beri gerçekler, bin kişiyi öldürdüklerini söyleyenlerin övgüler düzdükleri o gece karanlığının koyusunda eritiliyor. Peki, ne zamandan beri geçmişin karanlık işleri, muhalif aydınlara açılmış davaların örtüsüyle kapatılmaya çalışılıyor?
?Eskiden beri? diyorsunuz değil mi?
Haklısınız.
Eskiden beri böyledir bu işler.
?Uçak kaçıran gazeteciler? masalını, ?Kültür Merkezini ateşe veren solcular? komedisini unuttunuz mu?
***
?Derin, çok derin? dedikleri aslında derin falan değildir.
Apaçıktır, ortadadır. Herkesin gördüğü, bildiği bir şeydir. Ama herkes gördüğünü, bildiğini söyleyemez, ?O derin, ben bilmem, ben anlamam? der, çekilir kenara.
Neresi derin, neresi gizli?
Bahçelievler?de 7 TİP?li genci öldürenlerin yaptıkları, ettikleri gizli mi? Mahkeme kayıtlarında durmuyor mu? Emri veren, trafik kazasında sahte kimliği, arabasının bagajında silahları, siyasi ortakları, polisten dostlarıyla birlikte bir nevi suçüstünde ölmedi mi?
Devletin en yüksek yetkilileri o karanlıktaki adamın kendi emirlerinde birtakım işler yaptığını anlatmadılar mı, hâlâ anlatmıyorlar mı?
Peki, şimdi ne bu?
Derin mi?
***
Susurluk dedikleri nedir?
?Sus sus yoksa sıra sana gelecek? mi?
?Faili meçhul? cinayetleri, darbe ihtimallerini soruştururken, muhalif aydınları en olmadık iddialarla torbanın içine koyduğunuzda karanlık aydınlanıyor mu?
Yoksa daha fazla kararıyor, gecenin kapıları örtülüyor mu?
Siz gecenin kapılarını bilmiyorsunuz.
Biz biliyoruz. O kapıların birdenbire nasıl kapandığını gördük, yaşadık.
Üstümüze kapandı o kapılar. Koyu karanlıkta katillerimizle birlikte, ellerinde tabancaları, kalın küt parmakları, urganlarıyla üstümüze gelen sinsi bakışları, koyu cehaletleri, insan olmadan dava olmayacağını bilmeyen öfkeleriyle karanlıkta işlediler cinayetlerini.
Siz şimdi derin mi arıyorsunuz?
Derin falan değildir. Gün gibi ortadadır. Gözlerinizi kapatınca görmediğiniz için derin dersiniz siz ona.
***
?O eskidi, onu unuttuk, Susurluk?la beraber gitti? dersiniz. Ama unutulmaz ki. Hiçbir şey unutulmaz şu güneşin altında. Arşivde bulunur, romanda yazar, hikâyede anlatılır.
Niye o romana, o gerçeğe, o hakikatin kendisine ?Gecenin Kapıları?(*) demiş ki Ozan Özgür?
Kapıyı açınca ışık giriyor, kapatınca karanlık çöküyor da ondan. Derin sığlaşıyor, oyun ortaya çıkıyor.
Şimdi siz derini mi arıyorsunuz yani?
Öyleyse gidin 7 TİP?linin katillerine sorun.
O iz sizi Susurluk?ta bagajında silahlarıyla ölene, mezarı başında ağıt yakılana götürür.
Ya da en iyisi romanı okuyun.
Orda yazıyor ne derindir, ne değildir.
Gecenin kapısını açın. Biraz ışık girsin içeriye?
Bakın o zaman nasıl kaçışıyor yarasalar.
(*) Gecenin Kapıları. Roman, Ozan Özgür, Yordam Yayınları, İstanbul, 2008

Can Saday, Cumhuriyet / Kitap, 19 Şubat 2009
1978 yılında Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi genç, Ankara’nın Bahçelievler semtinde, saatlerce işkenceye maruz kaldıktan sonra vahşice öldürülmüştü. Gecenin Kapıları, tarihe ‘Bahçelievler Katliamı’ olarak geçen bu cinayeti konu alıyor.
‘Gecenin Kapıları’nın son sayfasını çevirdiğimde anladım, her sabah uyanır uyanmaz görebileceğim şekilde, yatağımın yanındaki giysi dolabına küçük mıknatıslarla iliştirdiğim üç resimden ortadaki, Behice Hanım’ın resminden neden bu kadar etkilendiğimi. Solunda, kara gözlerinden, pazar sabahları annesi için icat ettiği omletlerden, yavrularını emziren kedisinden, sonu gelmez piyano alıştırmalarından, Türkçe öğretmeninden, hayatındaki her şeyden duyduğu gururla gülen küçük dostum Piraye’nin resmiyle, sağında, acımasız rüzgârların, kötücül yağmurların, usul usul işleyen hain rutubetin aşındıramadığı bir kehribar damlası gibi duran, hayatın bütün anlamsızlığına rağmen anlam olunabileceğini, dünyanın bütün çirkinliklerine rağmen güzel kalınabileceğini duyurmaya çalışır gibi berrak, tutkulu, yalnız gülüşüyle platonik aşkım Türkel Hanım’ın resimlerinin arasında duran Behice Hanım’ın resminden söz ediyorum.Şimdi anladım; bu yüzde beni böylesine etkileyen şey acıydı, Bahçelievler katliamının acısı, bütün hatlarına oturan onulmaz acı. Onları en iyi anlatan, yakın ifadeyle gencecik, pırıl pırıl yedi yoldaşı, Faruk, Salih, Hürcan, Osman Nuri, Latif, Efraim ve Serdar’ı kaybetmenin acısı mı sadece; hayır, solun bütün heyecanı, ataklığı, içtenliği, toyluğu ve çaresizliğiyle şiddet sarmalına kıstırılışını, asırların miskinliğini üzerinden atıp doğrulmaya, yönünü çizmeye çalışan bir halkın kana boğuluşunu, güneşli günler aramaya koyulan bir ülkenin kirli, yapışkan bir karanlığa sürüklenişini sezmenin acısıydı, Behice Hanım’ınki.Bahçelievler’de yitirdiklerimizin cenazesinde çekilmişti bu fotoğraf, Salih’in cenazesi miydi, yoksa Serdar’ın mı, ne fark eder… Hınçla, öfkeyle dalgalanan kalabalık, mezarlıktan ayrılma vaktinin geldiğini bilmezden gelerek, dağılmamakta inat ederken, altmış sekiz yıllık bedenini kalabalığın az ötesindeki bankta dinlendiriyordu Behice Hanım. Mikrofonu uzatan gazeteciye bakmıyor, saldırının amacına dair sorusunu cevaplarken gözünü biraz ilerideki kalabalığın üzerinde gezdirerek, kısa cümlelerle, sert vurgularla konuşuyordu. Söyleyeceklerini toparlamaya çalışmıyordu; tersine, günlerdir beynini zonklatan sezgilerini, ülkeyi bekleyen uğursuz geceye dair öngörülerini aklından korumaya çalışır gibiydi.Apak saçlarının geriye doğru kayarak açıkta bıraktığı köşeli, geniş alım endişeyle kırışmış, seyrek, belli belirsiz kaşları öfkeyle çatılmıştı; gözlerindeki inançlı ve kararlı bakış, şişmiş gözkapaklarının kıyısından tereddüt çizgileri halinde şakaklarına yayılıyordu. Küçük ama belirgin elmacık kemikleriyle biçimli burnu arasındaki sınırı işaretleyip bıçakla kesilir gibi aralanan solgun, ince dudaklarına, oradan da hiç alışılmadık sarsıntılar karşısında yine her zamanki devinimleriyle kıpırdayan çenesine inen derin çizgiler boyunca akan ise tek bir şeydi: Acı.Doğru, hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Hafızanın kötü anıları silme eğilimi, iflah olmaz iyimserliğimizle ve sabahtan yeni bir umut çıkarma gayretimizle birleşince, ciğerimizi dağlayan acılarımızı salt siyasi olgulara, neden-sonuç zincirinin halkalarına dönüştürebildiğimiz de bir gerçek. Olguları bir kenara not etsek de, dindiremediği acılarını burulan yüreğinde, tutuşan hafızasında saklamaktansa, unutmayı, uyuşmayı, gerçeklerden kopmak pahasına uydurma olduğunu bile bile gündüz düşlerine dalmayı tercih eden bütün bir toplum gibi, nisyanın gölgesine sığınıyoruz.Oysa hafızadır insanın kişiliğini saklayan ve acılarını göğsüne saplanmış bir madalya gibi taşımasını bilen halklar hak eder onurlu yaşamayı.

Unutmamalıyız
Kapılarını ardına kadar açtıkları karanlığı ülkenin üzerine boca edenlerden hesap sorabilmek, umut, emek ve sergi kapılarını açıp zulmü tarihe gömebilmek için işkencelerin, katliamların acısını tenimizde zonklayan, insanlığın ortak acıları dinene kadar hep zonklayacak bir kurtuluş ahdi olarak taşımalıyız. Çünkü hafızadır insanı insan yapan ve unutmak, halk düşmanlarına verilecek en büyük ödüldür.Taptaze bedenlerimizden her kalp seğirmesiyle fokurdayarak akan, sıcacık köpürüp akan, akıp okul önlerinde, hücrelerde, maltalarda, sokaklarda, meydanlarda göllenen, göllenip yağlı, şerbetli dumanı tüten, tütüp kaymak bağlayan, pelteleşip katılaşan, döküldüğü yerde kızılı kara, pas rengi, şarabi, mor, sarı dalgalar halinde kuruyup kalan kanın acısını, zulüm ve sömürünün yeryüzünden silinmesinden başka ne dindirebilir ki?Unutmamalıyız. Hafızası beyaz boşluklarla delik deşik edilmiş bir açlık grevi eylemcisinin kim olduğunu unutmamak için avucuna kendi adıyla birlikte, ölen arkadaşlarının adlarını da yazması gibi; her ağacın kuş kırımlarını, eski yangınları etinde saklaması gibi, unutmamalıyız.

Kıpkızıl bir yara izi…
Ozan Özgür, ‘Gecenin Kapıları’ adlı romanıyla büyük bir acıyı kutsayıp, tenimize işliyor. Kimliğimize elmas sertliğinde bir kilit taşı ekliyor.Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partili 7 gencin öldürülmesi, siyasi tarihimizdeki ilk toplu cinayet değildi ve sonuncusu da olmadı, ancak geçmişimizi kıpkızıl bir yara izi gibi işaretleyen katliamlar dizisinde işlenişindeki tüyler ürpertici hunharlıkla öne çıktı. Attıkları her adımda biraz daha canileşen, içine battıkları çirkefte debelendikçe yeni canlar alan faşist katiller, bütün bir gece boyunca baş başa oldukları kurbanlarını, saatlerce eziyet ettikten sonra çıplak elleriyle boğarak öldürmek için uzun süre uğraşmış, cinayetleri bir anlık kararlılıkla değil, saatlerce dinmeyen, aksine kudurup azgınlaşan bir kana susamışlıkla işlemişlerdi.Böylesine caniyane bir katliamı romanlaştırmaya girişerek çok ağır bir yükü omuzluyor Ozan Özgür ve yükünü dizleri titremeden taşıyor. Belli ki sadece aklının değil, yüreğinin imbiğinde de yıllarca damıtmış eserini. Anlatımda sığlığa düşmeden, naylon karakterlere, duyarlılık gösterilerine, yapay diyaloglara, çalakalem ‘düşünce’ akıtmalara, Türkçeyi haber diline daraltan yavanlıklara yüz vermeden, evrensel ölçütlerde sağlam bir roman yaratmış. ‘Gecenin Kapıları’ ne kadar yerel görünürse görünsün, on yıllar sonra dünyanın başka bir köşesinde Türkiye’nin siyasi tarihinden habersiz okur tarafından da edebiyat lezzetiyle okunabilecek bir eser.Şairliğinin getirdiği hüneri ortaya koyan yazar, Türkçenin yazılı dilde yeterince kapsanamayan güzelliğini, sözlü anlatım gücünü ustalıkla değerlendiriyor. Konuşma dilinin söyleyiş biçimlerini, Orta Anadolu ağzının özgün üslup ve kelimelerini deyimlerle, zengin benzetmelerle, yerli yerinde ve uyum içinde kullanmasını biliyor. Kurguda sağladığı çeşitliliğin de yardımıyla, bu canlı üslupla, ifade tutanaklarından ve röportajlardan aktardığı pasajları, bölüm başlarına serpiştirdiği dizelerle halk şiirini, hatta kurbanları uyarmak için çırpınan çınarların ve her şeye tanıklık eden Ay’ın konuştuğu bölümlerde lirizmi harmanlayarak, destansı bir anlatıma ulaşıyor.Romanın kurgusu da bir durulup bir çağlayan, en tiz perdelerde uğunup kendinden geçtikten sonra karara vararak kendini bulan, leitmotiv şeklinde her yerde hissedilen bir ezgiyi farklı perdelerde ve tempolarda yinelerken adeta senfonik bir derinlik kazanan semahları çağrıştıran yapısıyla, dilin ve anlatımın gücünü destekliyor.Roman, katillerin iç dünyalarının, birbirleriyle ve toplumla ilişkilerinin, farkında oldukları ya da bilmedikleri yönlendirmelerin, siyasi güdülerinin anlatıldığı uzun bir giriş bölümüyle başlıyor. Arka planda ülkedeki genel siyasi tablo hissettirilirken, geçkin bir pavyon kadını kılığına bürünen Ulus Meydanı’yla simgelenen başkentin çürümüşlüğü de sahnede boy gösteriyor.Öte yandan, adım adım cinayet gecesine doğru ilerlerken gördüklerimiz, katillerin sadece insanlığa düşman bir ideolojiden değil, gündelik hayatlarımızı kuşatan, en sıradan ve masumane çatlaklardan ruhumuza sızan çirkeften de beslendiğini düşündürüyor.Romanın son sayfasında, hikâyenin tanığı Ay, yazara şu sözlerle devrediyor yükünü:’… Yıllar yıllar sonra bugün, kurtulmak, ilelebet unutmak ve yeniden gömülmek için nisyana, yükümü sana devrediyorum. İster yaz, ister anlat. İster taşı, ister at. Karar senindir. Lakin anlatılacaksa, sonunda mutlaka şu hüküm eklenmelidir:’Göğe yedi elma uçtu. Yedi kızıl elma. Ve yerde kalanlar erdiler muratlarına. Onlar erdi muradına, yeni yeni tosuncuklar çıksın kerevetine. Hak mı, hukuk mu, adalet mi, vicdan mı? Cehennemin dibine! Barış mı, huzur mu, kardeşlik, insanca bir hayat mı? Niçin ve ne hakla?”

Okuma Parçası

bana arkadaşını söyle?
Zile basmaktan vazgeçip elini geri çekti. Durdu, kılığını kıyafetini yeniden inceledi. Ayakkabılarının  âlinden hoşnut kalmadı.
İnce, kurşuni sarı bir toz tabakası sabah çektiği boya ve cilanın üstünü kaplamış, ışıltısını boğduğu yetmezmiş gibi, ayakkabıya lekeli, yarı parlak yarı mat, tuhaf bir görünüm kazandırmıştı.
?Yuh!? diye veriştirdi içinden. ?Başkent değil, harman yeri. Her sonbahar böyle mi olur, arkadaş. Gene yol tamiriydi, suydu, kanalizasyondu deyip kaza kapaya köstebek yuvasına çevirdiler ortalığı.
Ağacından, otundan savrulanı da ayrı bela. Üstümüz başımız batmıştır Allah bilir.?
Parmaklarının ucuyla küçük fiskeler atarak ceketini ve pantolonunu silkeledi. Elini belinden geçirdi, gömleğinin büklümlerine düzenli bir görünüm kazandırmaya çalıştı. Kemerindeki boşluğa
dokunur dokunmaz, ateşe basmış gibi, hızla geri çekti.
?Bu kırkıncı gelişim. Herifl erle hısım akraba olduk ama hâlen  arama tarama faslından kurtaramadık. Her defasında arabayı dışarıya park ediyor, silahımızı torpido gözüne saklıyoruz. Neymiş efendim, rütbelilerin kesin talimatı varmış, Genel Kurmay Başkanı da olsa, nizamiye kapısına dayanan herkes aranacakmış. Dayansa da görsek hazret, bakalım arayabiliyorlar mı??
Dişlerinin arasından hayali bir tükürük savurdu, askeri lojmanın ışıltılı zeminini balgama boğdu. Gözleri yeniden ayakkabılarına ilişti.
?Mendil de almadık yanımıza, iyi mi? Her defasında tekmilini tamam edip iki dirhem bir çekirdek giyiniyorum da, el kadarcık mereti cebime sokuşturmayı unutuyorum. Hâle bak, rezillik.
Tükürüp şöyle elimle… Yok daha neler, oldu olacak eğilip yala bari…

Ne yapalım, pantolona kıyacağız artık. Tüh, daha yeni yıkayıp ütülemiştim!?
Kunduralarının sayalarını birer birer paçalarına sürttü, parlattı.
Yarım döndü, kontrol etti.
?Kir tutmuyormuş Allah?tan.?
Alıcı gözle tekrar inceledi. Hazır olduğuna kanaat getirip üst üste zile bastı. Yüzünde muzip bir gülümseme, kulağı kapıya dayalı, içeriden belli belirsiz işitilen terlik sürüme seslerinin kapıya
yaklaştıkça duyulmaz hâle gelmesini eğlenerek takip etti.
?Tıpkı kedi gibi. Çabuk, ihtiyatlı, kendinden emin. Bir de hırıltısı olmasa. İhtiyarlık rezil şey hakikaten… İhtiyar mı? Senden benden genç. Garip bir biçimde hırıldıyor, ciğerleri ötüyor lakin.
Cigaradan olsa gerek. Kapıya ulaştı mı? Böyle yakalanmayalım da.?
Doğruldu. Kilitte yılan kıvraklığıyla, ses çıkarmaksızın dönen anahtarın, ihtiyatla çekilip alınan sürgünün belirsiz tıkırtısını duymaktan çok hissetti.
?Şimdi emniyet zincirini takıyor. İşte böyle, sessiz, usul. Tamam.
Şimdi kapıyı bir parmak aralayıp bakacak. Öyle tepeden değil, hedef şaşırtmak için iki büklüm, anahtar deliğinin altından.?
Kapı usulca aralandı. Loş ışıkta bir tutam gri saçla şüpheci, dik dik bakan hayaletimsi bir göz belirdi. Püskül kaşlı, ince kapaklı, kirpikleri seyrek, akları gölgeli, bebeği havai maviydi.
?Şimdi rahatlayacak, gelen tanıdık.?
Hayaletimsi göz bir aşinalık, bir sevinç pırıltısıyla yanıp söndü.
?Evet, şimdi tabancamızı ayakkabılığın çekmecesine bırakalım, zinciri çekip kapımızı açalım. Bir, iki, hoop!?
Emniyet zinciri gürültüyle çekildi. Kırlaşmaya yüz tutmuş kısacık saçları, sivri, uzun burnu, üzerinde örümcek ağları gibi yol yol ilerleyen ince, kırmızı damarların tuhaf bir kızıllık çaldığı yanaklarıyla
yaşlı ama sağlıklı bir adam eşiğe adımını attı. Traşlı, hafif topluca, ortadan biraz uzun ve sağlam yapılıydı. Koyu yeşil bir pantolon, yakası ve cep ağızları lacivert şeritle çevrili krem rengi bir tişört giymişti.
Topuklarını birbirine çarptı, pembeden çok uçuk beyaza çalan dudaklarda beliren yakıcı, hınzır alay gölgesini büyümeden engelledi:
«? Vatan bekçisi, 956 Nevşehir, Ahmet oğlu Abdullah emir ve görüşlerinize hazırdır, komutanım!»
Adam başını hafifçe sağa yatırdı, teft işe çıkmış gibi ince ince didikledi. Kusur bulamadı, beğeniyle güldü.
«? Seni köft ehor. Vatan bekçisiymiş! Emrimdekilerden biri olaydın, görürdün gününü sen. Değil canım memleketi, helâ kapısını emanet ediyor muydum bakalım senin gibilerin nöbetine.»
Esas duruşu bıraktı, saygıyla uzandı.
«? Berhudar ol. El öpenlerin çok olsun.»
Bu sahnenin kaçıncı kez tekrarlandığını hatırlamıyordu. Lakin her defasında aklına ilk tanışmaları geliyor, sırıtmaktan kendini alamıyordu. Gene öyle oldu. Dudakları aralık, ışıltılı, beyaz dişleri açıkta, daldı gitti.
Birlikte çalıştığı çocuklardan birinin, Ercüment?in babasıydı adam. Üst kademelerde korunması, sakınılması ve sadece karanlıkta bahsedilmesi gereken bir hayalet muamelesi görürken, gençler arasında almış yürümüş, öfk esi, ağzı bozukluğu, keskin zekâsı ve şaşırtıcı muhakeme yeteneğiyle adeta bir efsane hâline gelmişti.
?Bu adamla tanışmayıp kimle tanışacağım?? diye söylenip durmuştu uluorta. Belki kulağına çalınır, talebe lüzum kalmadan, bir vesileyle…
Kim, Ercüment mi? Peh!
?Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmediği hâlde duymazdan geldiydi.
Söyleyince de takla üstüne takla. Yok uygun değilmiş, yok geçici görevle Ankara dışına çıkmak zorunda kalmışmış; beklersem, o da isterse eğer, belki döndüğü vakit… Garip bir gönülsüzlük, kırk dereden
su getirme hâli vesselam.?
Yine de şevki kırılmamıştı. Nasıl kırılsındı ki? Başbuğ?la aynı dönemde vatan hizmeti yapmış bir subaydı adam. 27 Mayıs?ın hararetli destekçisi, memleketi düze çıkarma hayalleriyle yatıp kalkan, umut yiyip öfk e soluyan bir ihtilâlci. Ak günleri de, kara günleri de görmüş, orta kademedeki subayların kalkıştıkları başarısız darbeye, Harbiyelilerin radyo baskınına, gencecik, pırıl pırıl subaylara dönük tasfiye ?ne tasfiyesi, düpedüz kıyım desene sen şuna? hareketine, en nihayetinde de Fethi Gürcan?la Talat Aydemir?in  asılmalarına tanıklık etmişti.
«? Gâhî güldük gâhî ağladık,» demişti bir seferinde. «Türlü türlü işler geçti başımızdan. Gene de ayakta kalmaya muvaff ak olduk, çocuk. İhtilâlin solcuları ihya etmek harici bir netice doğurmadığını
gördüğümüzde bile yılmadık. Silah arkadaşlarımız müşterek ülkümüzü satıp birer birer köşelerine çekilirken, biz, tıpkı Başbuğ gibi, meşakkatli bir vazifeye, milliyetçi düşüncenin yeniden inşasına
soyunmayı namus borcu belledik.»
?Bu adamla tanışmayıp kimle tanışacağım??
Sen gel de… Anlatma oğlum Ercüment?e, dayan kapıya bir akşam, olsun bitsin.
Şimdi detaylarını hatırlamadığı, korku ve heyecan dolu bir günün ardından çat kapı geldiği ve Ercüment?i evde bulamadığı akşam yüz yüze gelmişlerdi Albay?la. Hem de ne geliş. Kapı yine böyle yarım aralanmış, ?Amca, ben Ercüment?i? demeye kalmadan, ahşap, şampanya rengi kanadın savrulmasıyla beylik tabancanın burnuna dayanması bir olmuştu.
«? Kıpırdama! Kaldır ellerini! Şimdi geri bas, sırtını duvara daya. Aferin.»
Anlatma, dayan kapıya, öyle mi? Al sana!..
Sırtını duvara vermiş, elleri başının üzerinde, şaşkın, korku dolu bakışlarla kalakalmış, kendini tanıtmak için umutsuzca çırpınmıştı.
Nizami tıraşlı saçları, talimsiz, bilhassa göbek kısmından sarkarak yağ bağlamış gövdesiyle hantal bir görünüşe sahip olsa da, çakı
gibi bir askerdi karşısındaki. Şüpheci, kılı kırk yaran.
Anlat derdini anlatabilirsen.
?Uzanıp silahı alsam?? diye aklından geçirmedi değil. Fakat yıllar önce, belki düştüğü tehlikeli, sıkıntılı durumlardan, belki düpedüz yalnızlıktan ?kurt kısmı yalnız olmalı, hele ki sürü başıysa? çekip çıkardığı, teşkilat içinde baş döndürücü bir hızla yükselmesini sağlayan ?yılan ıslığına benzer? öteki ses, içindeki karanlıktan başını doğrultmuş, bakmasıyla bu mesnetsiz ahmaklığı reddetmesi bir olmuştu:
“Aradaki güvenli mesafeyi korumakta kararlı. Uzanıp silahı almak, hedef şaşırtmak imkânsız. İşin erbabı, kesin. Baksana, namluyu acemilerin yaptığı gibi kafaya değil, karavana atmanın mucize kabilinden olduğu göğüs kısmına doğrultmuş. Mümkün değil, daha hızlı davranılamaz.”
Hüküm kesindi. Omzunu kasaya, terlikli sol ayağının burnunu kapı aralığına dayamış Albay?a, kurbanlık koyun gibi kaskatı, kıpırtısız bakakalmıştı.
Öyle karşılıklı, tabanca, eller havada, kaç dakika beklediler, hatırlamıyor.
Hatırladığı, tam ümitsizliğe kapılıp savdığı düşünceyi kafasının karanlık koridorlarından geri çağırmaya hazırlanırken, Ercüment?in merdivenlerde belirdiği ve ?Aman, ne yapıyorsun,
baba!? diye atılarak araya girdiği sahneydi.
Bir de,
«? Yat kalk dua et bu sıpaya,» diyen Albay?ın hayıfl anmayla karışık öfk eli sesi. «Hızır gibi yetişmeyeydi, ala kanına boyanmış cansız yatıyor olurdun şimdi kapı eşiğinde.»
Sonrası hepten unutmak istediği bir rezillikler silsilesiydi.
Ercüment?in, ?tanışmak istiyordun, al hayrını gör? gibilerinden alaycı, yan bakışları altında içeriye girmişler, koyu renk mobilyaların hâkim olduğu, temiz, büyükçe salonun ortasında birbirlerini tartmışlardı.
Eğlendiği, hem de delicesine eğlendiği her hâlinden belli Albay?ın mavi, çakıp sönen gözlerinde, ?Başkası olsa altına kaçırırdı, aferin, korkmadın hiç? diyen bir beğeni ışıltısı vardı sanki. Ancak bu ışıltı, Abdullah adını duyunca göbeğinin zevkten titremesine, bir aşağı bir yukarı gidip gelmesine engel olacak denli parlak değildi.
Etini dağlayan alaycı kıkırtıyı bastırmak için hamle edip eline yapışmış, artık biraz önceki olayın yarattığı sarsıntı ve korkudan mı, yoksa aniden boşalan sinirlerinin verdiği peltemsi uyuşukluktan mı bilinmez, öpüşmek yerine kafa tokuşturmaya kalkmıştı.
Kalkmıştı kalkmasına ya, duvara toslamaktan beter olmuştu:
«? Höst! Öküz müyüm lan ben? Ne demeye süsüyorsun, adam gibi öpsene!..»
Albay?ın tok, tepeden inme sesiyle düşünceleri yarıda kaldı:
«? Neden sırtarıyorsun, pişmiş kelle?»
Toparlanmaya, yüzündeki aptal sırıtmayı ince bir tebessümle takas etmeye çabaladı.
?Söylesem mi? Boş ver, makaraya sarar gene. Ne biçim faka bastırdım ama. Koskoca reis, korkuluk gibi öyle dakikalarca eller havada… Yalan mı? Yalan değil de, ağrına gidiyor, içine sinmiyor insanın.?
«? Bak şimdi de arpacık kumrusuna döndü. Hasta mısın, ne demeye bir sırtarıyor bir aygın baygın dalıp gidiyorsun? Karadeniz?de gemilerin mi battı?»
«? Yok bir şey. İlk tanıştığımız gün geldi de aklıma.»
«? Hak ettin, yavrum. Davetsiz mavetsiz, çat kapı dayanırsan
eloğlunun kapısına, olacağı o. Dua et ki postu deldirmedin. Dikilip durma yalı kazığı gibi, geç içeriye.»
Eşiği atladı, girdi. Holde serin, incecik bir esinti vardı. Salondaki açık pencereden girip en dipteki çalışma odasının camından dışarıya uğrayan hava akımına göğsünü verdi, ferahladı.
«? Görüşmeyeli nasılsınız? Sıhhat, afiyet, keyif?»
«? Keyif eşekte olur. Sıhhat, afiyet faslına gelince… Biraz adam olaydınız, olup da temizleyeydiniz memleketi Moskof tohumlarından, daha iyi olacaktım ya, nerde sizde o yürek? Bırak, çıkarma ayakkabılarını, halı filan yok zati evde.»
Cereyana kapılıp çarpmasın diye önüne kitap ciltleri yığılmış camlı kapıyı geçerek salona girdiler. Manzara tam da görmeyi umduğu gibiydi. Büyük, ceviz kaplama yemek masasının üstündeki örtüler, dantel işleri toplanıp bir köşeye yığılmış, yerine ansiklopediler, kitap ciltleri, kimi boş kimi kargacık burgacık el yazısıyla bezeli kâğıt tomarları istifl enmişti. Dağınıklıktan, tavanda iplikler hâlinde tel tel asılı kalmış grimsi duman tabakasından, ortama çöreklenmiş gerilimli atmosferden, Albay?ın tül perdelerden süzülerek
içeriye giren sonbahar güneşine sırtını verdiği, bedenine yayılan sıcaklıktan aldığı cesaretle de, fikrinin tam teşekküllü taburlarını?iki yıldır yazacağım dediği kitabın zaptedilmez kalesine – yeni bir taarruza kaldırdığı anlaşılıyordu. Masanın ayaklarına dayalı sehpa, çay bardağı, şeker kavanozu, tıka basa dolu kültablası, yerlere saçılmış gazeteler muharebenin pek de yolunda gitmediğini söylüyordu.
Belli ki sıkıntıya gömülmüş, nefeslenmek, panik baş gösteren cephe hattını zapturapt altına alacak yeni bir plan kurgulamak üzere mutfağa, bilmem kaçıncı çayını demlemeye ricat eylemişti.
Bulantısı hâlen geçmemiş olacak ki, bakmasıyla mutfağın güvenliğine yönelmesi bir oldu.
«? Çay demini almıştır, içeriz herhalde.»
Cevabı beklemedi, terliklerini gıcırdatarak koridora atıldı.
«? Yardım edeyim.»
«? Otur. İhtiyarladık dediysek, altına kaçıracak kadar da elden ayaktan düştük demedik.»
Camlı kapıda kayboldu.
?Bakalım biz bu yaşa gelince ne hâlde olacağız? Ölmez, yaşarsak tabii.?
Masanın soluna, vişneçürüğü tekli koltuğa yürüdü. Oturmadı, dürtükleyen merakına uyarak masaya yanaştı. Notları inceledi, temize çekilmiş yığını karıştırdı. Daktilo şeridinde yarısı dolu yarısı boş bir kâğıt vardı. Eğildi, okudu:
Dokuzuncu Kısım:
ASRIMIZIN İÇTİMAİ TARİFİ

Yirminci asır, siyaset, ilim ve devlet adamlarının, birbirinden ünlü beynelmilel şahsiyetlerin ziyadesiyle damgasını vurduğu bir asır olmak ve nevi şahsına münhasır bu simalar tarafından kaleme alınan nice makale, broşür, manifesto, paha biçilemez kıymette eserle yoğrulmuş olmakla beraber, beşeriyetin binlerce senede vücuda getirdiği, medeniyet fikri ve idrakinin temel taşı olagelmiş gelenek, görenek, yaşayış ve hissediş şekillerini, milletleri millet yapan unsurları temelinden çökertmek isteyen yıkıcı, bölücü, anarşizan cereyanların, fikir ve aksiyonların serbestlik ve hüsnükabul gördüğü bir asır da olmuştur.
Öyle bir asırdır ki bu, beşeriyet aşkına ve onun selameti için, kurtuluş reçeteleri tanzimine, hem milli, hem milletlerarası istikamet ve siyasa tayinine, ahlâki, akli, manevi melekeleri tekâmül ettirip baki kılacak prensip ve uhdeler şekillendirmeye gayret sarfeden idarecilerin, komutanların, feylesofl arın hüviyet, şahsiyet ve fikriyatları dahi tahrif edilmiş, adeta her biri yıkıcı, bölücü, anarşizan cereyanların bir parçası, hatta elebaşısı olarak lanse edilmeye çalışılmıştır.
Bu şahsiyetlerin başında, memleketimizi düşman işgali ve tecavüzünden nice zorluk, yokluk, umutsuzluk ve ihanet?
«? Ne o, para sayıp almayayım, hazır gelmişken aradan çıkarayım mı dedin?»
Bozuntuya vermedi, iş üstünde yakalanmanın utancını şımarık bir sırıtmayla perdeledi.
«? Bize de satın aldıracak değilsiniz herhalde. En azından birini imza edip…»
«? Olur. İstersen kapağa bir de ithaf yazısı döşeneyim.»
«? Allah derim.»
«? Kâğıt koysan daha iyi edersin. Telift en geçtim, bari masa
yanmasın.»
«? Baş üstüne.»
Yerdeki gazeteyi aldı, düzeltti, sığacak kadar yer açtığı masanın köşesine yerleştirdi. Tepsiyi kaptı, ince belli bardakları, çaydanlık demlik ikilisinin yanına bıraktı. Döndü, vişneçürüğü koltuğa yürüdü.
Dışarıda güneşli bir sonbahar ikindisi vardı. Camlardan içeriye akıyor, sarı parmaklarını ak tüllerin üstünde dolaştırıyordu.
Dayanamadı, ince bir vücut çalımıyla pencereye yanaştı.
«? Otur bre çocuk! Ne yerinde duramaz adammışsın sen.
Anacağızım senin gibiler için, ?Gerisinde bir avuç kurt var? derdi de inanmazdım. Doğru söylermiş rahmetli.»
Riayet etti. Tel süzgeci yedek bardakaltından alıp ince belli, ağzı sıcak kesme, üstü pırıltılı desenlerle dolu kristal bardağın tepesine konduran Albay?ın yan bakışları altında koltuğa kuruldu.
«? Her zamanki gibi mi olsun çayın?»
«? Zahmet olmazsa. Tamam, o kadarı kifayet eder.»
«? Eski Türkçeye merak saldın ha? Hayret. Zamane gençliğinin şimdilerde modası, Dil Kurumu?ndaki komünist züppelerin icat ettikleri uyduruk kelimeleri sağa sola saçmak zannediyordum.
Görenler, ?Ayy, ne kültürlü çocuk? desin hesabı.»
Demliği sol eline geçirdi, çaydanlığı kavradı.
«? Yazık, zenginleştireceğiz deyip ata yadigârı lisanımızı da bombok ediyorlar. Şeker?»
«? Ben atarım.»
Bardağı aldı, ışığa tuttu. Yakut gibi berraktı. Hayranlıkla, gıptayla seyretti.
?El değil, kuyumcu terazisi. Şaşmıyor, ham kalmasına yahut kekremsi bir acılığa bürünecek kadar geçmesine izin vermiyor, kokusu, rengi, tadı tam kıvamındayken çekip alıyor ocaktan. Hüner işte, biz de olmayan şey.?
Dudaklarını büzdü, ilk yudumu törenle yuvarladı. Diliyle damağı arasında tuttu, buruk, yakıcı lezzetin tadını çıkardı.
«? Nasıl, güzel mi? Dadaş?ta içtiğin bulaşık suyuna benzemiyor değil mi?»
«? Güzel de laf mı, abı hayat.»
«? O vakit bir cigaradan zarar gelmez. Karşılıklı birer tane yakıp tüttürelim.»
Masadaki paketten iki sigara çekti. Birini uzattı, diğerini, zıvanası ve emziği siyah kuşaklı, ağartılmış kemikten, uzun ağızlığına yerleştirdi. Burnunun dibinde parlayan çakmak alevine yapıştırarak yaktı.
«? İster zengin ol, ister fukara, yemekten sonra yak bir cigara.
Sahi, yemek yedin mi? Açsan, mutfakta patlıcan musakka var.»
«? Tokum, sağ olun. Gelmeden önce bir şeyler atıştırmıştım.»
?Yalancı bir keyif bu. Mahsustan, mağlûbiyet acısını saklamak için yapıyor. İspat mı? Al.?
«? Kitap nasıl gidiyor? Kolayladınız mı biraz? Valla tüm teşkilat dört gözle bekliyor.»
«? Zevzeklik etme. Boyacı küpü mü bu, daldırıp çıkartasın hemencecik?
Koskoca Mustafa Kemal Paşa.»
«? Aslına bakacak olursanız, üç aşağı beş yukarı ben de aynını söylüyorum. Ama çocuklar sabırsız, laf dinlemiyorlar. Kimi görsem, ?Ne oldu, hani çıkıyordu? diye başımın etini yiyor. Ercüment anlatmadı mı hiç?»
Bu kez hedefi tutturmuştu. Suratı ekşidi Albay?ın, yanaklarına yayılmış örümcek ağları çocuksu pembeliklerini yitirip sağlıksız, öfk eli bir morluğa döndüler. Başarısız buluyordu oğlunu. Hiçbir işte dikiş tutturamamış, hayta, ilimden, tarihten, sanattan, özellikle de askerlik sanatından ?tıpkı her fırsatta akraba ziyareti diye kaçıp gitmeyi âdet edinmiş anası gibi? nefret eden, yeniyetme bir aklıevveldi ona kalırsa.
«? Sıpa! Neyi anlatıyor ki onu anlatacak? Sen yine onu görmeye geldin tabii. Albayım malbayım, kitap mitap, işin yarım elma, gönül alma faslı.»
«? Değil valla. Gelince sorun, altıdan sonra gelirim dediydim.»
Duvarı işaret etti. Gergin kuyruğu, kabarık yelesi, sivri dişlerle dolu iştahlı ağzıyla görünmeyen bir aya karşı uluyan kurt figürünün bulunduğu beyaz, plastik çerçeveli saat onaltı otuzu gösteriyordu.
«? Daha da erken gelip uzun uzun sohbet etmeyi istiyordum ama, malûm, teşkilat, iş güç.»
«? Zor, bitmez sizin işiniz. Yanlış adamlarla çalışıyorsunuz çünkü. En iyileri, koskoca reis kalkıp evine kadar geldiğine göre, bizim lezzo budalası. Gerisini düşünmek dahi istemiyorum.»
«? Yapmayın, aklı başında, zehir gibi oğlandır Ercüment.»
«? Tabii canım, ne demezsin, sokakların albayı sıpa.»
?Fena bozuldu. Şimdi karşı taarruza kalkacak. Demedim mi?
İşte geliyor.?
«? Bazen çok kızıyorum sana, öyle böyle değil. Ara ara durup sormuyor mu diyorum, niçin biz bir arpa boyu yol gidiyoruz da, o Allah?ın belaları, atı alan Üsküdar?ı geçti misali dörtnal koşturuyor?
»
?Niye acaba? Kitap yazma sevdasına düşüp aksiyonu boşlayan zabitan takımı yüzünden olmasın??
«? Çünkü kıymetli adamları var. Memleketin tüm münevverleri, mühendisler, tabipler, muallimler, ilim adamları onların safında.
Bir onların gençlerine bak, bir etrafındakilere. Hepsinin dimağları zehirlenmiş diyeceksin, doğru. Lakin bu zehir onları aklı başında, sanata, kültüre, dünya işlerine meraklı adamlar yapıyor ?zehir dediğin nanenin böyle gariplikleri vardır işte; önce uyandırır, fikrini, nefesini açar, gözüne gönlüne keskinlik verir adamın, sonra da azar azar, süründüre süründüre öldürür? kısacık ömürlerini güçle, bereketle suluyor. Ya bizim kızanlar? Damarlarındaki asil kana inat, kirli sakal pis bıyık, akıl kıt, izan kıt, usul erkân kıt, ortalıkta berduş gibi…»
«? Haksızlık etmiyor musunuz?»
«? Elbette. Ayı kısmı yavrusunu döverek severmiş. Lakin mevzuumuz bu değil. O iş başka, benim anlatmaya çalıştığım şey başka.
Bir misal vereyim bak. Geçen, hangi gündü şimdi hatırlamıyorum, kapı çaldı. Açtım, patlak gözlü, bebek suratlı, kapkara bir oğlan.
Ense var mı yok mu belli değil. Daha önce de görmüştüm, muhtemelen sen de tanırsın, bizim lezzocunun arkadaşlarından. ?Ercüment yok mu, amca?? diye sordu. Önemli bir konu varmış görüşecekleri, konuşması lazımmış mutlak. ?Birazdan gelir, buyur içerde bekle? dedim. Geçti oturdu bu. ?Eee, ne var ne çok?? Tıss! ?Çay içer misin??
Oralı bile değil. Sinirlendim en son. ?Ne susuyorsun lan, deyyus!? dedim. ?Geçip oturdun madem, adam gibi iki çift kelâm eyle, adını söyle bari.? Ne dese beğenirsin? Efendim, onların raconunda isimler söylenmez, herkes lakabıyla anılırmış. Camiada da Uganda diktatörünün adıyla seslenirlermiş buna. Güler misin ağlar mısın? Koltuğa kıçını iliştirmiş, höt desen kaçacak, kalkmış, ?Bana Uganda diktatörünün adıyla? diye kabarıyor. ?Peki, yavrum? dedim. ?İsmini aldığın o Ugandalı zat, muhalifl erini kestirip kestirip yermiş, bildiğin yamyammış yani; sen kaç vatan hainini gövdeye indirdin de sana bu ismi lâyık gördü arkadaşların?? Cin çarpmışa döndü. ?Ben sonra gelir Ercüment?i görürüm? deyip bir kaçışı vardı ki, sorma. Sabah beri anlatmaya çalıştığım işte bu. Memleketi kurtarma aşkıyla yanan kafalar, böyle çalık eller, sarsak ayaklarla neticeye ulaşamazlar.
Bırak neticeyi, böyle azalarla dik durmaya bile muvaff ak olamaz insan.
Çay?»

Gecenin Kapıları / Ozan Özgür
Yayınevi: Yordam
Yayın Tarihi: Ekim 2008
459 sayfa

2 Comments

  1. GECENİN KAPILARI

    Güray Öz

    Neredeyiz biz?
    Neyi tartışıyoruz? Türkiye’nin derinlerini mi? Kendini ayan beyan gösteren korkaklıkları, sinsilikleri, katillerin mezarı başında yakılan kötülük ağıtlarını mı?
    Öldürülenler nereye gitti peki?
    Ne zamandan beri katiller kutsanıyor, ne zamandan beri gerçekler, bin kişiyi öldürdüklerini söyleyenlerin övgüler düzdükleri o gece karanlığının koyusunda eritiliyor. Peki, ne zamandan beri geçmişin karanlık işleri, muhalif aydınlara açılmış davaların örtüsüyle kapatılmaya çalışılıyor?
    “Eskiden beri” diyorsunuz değil mi?
    Haklısınız.
    Eskiden beri böyledir bu işler.
    “Uçak kaçıran gazeteciler” masalını, “Kültür Merkezini ateşe veren solcular” komedisini unuttunuz mu?
    ***
    “Derin, çok derin” dedikleri aslında derin falan değildir.
    Apaçıktır, ortadadır. Herkesin gördüğü, bildiği bir şeydir. Ama herkes gördüğünü, bildiğini söyleyemez, “O derin, ben bilmem, ben anlamam” der, çekilir kenara.
    Neresi derin, neresi gizli?
    Bahçelievler’de 7 TİP’li genci öldürenlerin yaptıkları, ettikleri gizli mi? Mahkeme kayıtlarında durmuyor mu? Emri veren, trafik kazasında sahte kimliği, arabasının bagajında silahları, siyasi ortakları, polisten dostlarıyla birlikte bir nevi suçüstünde ölmedi mi?
    Devletin en yüksek yetkilileri o karanlıktaki adamın kendi emirlerinde birtakım işler yaptığını anlatmadılar mı, hâlâ anlatmıyorlar mı?
    Peki, şimdi ne bu?
    Derin mi?
    ***
    Susurluk dedikleri nedir?
    “Sus sus yoksa sıra sana gelecek” mi?
    “Faili meçhul” cinayetleri, darbe ihtimallerini soruştururken, muhalif aydınları en olmadık iddialarla torbanın içine koyduğunuzda karanlık aydınlanıyor mu?
    Yoksa daha fazla kararıyor, gecenin kapıları örtülüyor mu?
    Siz gecenin kapılarını bilmiyorsunuz.
    Biz biliyoruz. O kapıların birdenbire nasıl kapandığını gördük, yaşadık.
    Üstümüze kapandı o kapılar. Koyu karanlıkta katillerimizle birlikte, ellerinde tabancaları, kalın küt parmakları, urganlarıyla üstümüze gelen sinsi bakışları, koyu cehaletleri, insan olmadan dava olmayacağını bilmeyen öfkeleriyle karanlıkta işlediler cinayetlerini.
    Siz şimdi derin mi arıyorsunuz?
    Derin falan değildir. Gün gibi ortadadır. Gözlerinizi kapatınca görmediğiniz için derin dersiniz siz ona.
    ***
    “O eskidi, onu unuttuk, Susurluk’la beraber gitti” dersiniz. Ama unutulmaz ki. Hiçbir şey unutulmaz şu güneşin altında. Arşivde bulunur, romanda yazar, hikâyede anlatılır.
    Niye o romana, o gerçeğe, o hakikatin kendisine “Gecenin Kapıları”(*) demiş ki Ozan Özgür?
    Kapıyı açınca ışık giriyor, kapatınca karanlık çöküyor da ondan. Derin sığlaşıyor, oyun ortaya çıkıyor.
    Şimdi siz derini mi arıyorsunuz yani?
    Öyleyse gidin 7 TİP’linin katillerine sorun.
    O iz sizi Susurluk’ta bagajında silahlarıyla ölene, mezarı başında ağıt yakılana götürür.
    Ya da en iyisi romanı okuyun.
    Orda yazıyor ne derindir, ne değildir.
    Gecenin kapısını açın. Biraz ışık girsin içeriye…
    Bakın o zaman nasıl kaçışıyor yarasalar.
    (*) Gecenin Kapıları. Roman, Ozan Özgür, Yordam Yayınları, İstanbul, 2008

    Cumhuriyet Gazetesi, 5 Kasım 2008 Çarşamba, Sayfa 6

  2. SEMBOL VE 30 YIL

    Ece Temelkuran

    ?Bir sembol olarak da bilinen Abdullah Çatlı ve onun şahsında bir kuşağı anıyoruz. Şahsi çıkarlarını milletin çıkarlarına feda eden bir kuşağın, devletin yönetiminin felç olduğu, yargı ve hukukunun işlemediği bir dönemde bu millet ve devlet için ne yapabiliriz düşüncesindeydik.?

    BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, birkaç gün önce bu sözleri Abdullah Çatlı?nın mezarı başında sarf etti. Dualar okundu ve ?sembol? bir kez daha taçlandırıldı. Yazıcıoğlu haklı, böyle ?sembolleri? her dem taze tutmak lazım. Haklı, ?devlet için, millet için? çok işler yapmışlardı.

    Bunlardan bir tanesi tam 30 yıl önceydi. Kariyerlerine hızlı bir giriş yapıyor ve Bahçelievler 15. Sokak?ta, Türkiye İşçi Partisi üyesi 7 genci kâh boğarak kâh kafalarına kurşun sıkarak öldürüyorlardı. Bakınız, bu kahramanlıklarını kankaları Haluk Kırcı nasıl anlatıyor:

    ?Kapı açılır açılmaz içeri girdik. Hepsini yere yatırdık. Ne yapacağımız konusunda talimat almak için Abdullah?a birini gönderdik. Abdullah eter ve pamuk vermiş, ?Hepsini teker teker bayıltıp öldürelim? demiş. Dışarı çıkıp, arabada bekleyen Abdullah?la konuştum. ?Evde öldürmek zor olacak. İkişer ikişer götürüp öldürelim dedim. ?Olur? dedi.

    İki kişiyi Büyük Reis?in arabasına bindirip Eskişehir yoluna götürdük. Müsait bir yer bulup ikisini de yere yatırıp kafalarına ateş ettik. Geri döndük. Böyle zor olacağını anlayınca Abdullah, ?Tek tek boğalım bunları? dedi. Bir tanesini zorla boğdum, diğer dördünü bu şekilde öldürmek de zor olacaktı.

    Arkadaşları gönderdim. Sonra da sedirin üzerinde bulunan dört kişiye yakın mesafeden ateş ederek mermilerin hepsini boşalttım. Silahı da götürüp Abdullah?a verdim.? (l7 Kasım 1980, Haluk Kırcı?nın Ankara Sıkıyönetim Savcılığı?na verdiği ifadeden.)

    ?Gecenin Kapıları?
    Muhsin Yazıcıoğlu haklı; böyle yiğitleri her yıl mezarının başında anmak, kahramanlıklarını kuşaktan kuşağa aktarmak gerek.

    Fakat enteresandır, Yazıcıoğlu o mezarın başına gittiği gün, bir işaret gibi, dumanı üstünde bir kitap geçti elime. Gecenin Kapıları. Yazarı Ozan Özgür. Yordam Kitap?tan ekim ayında çıkmış. Yani 9 Ekim 1978?deki Bahçelievler Katliamı?ndan tam 30 yıl sonra. Sanki 7 gençten selam gibi.

    Teşkilattan iki kanka
    Kitap, katliamı katillerin gözünden, içinden anlatıyor. Teşkilattan iki kanka, katliamın hemen öncesinde şöyle konuşuyorlar aralarında:
    – Abdullah başka şeylere oynuyormuş. Farklı farklı ekipler kuruyor, teşkilata değil, doğrudan kendine bağlıyor, dedi. Hemen tüm işlere, tıpkı Maraş mevzusunda olduğu gibi, bilinen, polisçe aranan adamları koşuyor, diğerlerini saklı tutuyor diye de ekledi. Ya Muhsin?in koltukta gözü var diyor…
    – Sallamış. Değil koltuk kavgası, yedikleri ayrı gitmez bir kere.
    – Lafın dibini dinlemiyorsun ki. Ya Muhsin?in koltukta gözü var diyor yahut daha büyük bir teşkilata adam devşiriyor. İkinci ihtimal daha güçlüymüş. Gladyo mu, gladyatör mü ne, öyle bir milletlerarası…
    – Balataları sıyırmış.
    – Ya doğruysa?

    Abdullah?ı unutturmam!
    Her şey doğruydu. ?Devlet için, millet için? çocukları katlediyor, karşılığında beynelmilel kariyerler inşa ediyorlardı. Şimdi onlar o kanlı mezarlara koşuyorlar hâlâ. Biz o 7 TİP?li genci anıyoruz. Adlarını hatırlayınız:
    ODTÜ Elektrik Bölümü öğrencisi Serdar Alten, Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi öğrencisi Hürcan Gürses, AİTİA Gazetecilik öğrencisi Efraim Ezgin, HÜ İstatistik Bölümü öğrencisi Latif Can ve Osman Nuri Uzunlar, Faruk Erzan ve Salih Gevence.
    Ve evet Muhsin Bey, biz de Abdullah Çatlı?yı unutmuyoruz! Unutturmanıza da izin vermiyoruz!
    Müsterih olun, siz ne zaman kahramanlık yalanı uydursanız, hatta unutmak bile isteseniz, biz böyle yazılarla hakikati hatırlatıyor olacağız.
    Evet evet, asıl biz size Abdullah?ı hiç unutturmayacağız.

    Milliyet, 9 Kasım 2008 Pazar

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

50 Soruda Antropoloji (Bilim ve Gelecek Kitaplığı 50 Soruda Dizisi: 12) – Gülfem Uysal, Sibel Özbudun

Next Story

Neden Öldürüldüler? Bu Kan Kurumaz – Orhan Tüleylioğlu

Latest from Romanlar

Sarsılmak – Zafer Köse

Sarsılmak, derin ve katmanlı bir roman. Gündelik dilin nüanslarını yansıtan akıcı bir dille yazılmış olması da önemli.Zafer Köse sadece bir depremi değil, toplumsal ve
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ