Gülün Adı – Umberto Eco “Gülmek korkuyu öldürür.”

Gülün Adı Umberto Eco“(…) -Gülmenin bu kadar kötü olan tarafı nedir?
-Gülmek korkuyu öldürür. Ve korku olmadan inanç olmaz. Çünkü şeytan korkusu olmazsa tanrıya ihtiyaç kalmaz.”

İtalya da Bologna Üniversitesinde profesör, filozof, tarihçi, estetikçi, orta çağ uzmanı olan Umberto Eco’nun, ilk romanı. Roman 1980’de yayımlandı ve büyük beğeni topladı. Kısa zamanda bir çok dile çevrildi. 1986 yılında filmide yapılan roman aynı yıl Türkçe’ye çevrildi.
Yazarın, orta çağ konusunda derin bilgisinin oluşu romanı, hem başarılı kılmış hemde, tarihi bilgilerle kuşanmış bir yapıt olmasını sağlamıştır.
Çok katmanlı bir yapıt olan romanda, 1327’de İtalya’daki bir manastırda geçen bir cinayet soruşturması anlatılıyor. Ama günümüz edebiyatına bambaşka bir soluk getiren, yepyeni bir türün kapılarını açan Gülün Adı, hem ortaçağ Hıristiyan dünyasını derinliğine irdeleyen bir tarihsel roman; hem de büyük bir ustalıkla kurulmuş, soluk soluğa okunan bir polisiye öykü.
1314 yılında, Frankfurt’ta beş Alman Prensi, Bavyeralı Ludwig’i imparatorluk tahtına
geçirirler. Aynı gün Main’de hükümdarlık yetkikisine sahip Ren kont’u ve Köln Başpiskoposu aynı mevkiye Avusturalyalı Frederick’i seçer. Bir taht için iki imparator.

1322 yılında Bavyera’lı Ludwig, rakibi Frederick’le savaşır. Ludwig yener fakat tek imparatordan daha çok korkan Papa XXII Ioannes tarafından afaroz edilir.Ludwig’de Papa’yı sapkınlıkla suçlar.Fransisken Tarikatı Ruhani meclisi lideri Cesena’lı Michelle de, İsa ve havarilerinin yoksulluğunu savunur.Kilise yoksul olmalı demek bu!. ”İmparatorun piskoposları seçme, Papanın imparatoru atama tezlerini olumsuz etkileyeceğini düşünen Papa, bundan da hoşlanmaz. İmparator, Frensiskenleri kendine yakın görmeye başlar. Ludwig daha önce yendiği Frederick’le anlaşarak, Milano da yapılan bir törenle taç giyer. Babası, genç Rahip Dom Adso’yu (anlatıcı) bu törende, bilgisine ve dürüstlüğüne inandığı bir frensisken olan Baskerwille’li rahip William ile tanıştırır.William’ın öğrencisi ve yazıcısı olur.
İtalya’nın kuzeyinde bir kilisede cinayet işlenir. Eski bir sorgucu rahip olan William, olayı araştırmak üzere görevlendirilir. William çömezi Dom Adso’yu da yanına alarak yola koyulur. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra manastıra varırlar.
William, geleceğinden haberdar olan manastırın başrahibi Abonne tarafından karşılanır ve cinayet üzerine konuşurlar. Kitaplığın elyazmalarını resimlerle süsleyen minyatür ustası Otranto’lu Adelmo aedificium’un (Aedificium,Latince kamu yapıları) (Birinci kat mutfak ve yemekhane,üst iki kat yazı salonu ve kitaplık) doğu kulesinin altında ölü bulunmuştur. ‘İntihar olasılığı, zor gibidir.William başrahipten, rahipleri sorgulama ve manastırda serbest dolaşma yetkisi alır. Kitaplık hariç!. Kitaplığa, kütüphaneci rahip ve yetiştirdiği çömezinden başka kimse giremez. Kütüphaneci, kitapları nereye koyacağını,nerede bulacağını,gizlilik derecesini bilir ve korur. Rahipler yazı salonunda çalışır. Çalışmalarına yardımcı olması açısından bazı ciltleri okuyabilirler. Abonne kitaplık için, dünyanın en zengin kitaplığı olduğunu, katı kurallarla yıllarca korunduğunu, bu kuralı ihlal edemiyeceğini söyler. Birçok rahip elyazması hazırlar, kopyalar, çeviri yapar.sayfa düzenler ama kitaplıkta bulunan kitaplar hakkında bilgi sahibi olamaz.Neden olarak, bazı kitapların sapkın ve yalan bilgiler içerdiği, okunmaması gerektiği düşünülmektedir. Kitaplık içinden çıkılmaz bir labirent şeklinde, odalardan odalara açılarak yapılmıştır.(Kitaplığa, zorda olsa bir şekilde girenin, çıkamayıp yakalanması için) Herhangi bir rahip kitaplıktan bir kitap istediği zaman, ne zaman geri vereceğini söyler ve alıp alamıyacağına kütüphaneci (Bazı durumlarda başrahipe danışarak) karar verir. William ve Adso, manastırın, dünyanın dört bir yanından gelen, biri diğerinden ilginç rahipleri ile tanışır. Yasak kitaplık, William’ın merak hissini kabartır.
Yüksek bir tepenin üzerine kurulmuş, korku ve gizli bir tedirginlik veren bu manastırda, rahip William ve Adso, cinayetin ipuçlarını bulmak için çalışmalara başlar.

Tam anlamıyla ve her bakımdan ortaçağ dünyasını yansıtmakla birlikte “Gülün Adi” kesinlikle çağdaş bir roman; çağdas romana yepyeni ve uzun soluk getiren özgün bir roman. Bir anlamda ortaçagda geçen, Hiristiyanlik düsüncesini tartisan tarihsel bir roman, bir anlamda da ustaca kurulmus polisiye ve sürükleyici bir öykü. Ve en önemlisi olaganüstü bir dil ve benzeri az bulunur bir sanat yapiti. Bu ünlü romani Italyanca aslindan basariyla Türkçeye çeviren Sadan Karadeniz’in titiz ve uzun çalismasini da burada hayranlikla belirtmemiz gerekiyor. Umberto Eco’nun yayinlarimiz arasinda çikan ikinci dev romani “Foucault Sarkaci” da, “Ortaçagi Düslemek” adli deneme kitabi da yine Sadan Karadeniz’in çevirisi…

Başlıca karakterler
Melk’li Dom Adso – William’ın çömezi (Anlatıcı rahip)
Baskerwille’li William – Araştırmacı rahip
Manastır rahipleri
Fossonova’lı Abbonne – Benedict manastırı başrahibi
Hildesheim’li Malachi – kütühaneci
Sankt Wendel’li Severinus – Şifalı bitkiler uzmanı
Otranto’lu Adelmo – Minyatür ustası
Casale’li Ubertino – Fransisken tarikatından sürgün (William’ın arkadaşı)
Grottaferata’lı Alinardo – yaşlı rahip
Varagine’li Remigio – Kilercibaşı
Burgos’lu Jorge – Yaşlı,bilgili kör rahip
Arundel’li Berengar – kütüphane yardımcısı
Morimondo’lu Nicola – cam ustası
Allessandria’lı Aymaro – Kitap kopyalayıcısı
Upsala’lı Benno – sözbilimci
Salvamec’li Venantius – Yunanca,Arapça çevirmeni
Salvatore – Rahip
Bernardo Gui – sorgucu, papanın elçisi
Cesena’lı Michele – Fransisken tarikatı lideri (Fransisken tarikatı:(1209) İtalya’da Ermiş Francesco tarafından kurulmuş, İsa ve havarilerinin yoksul olduğunu, yoksul bir yaşam sürmenin gerektiğini öngören tarikat)

Yedi gün, yedi günah, yedi ölüm, bir kitap – Murat Özer
(25/02/2011 tarihli Radikal Kitap Eki)
Bologna Üniversitesi’nde profesörken yazdığı ilk romanı “Gülün Adı”yla edebiyat dünyasına hafif bir sarsıntı yaşatan göstergebilim uzmanı Umberto Eco, Orta Çağ konusundaki uzmanlığını da konuşturduğu romanıyla ?işaretler?e olan takıntısını net biçimde sergilemeyi de başarıyor. On parmağında on marifet olan ve deha belirtileri gösteren yazar, felsefî açılımlara da hâkim bakışını birçok pencereden bakarak önümüze sürüyor bu devasa metinde. Ama her şeyin ötesinde, onca yıl biriktirdiklerini polisiye bir hikâyenin içine yerleştirme ustalığını göstererek edebiyata “yeni bir yol haritası” sunuyor, ki “Gülün Adı’nı “yegâne” kılan en önemli unsur olarak öne çıkıyor bu özel durum.

Yasak kütüphane
İlk yayımlanışı 1980’e denk gelen romanın öyküsü 1327’de geçiyor… İtalya’da Benedikten rahiplerin ağırlıkta olduğu bir manastıra varan Fransisken rahip Baskerville’li William ve çömezi Melk’li Adso’nun, buradaki “garip” ölümleri araştırıp bir sonuca varma çabalarını okuyoruz Eco?nun metninde. Yazarın polisiye edebiyata, özellikle de Sherlock Holmes tarzı bir alana yatkınlığını görmek şaşırtıcı. Zekâsıyla öne çıkan ana karakteri William’ın, bütün ipuçlarına doğru yerlerden yaklaşıp “işaretler”i doğru yorumlamasıyla süregiden entrika, yedi gün içinde yedi ölümün gerçekleşmesiyle “yedi ölümcül günah”ın bir mekâna hapsolduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor bizleri.
Evet, su yüzünde polisiye bir hikâye var ama derinlerde insanoğlunun temel zaafları üzerine bir metin bu. Ortaçağ karanlığının temel müsebbibleri gibi görünen ruhban sınıfının halkın sefaletinden kopuk, tepeden bakan yaklaşımlarını her fırsatta önümüze koyan Eco, bir yandan Hıristiyan öğretisinin “çelişkili” yapısını öne çıkarıyor. Saflığı ve masumiyeti temsil eden, aynı zamanda hikâyenin anlatıcısı konumundaki Adso ise klişelere saplanıp kalmış rahiplerin kısır çekişmelerini “akıl hocası” William vasıtasıyla kafasında netleştiriyor. Onun hikâyedeki varlığını sadece “gözlemci” olarak tanımlamak da yanlış. Genç Adso, manastır dışından bir kızla yaşadığı cinsel ilişkiyle “günah” kavramını da yakından yaşıyor, masumiyetiyle tezat oluşturan bu durum aracılığıyla kendini, insan oluşunu sorgulamaya başlıyor.
Umberto Eco’nun acele etmeyen, bütün çevresel faktörleri sindire sindire anlattığı, okuru manastırın içine yerleştiren tarzı, “Gülün Adı”nı bir yandan tam bir tasvir başyapıtına dönüştürüyor. Özellikle ?kitap? temelli ölümlerin anahtarını barındıran “yasak kütüphane”yi anlatırken, bizi de oradaki labirentin içine çeken bir mükemmellik söz konusu. Aristo’nun “Poetica”sının ikinci cildinin başrole soyunduğu bu entrika, her devirde kendini hissettiren “yasakçı zihniyet”in de açığa çıkmasına vesile oluyor. Böyle bakıldığında, bu romanın alegorik bir yaklaşımı olduğu da söylenebilir, ama Eco”nun bu bakışı reddettiği de bilinen bir gerçek. Öte yandan okurun yazardan bağımsız olarak metni yorumlamasının önünü kapamak da mümkün değil tabii. Otoritenin ?kural? koyayım derken bunu “yasak” koymaya doğru evirmesi ve insanın “bilgi”yle arasına bir duvar örmesi, bu romanın da temel ilgi alanları arasında öne çıkıyor sonuç olarak.

Sadeleştirilmiş bir uyarlama
Kısa zamanda bütün dünyada bir fenomene dönüşen ?Gülün Adı?nın beyazperdeyle buluşması kimilerince düş kırıklığı olarak nitelense de, uyarlanması çok zor olan bu metni sinema sanatının emrine sunan Jean-Jacques Annaud’nun çabası, o kadar kolay harcanacak gibi değil bize sorarsanız. Eco”nun romanını bir miktar “sadeleştirerek” sinemalaştıran Annaud, daha çok polisiye entrika üzerinde yoğunlaşıyor ve metnin Hıristiyanlık öğretisiyle yoğun biçimde haşır neşir olmasını ve buradan çıkardığı sonuçları yüzeysel bir şekilde veriyor. Hikâyeye bu minvalde yaklaştığındaysa insanoğlunun sınırları ve yasaklamalarına dair derinlikli anlatımdan uzaklaşıyor yönetmen. Bunun bir ?eksiklik? olduğu söylenebilir, ama romanın kahramanı William’ı tam bir “Ortaçağ dedektifi” olarak resmetmeyi tercih etmesi, metnin bu boyutuna yüklenmesi, olsa olsa sinema sanatının gerekleri üzerinden açıklanabilir. Annaud, yedinci sanat kapsamında kolayca çözülemeyecek kimi unsurları ayıklayarak doğru bir seçim yapıyor bize göre.
Romanla film arasındaki karşılaştırmada eksiklikler öne çıksa da, kimi temel fazlalıklar da mevcut. Örneğin, Adso?nun kızla ilişkisini finale kadar taşıyor Annaud, genç adamı Eco?nun sordurmadığı sorularla baş başa bırakıyor. Bir başka örnekse, engizisyon sorgucu Bernardo Gui’nin kaderindeki yaklaşım farklılığı. Tüm bunları, sinemasal zenginliği yakalamak adına yapıyor film ve bütünü paramparça edecek bir sonuç doğurmuyor. Özellikle mekân seçimi ve romandaki karakterleri kusursuzca yansıtan oyuncu tercihleriyle “başka” bir hikâye olmaktan kurtulan bu çalışma, David Fincher başyapıtı “7”nin (Se7en) de ilham kaynağı oluyor bir bakıma. ?Yedi ölümcül günah?ı yerinde, zamanında ve doğru tespitlerle ameliyat masasına yatırıyor ?Gülün Adı?, peşlerinde bırakılan izi de ustaca takip ediyor.
Sinema-edebiyat ilişkisinde “özenli” olma zaruretinin etkili bir yansıması diyebiliriz bu film için. Andrew Birkin, Gérard Brach, Howard Franklin, Alain Godard gibi yetkin isimlerden kurulu dört kişilik senaryo ekibinin bu özende başrolü üstlendiklerini, Annaud’nun da onların incelikli senaryosunu hakkıyla beyazperdeye taşıdığını söylemek mümkün. Sean Connery ve Christian Slater’ın Baskerville’li William ve Melk’li Adso karakterlerine cuk oturdukları da yadsınamaz bir gerçek. Umberto Eco’yu sadeleştirme zorluğu da cabası, ki bunu da layıkıyla yerine getiriyor Annaud’nun filmi.

‘Gülün Adı’ Romanına Dair -Umberto Eco
Umberto Eco, Alfabeta dergisini Haziran 1983 tarihli 49. sayısında, Gülün Adı?nın yazılış sürecini anlatan, romana çeşitli yönlerden açıklık getiren Sonrası adlı bu yazıyı yayımlamıştır. Eco?nun bu ilginç yazısı Şadan Karadeniz çevirisiyle kitabın sonuna eklenmiştir.

Polisiye metafizik
Kitabın bir polis romanı gibi başlaması rastlantı değildir (sonuna dek de saf okuyucuyu kandırmayı sürdürüyor; öyle ki saf okuyucu, insanın oldukça az şek keşfettiğinin ve dedektifin bozguna uğradığının farkına bile varmayabilir). Kanımca, polisiye romanın insanların hoşuna gitmesinin nedeni, içinde cinayete kurban gidenlerin olması değil,düzenin (düşünsel, toplumsal, yasal ve ahlaksal düzeninin) sonunda suçun yarattığı kargaşaya baskın çıkması da değil. Gerçekte polisiye roman, katıksız durumda bir varsayım öyküsünü yansılar. Ama aynı zamanda, tıbbi bir tanı,bilimsel bir araştırma, metafizik bir soruşturma da bir varsayım durumudur. Temelde, felsefenin soru bazı (ruhsal çözümlemede olduğu gibi) polisiye romanınkiyle aynıdır; suçlu kimin? Bunu bilmek (bunu bildiğini sanmak) için bütün olguların bir mantığı, onlara suçluluğu dayatan bir mantığı olduğunu varsaymak gerekir. Her varsayım ve kestirim öyküsü, her zaman yanıbaşında durduğumuz bir şey anlatır bize (sözde Heidegger?ce alıntı). Bu noktada benim temel öykümün (katil kim?) tümü de böyle bir varsayımın yapısı çerçevesinde yer alan birçok başka varsayımlara kök salmasının nedeni açık.

Varsayımsallığın soyut bir örneği labirenttir. Ama labirentin tipleri vardır. Bunlardan biri, Yunan labirentidir; Theseus labirenti. Bu labirent, içinde hiç kimsenin kaybolmasına izin vermez; içine girilir, merkeze ulaşılır, sonra merkezden dışarı çıkışa varılır. Bu yüzden merkezde Minotaurus vardır; yoksa öykünün hiç tadı kalmaz, basit bir gezinti olurdu. Burada korku, kesinlikle, nereye varacağınızı ve Minotaurus?un ne yapacağını bilmemenizden doğmaz. Ama klasik labirenti geliştirirseniz, elinizde bir ip bulursunuz; Ariadne?nin ipini. Klasik labirent, Ariadne?nin ipinden başka bir şey değildir.

Sonra, dolambaçlı (maniyeristik) labirent vardır; bunu geliştirirseniz elinizde bir tür ağaç bulursunuz; birçok çıkmaz sokakları, kökleri olan bir yapı. Çıkış tektir; ama yanılabilirsiniz. Kaybolmak için bir Ariadne ipine gereksiniminiz vardır. Bu labirent, bir trail-and-eror process?tir (Sınama ve yanılma süreci).

Son olarak, ağ, ya da Deleuze ve Guattari?nin köksap dedikleri labirent vardır. Köksap öyle bir biçimde yapılmıştır ki, her yol, tüm öteki yollara bağlanabilir. Merkezi yoktur, çevresi yoktur, çıkışı yoktur, çünkü potansiyel olarak sonsuzdur. Varsayım alanı, bir köksap alanıdır. Benim kitaplığımın labirenti bir dolambaçlı labirenttir, ama William?ın içinde yaşadığının farkına vardığı dünya, köksapa göre kurulmuştur: daha doğrusu kurulabilir, ama hiçbir zaman kesinlikle kurulmamıştır.

Onyedi yaşında bir genç bana, tanrıbilimsel tartışmalardan hiçbir şey anlamadığını, ama bu tartışmaların, uzamsal labirentin uzantıları gibi işlev gördüklerini söyledi (bir Hitchcock filmindeki thrilling müziği gibi). Sanırım bu tür bir şey oldu: saf okuyucu da bir labirentler öyküsüyle karşı karşıya bulunduğunu sezdi, bir uzamsal labirentler öyküsüyle değil. Diyebiliriz ki, tuhaf bir biçimde, kitabın en safça okunuşları, en ?yapısalcı? okunuşlar olmuştur. Saf okuyucu, içeriklerin aracılığı olmaksızı, bir öykünün varolamayacağı gerçekliğiyle doğrudan temasa geçmiştir.

Can Yayınları Tanıtım Yazısı
“Gülün Adı” adlı bu dev romanıyla bir anda dünyanın dört bir yanında ünlenen İtalyan yazarı Umberto Eco, aslında çok yönlü bir bilimadamı. İtalya’da, Bologna Üniversitesinde öğretim üyesi, semiolog, tarihçi; filozof, estetikçi, ortaçağ uzmanı ve James Joyce üzerine derin araştırmalar yapmış biri. Umberto Eco’nun bu ilk romanı, 1980’de İtalya’da ilk yayımlanışından bu yana sayısız basım yaptı ve dünyanın pek çok diline çevrildi. Dünyada olağanüstü bir ilgi uyandıran bu romanın yankıları hala sürüyor. Filmi de dünyada büyük yankılar uyandırdı. Bu romanın başarısında, kuşkusuz, yazarın ortaçağ konusunda derin ve dolaysız bilgisinin büyük payı var. Tam anlamıyla ve her bakımdan ortaçağ dünyasını yansıtmakla birlikte “Gülün Adı” kesinlikle çağdaş bir roman; çağdaş romana yepyeni ve uzun soluk getiren özgün bir roman. Bir anlamda ortaçağda geçen, Hıristiyanlık düşüncesini tartışan tarihsel bir roman, bir anlamda da ustaca kurulmuş polisiye ve sürükleyici bir öykü. Ve en önemlisi olağanüstü bir dil ve benzeri az bulunur bir sanat yapıtı. Bu ünlü romanı İtalyanca aslından başarıyla Türkçeye çeviren Şadan Karadeniz’in titiz ve uzun çalışmasını da burada hayranlıkla belirtmemiz gerekiyor. Umberto Eco’nun yayınlarımız arasında çıkan ikinci dev romanı “Foucault Sarkacı” da, “Ortaçağı Düşlemek” adlı deneme kitabı da yine Şadan Karadeniz’in çevirisi…

Kitabın Künyesi
Gülün Adı
Orjinal isim: Il Nome Della Rosa
Umberto Eco
Çeviren: Şadan Karadeniz
Can Yayınları / Çağdaş Dünya Yazarları Dizisi
Can Yayınları
2010 (7. baskı),
605 sayfa

Previous Story

Waterloo: Dünyanın yazgısını belirleyen an – Stefan Zweig

Next Story

Orhan Veli’nin cenaze töreni

Latest from Romanlar

Sarsılmak – Zafer Köse

Sarsılmak, derin ve katmanlı bir roman. Gündelik dilin nüanslarını yansıtan akıcı bir dille yazılmış olması da önemli.Zafer Köse sadece bir depremi değil, toplumsal ve
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ