Georg Lukacs ‘ın Goethe’nin Genç Werther’in Acıları’na dair değerlendirmesi

Genç Werther’in Acıları
Werther’m yayınlandığı yıl olan 1774 yalnızca Alman edebiyatı açısından değil, dünya edebiyatı açısından da önemli bir tarihtir. Fransa’yı felsefe ve edebiyat alanındaki ideolojik önderliğinden geçici süreliğine mahrum bırakan Almanya’nın bu iki alandaki kısa süreli ama fevkalade önemli hegemonyası ilk kez werther’m dünya çapında elde ettiği başarıyla açıkça görünür hale gelmişti. Kuşkusuz Alman edebiyatı Werther’den önce de dünya edebiyatı için önemli eserler üretmişti. Bu noktada yalnızca Winckelmann’dan, Lessing’den ve Goethe’nin Götz von Berlichingen’inden bahsetmek yeterlidir. Ama Werther’m dünya üzerindeki olağanüstü yaygın ve derin etkisi Alman Aydınlanması’nın öncü rolünü açıkça gözler önüne sermişti.

Alman Aydınlanması mı? Burjuva tarihyazımının edebiyat efsanelerinin ve ondan beslenen kaba sosyolojinin “tedrisatından” geçmiş olan okum bu söz şaşırtmaktadır. Gerçekten de hem burjuva edebiyat tarihinde hem de kaba sosyolojide bir yandan Aydınlanma’nın diğer yandan “Fırtına ve Atılım”ın -özellikle de Werther’\x\- birbirine tamamen karşıt olduğu artık klişeleşmiş bir görüştür. Bu edebiyat efsanesi ilkin Romantik yazar Madame de Stael’in Almanya üzerine yazdığı ünlü kitapla başladı. Ardından ilerici burjuva edebiyat tarihçileri devreye girdiler ve Georg Brandes’in bilindik eserleri aracılığıyla, bu efsane sözde-Marksist kaba sosyolojiye sızdı. Gundolf, Korff, Strich vb. gibi emperyalist dönemin burjuva edebiyat tarihçi¬lerinin bu efsaneyi şevkle beslediklerini söylemeye gerek yok. Ay-dınlanma ile Alman klasisizmi arasına bir Çin Şeddi çekmek. Aydınlanma’yı alçaltıp Romantizmde sonradan ortaya çıkan gerici eğilimleri öne çıkarmak için en iyi ideolojik araç değil midir?
Bir tarihi efsane, gerici burjuvazinin devrimci Aydınlanma’ya duyduğu nefret kadar derin bir ideolojik ihtiyaç üzerine inşa edildi¬ğinde, bu tür tarihsel efsaneleri yaratanların tarihin bariz gerçekli¬ğiyle ilgilenmeyeceklerini ve efsanelerinin en temel gerçeklere bile aykırı olmasının onların hiç mi hiç umrunda olmadığını söylemeye gerek yok. Werther sorununda mesele tastamam budur. Zira burjuva edebiyat tarihi bile Richardson ve Rousseau’yu Werlher in edebi selefleri olarak görmek zorunda kalmışlardır. Elbette burjuva ede¬biyat tarihçilerinin hem Richardson, Rousseau ve Goethe arasında edebi bir bağ olduğunu düşünmeleri hem de IVerther ile Aydınlanma arasında her türlü bağı reddetmeleri bu tarihçilerin entelektüel dü¬zeyinin temel göstergesidir.
Kuşkusuz akıllı gericiler burada bir çelişki olduğunu hissediyor¬lar. Ama buldukları çıkış yolu, Rousseau’yu zaten Aydınlanma’nın muarızı olarak çekip almak ve gerici Romantizmin atası haline ge¬tirmektir. Aıııa Richardson söz konusu olduğunda, bu “bilgelik” bile işlemez. Richardson tipik bir burjuva Aydınlanma figürüydü. Avru¬pa’daki büyük başarısını tam da ilerici burjuvalar arasında elde et¬mişti; Avrupa Aydınlanması’nın ideolojik öncüleri olan Didcrot ve Lessing gibiler Richardson’ı coşkuyla karşılamışlardı.
O halde, bu tariHsel efsanenin ideolojik içeriği nedir? On doku¬zuncu yüzyılın hangi ideolojik ihtiyacını karşılaması amaçlanmıştır? Ne kadar şaşayla ifade edilirse edilsin, içerik kayda değer derecede değersiz ve soyuttur. Bu içerik, Aydınlanma’nın güya yalnızca “akıl”ı [Verstand] dikkate almış olmasıdır. Almanya’daki “Fırtma ve Atılım” hareketinin aklın zorbalığına karşı “his”, “ruh” ve “içgüdü”nün is¬yanı olduğu düşünülür. Bu kısır ve boş soyutlama burjuva çürümüş¬lüğünün akıldışı eğilimlerini yüceltmeye ve burjuva evriminin dev¬rimci döneminin tüm geleneklerini çarpıtmaya yarar. Brandes tü¬ründe liberal edebiyat tarihçileri arasında bu teori eklektik ve lehli- kelidir, devrimci dönemin burjuvazisine karşı on dokuzuncu yüzyı-lın artık devrimci olmayan burjuvazisinin ideolojik üstünlüğünü sa¬vunur. Bunun nedeni sonraki gelişiminin güya “daha somut” olması ve güya “ruh”u da dikkate almış olmasıdır. Açıktan gericiler ne ko¬şulda olursa olsun Aydmlanma’ya saldırmakla ve en ufak bir utanma olmadan iftiralar yağdırmaktadırlar.
Aydınlanmadın bu meşum “aklTnın özü nedir? Çok açık ki amansız bir din eleştirisidir, felsefenin ilahiyatla kirletilmesinin, feo¬dal mutlakıyetçiliğin kurumlarının, feodal-dini ölümlülük ilkelerinin vb. amansızca eleştirilmesidir. Aydmlanmacıların bu amansız mü¬cadelesinin artık gericileşmiş olan burjuvazi açısından ideolojik ola¬rak katlanılmaz hale gelmiş olduğunu anlamak zor değildir. Ama buradan, bilimde, sanatta ve hayatın genelinde devrimci burjuvazi¬nin öncüsü olarak Aydmlanmacıların, yalnızca insan aklının sına¬vından ve hayatın gerçekleriyle yüzleşme sınavından geçen şeyleri kabul ettikleri için insanın duygusal yaşamını küçümsedikleri ya da hor gördükleri sonucu çıkarılabilir mi? Soruyu açıkça ortaya koy¬manın bile bu tür gerici inşaların soyut ve savunulamaz niteliğini gösterdiğine inanıyoruz. Bu inşalar yalnızca, tüm kralcı geleneklere sahte ve duygusal bir vurguda bulunan ve bu sahte duygusallığı Ay- dınlanma’nm halk karşıtı geleneklerine de yayan devrim sonrası kralcılık (lejitimizm) açısından akla yatkın görünmektedir. Örneğin Chateaubriand’ın köklerini Rousseau ve Goethc’de arayan burjuva edebiyat tarihçilerinin ve kaba sosyologların aksine, Marx “on se¬kizinci yüzyılın inceltilmiş şüpheciliğini ve Voltairc’ciliğini on do¬kuzuncu yüzyılın inceltilmiş duygusalcılığı ve romantizmiyle en iğrenç şekilde birleştiren edebiyatçı”dan dem vurur.
Bizatihi Aydınlanma döneminde sorun çok farklı bir şekilde ortaya korımuşftı. Yerimiz enikonu bir tahlil için çok sınırlı olduğundan yal¬nızca tek bir örnek seçecek olursak: Lessing tragedyacı Comcille’in hem teorisine hem de pratiğine hangi açıdan karşı çıkmıştı? Kalkış noktası tam da Comeillc’in tragedya anlayışının insanlıkdışı olduğu, Conıeille’in insan ruhunu ve insanın duygusal yaşamını görmezden geldiği, dönemin saray ve aristokrat geleneklerine kendini kaptırmış olduğundan bize cansız ve tümüyle cntelektüalist inşalar sunduğudur. Diderot ve Lessing gibi Aydınlanma simalarının edebi-teorik müca-delesi bu tür aristokrat geleneklere karşıydı. Her zaman bu gelenek¬lere (hem entelektüalist duygusuzluklarına hem de akıldışılıklanna) karşı mücadcle etmişlerdi. Lessing’in klasik tragedyanın duygusuz¬luğuna karşı mücadelesi ile örneğin din sorununda aklın haklarını sa¬vunması arasında en ufak bir çelişki yoktur. Zira her büyük toplumsal-tarihsel devrimden/ bir insan yaratır. Dolayısıyla bu ideo¬lojik çatışmalarda sorun nefret edilen, tiridi çıkmış olan eski insana karşı, bu somut insan için mücadeledir. Ama hiçbir yerde (gerici dü¬şüncelerin mazeretçi fantazisi hariç) iki soyut ve yalıtık insan özelliği arasında (içgüdüye karşı akıl) bir mücadele görülmez.
Ancak gerçekte hiçbir zaman var olmamış olan bu tür tarihi efsa¬neleri ve çelişkileri tarumar ederek Aydınlanma’nın gerçek iç çeliş¬kilerini anlamaya giden yolu açabiliriz. Bu gerçek çelişkiler de aka¬binde buıjuva devriminin çelişkilerini ve de toplumsal içeriği ve itici güçleriyle beraber burjuva toplumun ortaya çıkışı, ilerleyişi ve geli¬şiminin çelişkilerini ideolojik olarak yansıtır. Ve elbette toplumsal ha¬yatta, bu çelişkiler sonsuza dek değişmez ve katı değildir. Daha ziya¬de bu çelişkiler toplumsal evrimin eşitsizliğine denk düşecek şekilde son derece eşitsiz bir tarzda ortaya çıkarlar, evrimin belli bir aşama¬sında görünüşte tatmin edici bir tarzda çözülürler, ama toplumsal ge¬lişimin sonraki bft aşamasında daha karmaşık bir biçim altında nevzuhur ederler. Aydınlanmacıların edebi polemiği, Aydınlanma edebiyatının bizzat Aydınlatımacılar tarafından eleştirilmesi -gerici edebiyat tarihi kasıtlı bir soyutlamayla “argümanlarım” bu eleştiri¬lerden almıştır- bizatihi toplumun evriminin çelişkilerinin. Aydınlan¬ma’nın farklı akımları arasındaki çatışmaların ve onun çeşitli aşamalarındaki çatışmaların yansımalarından ibarettir.
Lessing’in Voltaire’e karşı mücadelesinin niteliğine dair bu gerici tarihsel efsaneleri ilk yıkan Mehring oldu. Völlaire’in geri ve zararlı yönlerinin Lessing tarafından Aydınlanma’nın daha ileri bir aşama- smdan eleştirildiğini ikna edici bir şekilde gösterdi. Rousseau konu¬sunda bu sorun özellikle ilginçtir. Rousseau’da burjuva devriminin pleb yöntemleriyle gerçekleşmesinin ideolojik yönleri ilk kez öne çıkar ve bu hareketin iç diyalektiğine uygun olarak, sık sık küçük burjuva gerici unsurlarla iç içe geçer; çoğu zaman kafası karışık pleb- cilik devrimin toplumsal içeriğini arka plana iter. Rouseaau’nun Ay- dınlanmacı eleştirmenleri (Voltaire, d’Alembcrt vb., aynca Lessing) Rousseau söz konusu olduğunda bu toplumsal içeriğin saflığı konu¬sunda ısrar etmekte sonuna kadar haklıydılar; ama bu polemikte Ro- ussseau’daki, onun plebciliğindeki pozitif yeni öğeleri çoğu zaman göz ardı ettiler: Burjuva toplumunun çelişkilerine rüşeym halindeki diyalektik yaklaşım. Rousseau’nun edebi çalışması ondaki bu temel eğilimlerle çok yakın ilişkilidir. Dolayısıyla Richardson’ın burjuva günlük yaşamının iç dünyasını ve çelişkilerinin temsilini hem ente¬lektüel hem de sanatsal olarak çok daha yüksek bir seviyeye çıkar¬mıştır. Lessing Rousseau’ya karşı Richardson’ı çoğu zaman koruyup Mendelssohn’la birlikte destekliyorsa, bunun nedeni Aydınlanma’mn bu yeni, daha ileri ve daha çelişkili aşamasının çok temel bazı özel-liklerini kaçırmış olmasıdır.
Genç Goethe’nin çalışmaları Rousseau’nun çizgisinin bir deva¬mıdır, ama elbette Alman tarzında devamıdır ve birtakım yeni çeliş¬kiler içerir. Özgül Alman özelliği, Almanya’nın sosyo-ekonomik geri kalmışlığıyla, Alman sefaletiyle [misere] kopmaz şekilde birbirine bağlı olmasıdır. Ancak bu Alman sefaletinden bahsetmek önemli ol¬makla beraber, bunu kabaca basitleştirmeye karşı da tetikte olmalı¬yız. Elbette Alman edebiyatı Fransızların toplumsal-siyasal amaçlı¬lığından ve sağlamlığından yoksundur, dahası İngiltere’de olduğu gibi ileri ve her yönüyle gelişmiş bir burjuva toplumunu yansıtmaz. Tabiatıyla, geri kalmış ve parçalı bir yapıya sahip olan Almanya’da hayatın basitliğinin, bayağılığının izlerini taşır. Diğer yandan, bur¬juvazinin evrimindeki çelişkilerin on sekizinci yüzyıldaki Alman edebiyatında bu denli tutkulu bir his ve canlı ifade bulmadığını unut¬mamak gerekiyor. Yalnızca burjuva dramasını düşünmek yeterlidir.
İngiltere ve Fransa’da ortaya çıkmıştır; ama bu ülkelerde ne toplum¬sal içeriği nc de sanatsal biçimi bakımından Lessing’in Emilia Ga- lotti’de, özellikle de genç Schiller’in Haydutlar ve Hile ve Sevgi’de ulaştığı şahikalara ulaşmamıştır.
Kuşkusuz genç Goethe devrimci değildi, genç Schiller’in dev¬rimciliği anlamında bile devrimci değildi. Ama geniş ve derin tarih¬sel anlamda, burjuva devriminin temel sorunlarıyla içsel olarak ilgilenmesi anlamında, genç Goethe’nin eserleri Avrupa Aydınlan¬ması ’nın devrimci zirvesini, büyük Fransız Devrimi için ideolojik hazırlığı ifade eder.
fVerther’in merkezinde devrimci burjuva hümanizminin başlıca sorunu vardır: İnsan kişiliğinin özgür ve tam gelişimi. Feuerbach bir keresinde şöyle demişti: “Bizim idealimiz kısırlaştırılmış, bedensiz, soyut bir varlık olmamalıdır; bizim idealimiz eksiksiz ve gerçek insan, kusursuz ve tümüyle şekillenmiş insan olmalıdır.” Felsefe def¬terlerine bu cümleyi alan Lenin bunun, “ileri burjuva demokrasisinin ya da devrimci burjuva demokrasisinin” ideali olduğunu söyler.
Genç Goethe’nin sorunu formüle ediş tarzındaki derinlik ve ev¬rensellik, kişilik ile burjuva toplumu arasındaki karşıtlığı o dönemin Almanya’sının küçük prensliklerinin yarı-feodal mutlakıyetçiliğine özgü olarak değil, genel anlamda burjuva toplumuna ait olarak gö¬rüyor olmasında saklıdır. Genç Goethe’nin mücadelesinin hedefinde açıkça, insan kişiliğinin bastırılmasının ve sınırlanmasının çağdaş Almanya’da tezaHür eden somut biçimleri vardır. Ama onun kavra¬yışının derinliği, yalnızca arazları eleştirmekle, bariz tezahürleri po- lemiksel olarak tarif etmekle yetinmemiş olmasında saklıdır. Çağının günlük yaşamını, o dönemin itici güçlerini ve temel çelişkilerini öyle derin bir anlayışla resmetmiştir ki eleştirisinin içeriği geri kalmış Al¬manya’nın koşullarının eleştirisinin çok ötesine geçmiştir. fVerther’in tüm Almanya’da coşkuyla karşılanması kapitalizmin daha ileri bir aşamasındaki ülkelerin sakinlerinin Werther’in kaderinde neyi doğ¬rudan yaşayıp görmüş olduklarını göstermektedir: tua res agitur [an¬latılan senin lıikâyendir].
Genç Goethe kişilik ile toplum arasındaki karşıtlığa dair çok geniş ve karmaşık bir anlayışa sahipti. Kendisini kişiliğin gelişimi önündeki doğrudan toplumsal engelleri göstermekle sınırlamıyordu, çalışmalarının geniş bir kısmını ve özünü açıkça bunlara ayırmıştı. Goethe toplumsal sınıfların feodal katmanlaşmasında ve ayrılma-sında insan kişiliğinin gelişimi önünde doğrudan ve temel bir engel görmüştü ve buna uygun olarak o toplumsal düzeni keskin bir hi¬civle eleştirmişti.
Ama aynı zamanda burjuva toplumunun da (evrimiyle kişilik so¬rununu çok hararetli bir şekilde ortaya koyan toplumun da), kişiliğin gelişimini sürekli engellediğini görmüştü. Burjuvazinin dar sınıfsal anlamda kişiliğin gelişimine hizmet eden ve “bırakınız yapsınlar” özgürlüğünü yaratan yasalar, aynı zamanda, kişiliğin gerçek gelişi¬mini acımasızca yok eden yasalardır. Üretici güçlerin gelişiminin vazgeçilmez temeli olan kapitalist işbölümü gelişmiş kişiliğin maddi zeminini oluştururken, aynı zamanda insan varlığını boyunduruk altına alır ve onun kişiliğini cansız uzmanlaşmaya böler. Genç Go¬ethe’nin bu ilişkilere dair ekonomik bir kavrayıştan yoksun olduğu açıktır. Dolayısıyla bu gelişimin gerçek diyalektiğini insan kaderleri üzerinden temsil etmesini sağlayan şiirsel dehasına çok daha fazla değer vermemiz gerekir.
Goethe gerçek insanlardan, gerçek insan kaderlerinden yola çık¬tığından, tüm bu sorunları bireylerin kişisel kaderlerinde tezahür et¬tikleri o somut karmaşıklık ve dolayım içinde kavramıştı. Ve kahra¬manını öznel olarak kayda değer derecede farklılaşmış biri olarak yarattığından, bu sorunlar ideoloji âlemine derinden giren çok kar¬maşık bir tarzda ortaya çıkar. Ama ilişkiyi her yerde görmek müm¬kündür ve söz konusu karakterler tarafından bile şu ya da bu şekilde bilinçli olarak kavranmıştır. Ömeğin Werther sanat ile doğanın iliş¬kisinden bahseder: “Yalnızca doğa alabildiğine zengindir ve yal¬nızca doğa büyük sanatçı yaratır. Kurallar lehine çok şey söylene¬bilir, öyle ki burjuva toplumu övmek için söylenenlerin hemen hepsi geçeri i d ir.”
Temel sorun her zaman insan kişiliğinin birleşik ve kapsamlı ge¬lişimidir. İhtiyar Goethe kendi gençliğini anlattığı Dichtung und Wahrheif\a bu çatışmanın esas temellerini tümüyle incelemiştir. Bu¬rada, Rousseau ve Herder’in ardından onun gençlik yıllarını en de¬rinden etkilemiş yazar olan Hamann’ın düşüncesini tahlil eder ve başkalarının olduğu kadar onun da gençliğinin temel ilkesi olan he¬defi kendi sözcükleriyle ifade eder. “Bir insanın başarmaya çalıştığı her şey, ister eylemle, isler sözle, ister başka yolla tezahür etmiş olsun, onun birleşik güçlerinin tamamından doğmalıdır; yalıtık olan her şey zararlıdır. Muhteşem bir düstur, ama uyması zor.”
Werlher’in temel şiirsel içeriği bu düsturu gerçekleştirme müca¬delesidir, gerçekleşmesinin önündeki iç ve dış engellere karşı mü¬cadeledir. Estetik açıdan bunun anlamı yukarıda bahsi geçen “kuraliar”a karşı mücadeledir. Burada da katı metafizik antitezler şeklinde düşünmeye karşı tetikte olmalıyız. Werther ve onunla bir¬likte genç Goethe “kuraliar”a düşmandır. Ama “kuralların olma¬ması” Werther için büyük ve derinden hissedilen bir gerçekçilik demektir; Homeros, Klopstock, Goldsmith ve Lessing’e hayranlık demektir.
Etik kurallarına karşı isyan yine de daha öfkeli ve ateşlidir. Bur¬juva evriminin esas çizgisi loncasal ve yerel ayrıcalıklar yerine bü¬tünlüklü bir ulusal hukuk sistemini gerektirir. Bu büyük tarihsel hareket, insan eyleminin bütünlüklü evrensel yasalarına duyulan talep olarak etikte ‘de yansımasını bulmalıdır. Almanya’nın sonraki gelişiminin seyrinde bu toplumsal eğilim en yüksek felsefi ifadesini Kant ve Fichte’nin idealist etiğinde buldu. Ama bu eğilim -elbette gerçek hayatta fılisten biçimlerde tezahür eden bu eğilim- Kant ve Fichte’den çok önce ortaya çıkmıştı.
Bununla birlikte tarihsel açıdan bu eğilim ne kadar zorunlu olur¬sa olsun, kişiliğin gelişimini de engellemişti. Kant’ın ve Fichte’nin bahsettiği anlamda etik, bütünlüklü bir kurallar sistemi, toplum için tutarlı bir ilkeler sistemi, temel itici ilkesi çelişki olan bir sistem keş¬fetmeye çalışır. Bu toplumda hareket eden, genel olarak kurallar sis¬temini ilkesel olarak tanımaya zorlanan birey bu ilkelerle somut du¬rumlarda sürekli çatışmaya girmek zorunda kalır. Ve elbette bunun nedeni, Kant’ın düşündüğü gibi, insanın temel egoist dürtülerinin onun soylu etik düsturlarıyla çelişmesi değildir. Aksine, çelişki sık sık ortaya çıkar ve konumuzla ilintili olan durumlarda, yalnızca en soylu ve en iyi insani hislerden doğar. Hegelci diyalektik -kuşkusuz idealist bir biçimde- insan tutkusu ile toplumsal evrim arasındaki çelişkili karşılıklı eylemin görece yeterli bir imgesini düşünsel ola-rak kavramayı ancak çok sonra başarmıştır.
Ama en iyi düşünsel kavrayış bile gerçekliğin kendisinde ger¬çekten var olan bir çelişkiyi etkisizleştiremez. Ve bu hayati çelişkiyi derinden yaşayan genç Goethe’nin kuşağı, bunun diyalektiğini dü¬şünsel açıdan kavramış olmasa bile, kişiliğin özgür gelişimi önün¬deki bu engele hararetle saldırmıştı.
Belki de genç Goethe’nin arkadaşı Friedrich Heinrich Jacobi, etik alanındaki bu isyanı Fichte’ye açık bir mektubunda en açık şe¬kilde ifade etmişti. Şöyle der: “Evet, ben ölüm döşeğindeki Desde- mona’mn yaptığı gibi yalan söylemek isteyen, Orestes kılığına bürünüp Pylades gibi yalan söylemek ve aldatmak isteyen, Timo- leon gibi cinayet işlemek isteyen, Epaminondas ve Jan de Witt gibi yasaları çiğneyip verdiği sözleri yutmak isteyen, Otho gibi intihan tercih etmek, Davud gibi tapmağı yağmalamak ve evet, Sebt günü başakları kopanııak isteyen ateist ve Tannsız biriyim; ama bunu yal¬nızca aç olduğumdan ve insanlar yasalar için değil, yasalar insanlar için yapıldığından yapmak isteyen biriyim.” Jacobi ise bu isyanı “insanın soylu hakkı, haysiyetinin işareti” olarak adlandınr.
Werther’m etik sorunlannm hepsi bu isyanın bayrağı altında ger¬çekleşir; bu isyanda devrimci burjuva hümanizminin iç çelişkileri diinya edebiyatında büyük bir şiirsel yaratımda tezahür eder. Bu ro¬manda Goethe eylemi kayda değer derecede ekonomik bir tarzda düzenlemiştir. Neredeyse her zaman, bu çelişkilerin, insan arzulan ile toplumsal yasallık arasındaki çelişkilerin gün ışığına çıktığı ka¬rakterleri ve olayları seçmişti. Aslında neredeyse her zaman, içsel olarak adi hiçbir şey, asosyal ya da antı-sosyal herhangi bir şey içer¬meyen duygular arasındaki bu çalışmaları ve kendi içinde anlamsız ve gelişime ket vurucu olarak görülüp (feodal toplumda toplumsal katmanların ayrılması gibi) reddcdilınemesi gereken, aksine burjuva toplumunun tüm yasalarının genel sınırlarını içeren yasaları seç¬mişti. Goethe sevdiğini ve rakibini öldürmesi Werther’in intiharının trajik muadili olan âşık genç uşağın trajik kaderini birkaç kalem dar¬besiyle, bir-iki kısa sahnede muhteşem bir sanatkârlıkla ortaya serer. Daha önce de belirtilen Werther günlerine ilişkin sonraki tasvirinde, ihtiyar Goethe ahlaki intihar hakkını hâlâ isyankâr ve devrimci ola¬rak görüyordu. Bu hususta Montesquieu’ya başvurmuş olması çok ilginçtir ve dahası Weriher’\ Aydınlanma’ya bağlaması bakımından, çok bilgilendiricidir. Werther’in bu hakkın savunulması için kulağa daha da devrimci gelen bir mazereti vardır. İntiharından çok önce, bu kararı almasından çok önce, sevdiğinin nişanlısı Albert’le intihar hakkında teorik bir tartışma yapmıştı. Bu sessiz yurttaş doğal olarak bu hakkı reddetmişti. Werther başka şeyler dışında şunu da savunur: “Bir despotun katlanılmaz boyunduruğu altında inim inim inleyen bir halk, eğer sonunda ayağa kalkar ve zincirlerini koparırsa, zayıf bir halk olarak nitelendirilebilir mi?”
Genç Goethe’de hümanist ideallerin gerçekleşmesi için yürüyen bu trajik mücadele, çabalarının popüler yönüyle [ Volkstümlichkeil] yakından bağlantılıdır. Tam da bu bakımdan genç Goethe, Voltai- re’in incelikli aristokratik yaklaşımına karşıt olarak Rousseau’cu eğilimlerini genişletir. Voltaire’in önemi Goethe açısından sonradan, sık sık hayal kırıklığına uğrayıp el etek çektiğinde önemli hale ge¬lecektir. Rousseau’nuıı kültürel ve edebi şeceresini en açık şekilde Manc’ın Jakobenizm hakkındaki şu sözleri ifade edebilir: “Burju¬vazinin düşmanlarıyla plebçe boğuşmanın bir yoludur, mutlakıyet- çilik, feodalizm ve fılistenlik.”
Tekrarlayacak olursak, siyasi açıdan genç Goethe hiçbir şekilde devrimci bir pleb değildi, Almanya’da mümkün olan sınırlar dâhi¬linde bile, genç Schiller’in devrimci pleb olması anlamında bile de- ğıldi. Dolayısıyla ondakı pleb öğe siyasal bir biçimde değil, daha ziyade hümanist ve devrimci ideallerin hem feodal mullakıyetçiliğin katmanlı toplumuna hem de filistenliğe karşıtlık olarak gözükür. Werther’in tamamı, burjuva devriminin hazırlanması sırasında or¬taya çıkmış olan bu yeni adama, burjuva toplumunun gelişiminin yarattığı -ama aynı zamanda trajik şekilde yıkıma mahkûm ettiği- insanın evrensel faaliyetinin uyanışına parlak bir övgüdür. Bu yeni adam dramatik düzlemde katmanlı toplumla ve fılistenlikle sürekli olarak çarpıcı şekilde karşı karşıya getirilerek oluşturulmuştu. Bu yeni ortaya çıkan beşeri kültür sık sık “üst sınıflar”ın kusurluluğu, kısırlığı ve kültürsüzlüğüyle ve fılisten burjuvazinin durgun, cansız ve küçük egoist yaşamıyla karşı karşıya getirilir. Bu karşıtlıkların her biri hem gerçek vc canlı bir hayat anlayışının hem de sorunları¬nın esaslı bir şekilde düşünülmesinin yalnızca halkın kendisinde bu-lunduğuna dair parlak bir olumlamadır. Canlı bir insan olarak, yeni dünyanın bir temsilcisi olarak, aristokrasinin ve filistenliğin ölüce taşlaşmasına karşı çıkan Werther değildir, zaman zaman halktan si¬malar da bunu yapar. Werther bu cansızlığa karşı her zaman popüler ve canlı olanı temsil eder. Ve çok özgürce araya sokulan kültürel öğe¬ler (resim sanatına, Homeros, Ossian, Goldsmıth’e vb. yapılan atıflar) her zaman bu yönde ilerler: Werther ve genç Goethe açısından, Ho¬meros ve Ossian büyük popüler şairlerdir, yalnızca ve benzersiz şe¬kilde emekçiler arasında var olan üretken yaşamın şiirsel yansımaları ve ifadeleridir.
Genç Goethe bu eğilim aracılığıyla, çalışmasının bu içeriği üze¬rinden buıjuva devriminin halkçı devrimci ideallerini ilan etmişti, oysa kendisi ne pleb ne de siyasi açıdan devrimciydi. Gerici çağdaş¬ları bile Werther’deki bu eğilimi hemen sezmiş ve bunu uygun şe¬kilde değerlendirmişlerdi. Örneğin Lessing’le girdiği polemikle nam salmış olan ortodoks papaz Goeze, fVerther gibi kitapların Ravail- lac’ın (IV. Henry’nin katili) ve Damiens’in (XV. Louis’ııin suikast girişimcisi) anneleri olduğunu yazmıştı. Keza uzun yıllar sonra Lord Bristol bu kitabıyla birçok insanı sefalete sürüklediği için Goethc’ye
saldırmıştı. Diğer durumlarda çok nazik, temkinli olan ihtiyar Go- ethe’nin bu suçlamalara sevindirici bir dobralık da içeren bir kaba¬lıkla yanıt vermiş ve şaşkın lordu egemen sınıfın tüm günahlarıyla mahkûm etmiş olması çok ilginçtir. Bu tür değerlendirmeler Wert- her’i Schiller’in açıktan devrimci gençlik oyunlarıyla aynı düzeye koymuştu. İhtiyar Goethe bu oyunlar hakkında düşmanın son derece karakteristik bir sözünü de unutmamıştı. Bir Alman prensi bir kere¬sinde ona, Yüce Tann dünyanın yaratılmasıyla Schiller’in Râubern’i gibi bir şeyin doğuşuna yol açacağını bilseydi, asla dünyayı yarat¬mazdı demişti.
Düşman cephesinden gelen bu sözler “Fırtına ve Atılım”ın büyük eserlerinin gerçek önemini burjuva edebiyat tarihinin sonraki özürcü yorumlarından çok daha iyi açıklamaktadır. Werther dck\ halkçı-hümanist isyan, Fransız Devrimi’nin hazırlık döneminde bur¬juva ideolojisinin en önemli devrimci ifadelerinden biridir. Onun dünya çapındaki başarısı devrimci bir eserin başarısıdır. Werther genç Goethe’nin özgür ve evrensel düzeyde gelişmiş insan için (Göte’de, Promete fragmanında, Faust’m ilk taslaklarında da ifade ettiği eğilimler için) verdiği mücadelelerin son noktasıdır.
Werther,\ Goethe’nin kendisinin çabucak üstesinden geldiği ge- ‘ çici, abartılı, duygusal bir ruh halinin ifadesi olarak görüp geçmek eserin önemini yanlış bir şekilde küçümsemek olur. fVerther’den yal¬nızca üç yıl sonra Goethe’nin “Werthercilik” üzerine Triumph der Empfindsamkeit adında şakacı bir mizahi parodi yazdığı doğrudur. Burjuva edebiyat tarihinde Goethe’nin burada yalnızca Roussse- au’nun Heloise’ini ve kendi yazdığı Werther’i duygusallık süprüntü¬leri olarak tarif ettiğinden bahsedilir. Ama Goethe’nin burada yozlaşıp doğallık karşıtlığına dönüşmüş olan VVertherci ruhun aristokratik ve saraylı parodisini alaya aldığı göz ardı edilir. Werther’in kendisi aris¬tokratik toplumun cansız çirkinliği karşısında doğaya ve halka sığınır. Parodinin kahramanı gerçeğinden korktuğundan ona teatral, yapay bir doğa ayarlar ve ciddiyetsiz duygusallığıyla halkın canlı güçleriyle hiçbir alakası yoktur. Dolayısıyla Triumph der Empfindsamkeit tam da Werther'<kk\ popüler ana izleği vurgular; eserinin “abartılı” öğe¬leri üzerine değil, eserin “eğitimli” sınıflara kasıtsız etkisi üzerine bir parodidir bu.
Werther’ in dünya çapındaki başarısı burjuva devriminin edebi alandaki zaferidir. Bu başarının sanatsal temeli Werther’\n on seki¬zinci yüzyılın büyük gerçekçi eğilimlerini sanatsal olarak birleştiriyor olmasına yaslanır. Genç Goethe sanatsal açıdan Richardson ve Ro- usseau’nun çizgisini seleflerinin çok ötesine taşımıştır. Onların izlek- lcrini devralmıştır: Burjuva günlük yaşamında hissin iç dünyasını temsil etmek ve böylece bu iç dünya içinde feodal topluma karşıt ola¬rak yeni ortaya çıkan insanı anahatlarıyla ortaya sermek. Rousseau dış dünyayı (manzara hariç) öznel bir ruh haline ayrıştırırken, genç Goethe dış dünyaya, toplum ve doğa dünyasına dair nesnel ve açık bir değerlendirme miras almıştı; yalnızca Richardson ve Rousse- au’nun değil, Fielding ve Goldsmith’in çizgisini de devam ettirmişti.
Dışarıdan, teknik bir açıdan bakıldığında, Werther on sekizinci yüzyılın ikinci yarısının öznelci eğilimlerinin doruk noktasıdır. Bu öznelcilik romanda yapay bir şey değildir, aksine hümanist isyanın yeterli sanatsal ifadesidir. Fakat Werther’in dünyasında ortaya çıkan her şeyi Goethe büyük gerçekçilerden öğrendiği eşi görülmedik bir esneklik ve basitlikle nesnelleştirmişti. Ancak Wer(her’in sondaki ruh halinde Ossian’ın belirsizliği, popüler bir figür olarak kavranan Homeros’un berrak esnekliğinin yerini alır. Genç Goethe bir yaratıcı olarak tüm eserlerinde bu Homeros’un öğrencisi olarak kalmıştır.
Ama Goethe’nin büyük gençlik romanı, seleflerininkini yalnızca sanatsal yönüyle değil içerik bakımından da aşar. Gördüğümüz üzere, devrimci hümanizm ideallerinin ilanı değil, bu ideallerin tra¬jik çelişkisinin kusursuz formülasyonu söz konusudur. Dolayısıyla Werther yalnızca on sekizinci yüzyılın büyük burjuva edebiyatının doruk noktası değil, aynı zamanda on dokuzuncu yüzyılın büyük gerçekçi edebiyatının da ilk büyük habercisidir. Chateaubriand’ı ve arkadaşlarını Werther’ in edebi halefleri olarak gören burjuva ede¬biyat tarihçileri kitabın önemini taraflı bir şekilde azaltırlar. Wert- her’in gerçek eğilimlerini gerici romantizm değil, on dokuzuncu yüzyıldaki hümanist ideallerin trajik gerileyişinin büyük yazarları olan Balzac ve Stendhal sürdürmüştür.
Wcrther’in çatışması, Werther’in trajedisi buıjuva hümanizminin trajedisidir ve kişiliğin özgür ve tam gelişimi ile burjuva toplumu arasındaki çözümsüz çatışmayı göstermektedir. Doğal olarak burada bu trajedi devrim öncesi, yan feodal, siyasi açıdan parçalı, mutla- kıyetçi biçimleriyle karşımıza çıkar. Ama burada bile sonrasında daha belirgin şekilde ortaya çıkan bu çatışmaların anahatları çok açık şekilde görülebilir. Zaten nihayetinde bunlar gerçekte Werther’i yok eden çatışmalardır. Kuşkusuz Goethe sonradan tezahür edecek olan büyük trajedinin yalnızca muğlâk şekilde görünen anahatlarını formüle etmişti. Bu sayede izleğini son derece sıkı bir çerçeve içine sıkıştırması ve tematik olarak küçük bir dünyanın (handiyse kıra özgü ve kapalı, Goldsmith ve Fielding tarzında bir dünyanın) tem¬siliyle sınırlandırabilmişti. Ama bu dışsal olarak dar ve kapalı dün¬yanın oluşumu zaten Balzac’ın başanlannın ardından on dokuzuncu yüzyıl romanının özünde yeni öğesini oluşturan o dramatik niteliği içinde taşıyordu.
Werther genelde bir aşk hikâyesi olarak görülür. Bu doğru mudur? Evet, Werther dünya edebiyatındaki en büyük aşk hikâyelerinden bi¬ridir. Ama aşk trajedisinin gerçekten büyük şiirsel ifadelerinin hepsi gibi, Werther de bir aşk trajedisinden çok daha fazlasını sunar.
Genç Goethe aşk çatışmasına kişiliğin gelişimi için mücadelenin tüm büyük sonınlarım organik olarak sokmayı başannıştı. Wert- her’in aşk trajedisi hayatta genellikle bölünmüş, kısmi, soyut bir tarzda ortaya çıkan tüm o tutkuların trajik bir patlamasıdır. Ama Werther’de bunlar tutkulu aşkın ateşi içinde türdeş, parlak ve canlı bir kütle halinde birleşmiştir.
Burada temel veçhelerden yalnızca birkaçına eğilebiliriz. Önce¬likle Goethe, Werther’in Lotte’ye aşkım, kahramanın popüler, feo¬dalizm karşıtı yaşam tarzını sanatsal açıdan en üst ifadeye dönüştür¬müştü. Goethe bu ilişki sayesinde günlük yaşamla temas kurduğunu sonraları bizzat söylemişti. Ama daha da önemlisi eserin yazılışıdır. İlk bölüm V/erther’in aşkının doğuşunu tasvir eder. Werthcr aşkının çözümsüz çelişkisini fark ettiğinden, günlük yaşamda, kendine sığı¬nak arar ve bir sefarette çalışmayı dahi kabul eder. Orada yetenekleri tanınmasına karşın, aristokratik toplumun buıjuvazinin karşısına dik¬tiği engelleri aşamaz. Werther ancak bu girişiminde başarısız olduktan sonra Lotte ile trajik yeniden karşılaşması gerçekleşir.
Bu noktada eserin en büyük hayranlarından birinden bahsetmek ilginç olabilir: Napoleon Bonaparte. Werther ‘m\ Mısır seferine bile yanında götürmüş olan Napoleon, bir aşk trajedisine toplumsal bir ça¬tışmayı dâhil ettiği için Goethe’yi paylamıştı. İhtiyar Goethe nazik ve ince ironisiyle, büyük Napoleon’un Werther i hakikaten de büyük bir dikkatle incelediğini ama bunu dava dosyalarına bakan bir yargıç gibi yaptığını söylemişti. Napoleon’un eleştirisinin Werther sorununun geniş ve kapsamlı niteliğine dair yanlış bir değerlendirme olduğu açık¬tır. Elbette Werther bir aşk trajedisi olarak bile, o dönemin sorununun büyük ve tipik bir ifadesi olurdu. Ama Goethe’nin daha derin niyetleri vardı. Tutkulu bir aşkı anlatırken, kişilik gelişimi ile buıjuva toplumu arasındaki çözümsüz çelişkiyi göstermişti. Ve bunu yapabilmek için, insan faaliyetinin tüm alanlarında bu çatışmayı görmemizi sağlaması gerekmişti. Napoleon’un eleştirisi -kendi bakış açısından anlaşılır olsa da- JVerther’deki bu trajik çelişkinin evrenselliğini reddeder.
İşte kitap bu görünüşteki sapma sonrasında bir felaketle biter. Fe¬laketin kendisine değinmek gerekirse, Lotte’nin de Werther’i sevdi¬ğini ve kendi duygu patlaması sonucu bu aşkın bilincine vardığını unutmamamız gerekiyor. Zaten felakete yol açan tam da budur. Lotte işinin ehli ve saygın bir adamla olan evliliğine içgüdüsel olarak tutu¬nan ve kendi duygularının farkına vardığında paniğe kapılıp geri çe-kilen bir burjuva kadınıdır. Dolayısıyla Werther’in trajedisi yalnızca bir mutsuz aşk trajedisi değil, aynı zamanda burjuva evliliğinin iç çe¬lişkisinin kusursuz ifadesidir: Tarihsel olarak aynı dönemde ortaya çıkan bireysel aşka dayalı burjuva evliliği, sosyo-ekonomik niteliğin¬den ötürü, aşkla çözümsüz bir çelişki içindedir.
Goethe bu aşk trajedisinin toplumsal yönlerini hem ihtiyatlı hem de sade bir şekilde vurgulamıştı. Sefarette cisimleşen feodal top¬lumla bir çatışmanın ardından, Werther çekip gider ve Odysseia’dan Odysseus’un eve döndükten sonra çobanla yaptığı insanca ve yol¬daşça konuşmanın geçtiği bölümü okur. Ve intihar gecesinde Wert- her’in son okuduğu kitap, o dönemki devrimci burjuva edebiyatının doruk noktası olan Lessing’in Emilia Galotti’sidir.
Genç fVerther’in Acılan dünya edebiyatındaki en büyük aşk hi¬kâyelerinden biridir, çünkü Goethe dönemin bütün çatışmalarını bu aşk trajedisinin içinde yoğunlaşmış bir şekilde vermeyi başarmıştır.
Tam da bu nedenle Werther in anlamı belli bir dönemin aslına sadık tasvirini aşar ve çağının ötesine geçen bir etkide bulunur. Ec- kermann’la bu etkinin nedeni üzerine yaptığı bir sohbette, ihtiyar Goethe şöyle demişti: “Bu eseri yakından incelediğinizde, hakkında çok şey söylenen Werther çağının, dünya kültürünün seyrine değil, daha özgür ve içkin bir doğa hissiyle kendisini bulmaya ve yaşlan¬mış bir dünyanın kısıtlayıcı biçimlerine uyarlamaya çalışan her bi-reyin yaşam süreçlerine ait olduğu doğrudur. Engellenmiş mutluluk, ket vurulmuş faaliyet, tatmin edilmemiş arzular, bunlar belli bir dö¬nemin zaafları değil, tek tek her insanın zaaflarıdır. Bu nedenle, ha¬yatının bir döneminde Werther’in adeta kendisi için yazılmış olduğunu hissetmemiş biri için üzülmemek elde değildir.”
Goethe İVert/ıer’ in bu “çağının ötesinde” niteliğini biraz abart¬mış, romanın öneminin saklı olduğunu düşündüğü bireysel çatış¬manın tam da burjuva toplumunda kişilik ile toplum arasındaki çatışma olduğu gerçeğini gizlemiştir. Fakat tam da bu tek yanlılık sayesinde, Werther’in burjuva toplumu yaşadığı müddetçe var ola¬cak olan derin evrenselliğini vurgulamıştır.
İhtiyar Goethe, Fransız dergisi Globe’da kendisi hakkında ya¬zılmış bir yazıyı okuduğunda, 7a.s\vo’nun “Werther’in yoğunlaştırıl¬mış hali” olarak adlandırılmasını coşkuyla desteklemişti. Haklıydı da. Zira Fransız eleştirmen Werther’dcn Goethe’nin on dokuzuncu yüzyılın ileri dönemine ait üretimine varan bağlayıcı çizgiye gayet doğru bir şekilde dikkat çekmişti. Tasso’da fVerther’m sorunları art- urılır ve daha yoğun bir şekilde uçlara ilerletilir; ama tam da bu ne¬denle çatışmanın çözümü saflıktan önemli ölçüde daha uzaktır. Werther insan kişiliği ile burjuva toplumu arasındaki çelişkiyle sar¬sılır; ama ruhunu burjuva toplumunun şer gerçekliğiyle uzlaşıp kir¬letmeden saf trajediyle yok olur.
Edebiyattaki bu çatışmanın trajik çözümü, uzlaşmanın neden ol¬duğu tıkanıklıktan ziyade kahramanca bir patlama olduğu ölçüde Tasso’mın trajedisi on dokuzuncu yüzyıl romanının büyük kurma- casına bir girizgâhtır. Dolayısıyla ftmo’nun soyçizgisi Balzac’tan günümüze kadar uzanan büyük on dokuzuncu yüzyıl romanının önde gelen izleklerinden biri haline gelir. Bu romanların kahraman¬larının büyük bir kısmı için -elbette mekanik ve şabloncu bir tarzda kavramamak kaydıyla- “Werther’in yoğunlaştırılmış hali” denile¬bilir. Bu kahramanlar Werther’inkiyle aynı çatışmalardan ötürü yok olurlar. Ama onların çöküşü daha az kahramanca, daha sefilce, daha uzlaşmacı ve tavizkârdır. Wcrther tanı da hümanist-devrimci ideal¬lerinin hiçbirinden vazgeçmeyeceği için, bu konularda taviz nedir bilmediği için intihar eder. Bu dosdoğruluk ve tutarlılık onun traje¬disine bugün bile bu kitabın yok edilemez büyüleyiciliğini oluşturan o parlak güzelliği katar.
Bu güzellik yalnızca genç Goethe’nin dehasının sonucu değildir. Tüm burjuva toplumunda yaygın olan bir çatışma nedeniyle mahvol¬muş olmasına karşın fVerther’in hâlâ burjuva gelişiminin devrim ön¬cesi kahramanlık döneminin ürünü olmasından kaynaklanmaktadır.
Nasıl ki Fransız Devrimi’nin kahramanlan ölümlerine ışıl ışıl parlayan kahramanlıklarıyla, ama aynı zamanda tarihsel açıdan zo¬runlu yanılsamalarla gittilerse, aynı şekilde Werther de Fransız Dev¬rimi öncesi hümanizmin kahramanca yanılsamalarının şafağında göçer gider.
Tüm biyograficilcrinin üzerinde anlaştığı izaha göre, Goethe çok geçmeden Werther aşamasını geride bırakır. Buna şüphe yok. Aynı Şekilde Goethe’nin sonraki gelişiminin sık sık Werlher in ufkunun
çok ötesine geçtiğine de şüphe yok. Goethe devrim öncesi dönemin kahramanca yanılsamalarının dağılışına bizzat şahit olmuştu, ama hümanist ideallerine eşi görülmedik bir şekilde sıkıca tutunmuş, bunları burjuva toplumuyla çelişkileri içinde daha kapsamlı ve zen¬gin bir biçimde tasvir etmişti.
Goethe Werlher’dQk\ ölümsüz ve son derece temel öğeye duy¬duğu hissi her zaman korudu. Werther’i çoğu biyografıcisinin kas¬tettiği kaba anlamda, yani büyüyen, gerçekliği görmeye başlayan ve gençlik hayallerinden sıyrılan bir burjuva olması anlamında aş¬mamıştı. Goethe ilk yaymlanışından elli yıl sonra Werther’e bir önsöz yazmak istediğinde, Trilogie der Leidenschaft’m heyecan ve¬rici ilk kısmını yazmıştı. Bu şiirde gençlik kahramanıyla ilişkisini şu şekilde tarif ediyordu:
“Çağrıldık, ben kalmaya, sen ayrılmaya Sen yoluna gittin ve çok az şey kaybettin.”
İhtiyar ve olgun Goethe’nin bu melankolik ruh hali Wertlıer’i nasıl aştığının diyalektiğini en açık şekilde göstermektedir. Toplu¬mun evrimi Werther’ m tutarlı dereccdc saf trajedisinin olasılık sı¬nırlarının ötesine geçmişti. Büyük gerçekçi Goethe bu gerçeği hiçbir zaman reddetmedi. Öyle ki gerçekliğin özünün derinden kavranması her zaman onun büyük şiirinin temeli olmuştur. Aynı zamanda, hem kendisinin hem de insanlığın bu kahramanca yanılsamaların geçip gitmesiyle neler kaybettiğini de duyumsamıştır. Werther’m parlak güzelliğinin insanlığın gelişiminde asla geri gelmeyecek bir dönemi karakterize ettiğini hissetmişti: Büyük Fransız Devrimi’nin doğu¬şunu muştulayan şafak.

Georg Lukacs
Goethe ve Çağı
Türkçesi: Ferit Burak Aydar

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Neden güleriz?

Next Story

ABD’li tarihçi: Cami değil cami gibi, Küba değil Bahamalar!

Latest from Georg Lukacs

Lukács olmadan olmaz – Yücel Kayıran

Georg Lukács, Türkiye?de bir filozof ve bir sanat kuramcısı olarak değil, daha çok edebiyat eleştirisi ile toplumcu gerçekçiliğin romana bakışı bağlamında gündeme gelmiştir. Son

Roman Kuramı – Georg Lukacs

“Roman Kuramı bir edebi tür olarak roman üzerine yapılmış ilk büyük sistematik çalışmadır. Lukács burada biçimsel ve estetik kategorilerin tarihsel-mantıksal zorunluluğunu, imkânlarını, iç çelişkilerini
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ