Hasan Ali Toptaş ile “Heba” üzerine söyleşi – Burcu Aktaş

Hasan Ali Toptaş: ?Heba?ya başlarken, öteki romanlarımın hepsinden farklı olsun istedim. Her açıdan farklı. Derinlik nasıl yüzeye çekilebilir, yüzeye nasıl saklanabilir diye kendi kendime sorup durduğum bir meselem vardı.?

Suç, masumiyet, minnet, merhamet… Bunların hepsini ve dahasını içeren insanlık durumu üzerine olduğunu söyleyebilir miyiz Heba?nın?
Evet, aynen öyle, Heba bu eksen üzerine inşa edilmiş bir roman. Aynı zamanda çeşitli insanlık hallerini, gitgide kaybolan kimi davranış şekillerini, unutulmaya yüz tutmuş kimi kelimeleri ve söz kalıplarını da dokusunda taşıyan bir roman. Fakat ben bunları söylerken duraksadım şimdi. Daha doğrusu, romanın sesini perdelemekten korktum. Biliyorsunuz, herhangi bir roman karşısında en perişan okur o romanın yazarıdır. Roman için birçok kurgu tasarlamış ve bazılarını denedikten sonra bunlardan birinde karar kılmıştır çünkü, onu yazarken de birçok sayfayı atmış yahut değiştirmiştir. Yapmaya çalıştığı bazı şeyleri yapamamıştır ama yaptığını sanıyordur ayrıca. Bazı şeyleri de yapmıştır ama bunun farkında değildir. Dolayısıyla, zihni çıfıt çarşısı gibidir ve romanda yaptıklarını, yapmayı düşünüp de vazgeçtikleriyle birlikte hatırlamaktadır. Bu sebeple, yazarın kendi romanı hakkında söylediklerine pek kulak asmamalı aslında; roman ne diyorsa ona bakmalı. Velhasıl, yeryüzünde Hasan Ali Toptaş?ın okuru olmaktan mahrum olan tek kişi var, o da benim.

Hasan Ali Toptaş, 1969.

Sınır Bölümü?ndeki askerlik öyküsü, askerliği anlatmanın çok çok ötesine geçerek varoluşu sorgulamaya dek gidiyor bana göre… Nasıl oluşturdunuz bu bölümü?
O bölümü bu kadar uzun düşünmemiştim, yazarken hesabın dışına taştı, neredeyse romanın merkezine dönüştü ve kanaatimce iyi de oldu. Suriye sınırında yaşanan o hayatı, o bitleri, silah seslerini, at kişnemelerini, kepleri ve poşularıyla yere yığılıp kalan insanları yazmadan edemezdim zaten; Sınır Bölümü?ne başladığımda, karakolların siluetiyle mevzi çukurlarının karanlığından bakan o korku dolu yüzler kalemimin ufkunda çoktan belirmişti. Selçuklu Osman?ı, Acıpayamlı Hayati?yi, Kepuçuran?ı, kerpiç evlere hapsolmuş köylüleri, Mensur?u ve karanlıkta yankılanıp duran hooop seslerini yazmasam olmazdı.

Gerçeklik duygusunun okura verdiği kuvvetle bunu soruyorum: Heba diğer romanlarınızdan farklı, yanılıyor muyum?
Heba?ya başlarken, doğal olarak, öteki romanlarımın hepsinden farklı olsun istedim. Her açıdan farklı. Bunun yanı sıra, derinlik nasıl yüzeye çekilebilir, yüzeye nasıl saklanabilir diye kendi kendime sorup durduğum bir meselem vardı. Galiba onu bu romanda yapabildim. Kim bilir, belki de yapamadım. Heba öteki romanlarımdan epeyce farklı bu yüzden, ses tonu da farklı, kelime varlığı da.

?İnsan içindeki canavarı öldürürse çöle dönüşür? diyor Hulki Dede. Bu cümle üzerinden iyiye-iyiliğe, kötüye-kötülüğe nasıl bakıyorsunuz?
İyi tamamen iyi, kötü de tamamen kötü değildir hiç kuşkusuz. Yazarken iyinin içindeki kötüyle kötünün içindeki iyiyi görmeye çalıştım. Her şeyden evvel de iyiyi ve kötüyü var eden şartları. Mesela, kuşun sapanla vurulduğu sahnede, kötü olan iyiliktir. Tebdil gezen Haraptarlı Nafi olarak görebileceğimiz Hulki Dede?nin sözünü ettiği ?canavarın?, bir yanıyla da nefsi karşıladığını düşünebiliriz sanıyorum. Bu açıdan bakıldığında Hulki Dede?nin söylediği bu cümle dinlerle de örtüşür. Bildiğim kadarıyla, dinler, insana nefsini kökünden kurut, onu öldür, yok et, demezler; törpüle derler, aşama aşama temizle, terbiye et derler. Hatta, nefsinize zulmetmeyin derler. İnsanın içindeki o canavar bir yanıyla bir çeşit imtihansa bir yanıyla da bir çeşit enerji kaynağıdır çünkü; elimizin kolumuzun hareketinde, dizlerimizin dermanında, bakışlarımızın ferinde ondan bir şeyler vardır.

?İnsanoğlu dişlerini kendi benzerinde biler? mi neticede peki?
Evet, ben de Hulki Dede gibi düşünüyorum; insan dişlerini kendi benzerinde biliyor. Bugüne kadar ben bunun hep böyle olduğunu gördüm. Eşyanın tabiatına da uygundur bu, herkes kendi benzerini hırpalar durur ve bundan müthiş bir zevk alır. Kendi benzerinde kendini mi hırpalar, kendinin geçmişteki yahut gelecekteki halini mi bilmiyorum.

İlk iki kitabını kendi basan, onları arabanın bagajında eve getirip çekyatın altına koyan ve bu iki kitaptan sonra yazmaktan vazgeçen ama bunu uygulayamayan biri olarak bugünkü yayın dünyasına bakınca ne hissediyorsunuz?
İlk kitabım yirmi altı yıl önce yayımlanmıştı. Şimdiki gençler kitaplarını yayımlatmakta yirmi altı yıl öncesine göre daha şanslılar. Yayınevlerinin sayısı arttı çünkü, sektör genişledi. Gerçi bu genişlemenin bazı olumsuz sonuçları da oldu, değerlendirme ölçütleri gevşedi, kılı kırk yaran tavır unutulur gibi oldu ama bunlar doğal şeyler, zamanla her şey rayına oturacaktır. Yine de bugün, benim yirmi altı yıl önce yaptığım gibi, kendi paralarıyla kendi kitaplarını yayımlayan gençler de var tabii.

Yazarken titizlendiğinizi ve yeniden yeniden yazdığınızı biliyorum. Yazının bu ?hastalıklı? ya da ?sancılı? mı demeliyiz bilemiyorum, durumu neyle eşdeğer?
Bu hastalıklı durumun birçok nedeni var kanımca. Evvela, ben yazdıklarıma zor inanan biriyim; olmadı, olmadı, daha iyi olabilir deyip duruyorum. Tekrar tekrar yazmak kendimi inandırmanın bir yolu olabilir. Bununla birlikte, cümle yazmak beste yapmaktır diye düşündüğüm için, zaman zaman seslere takılıp kalıyorum. Bir cümlenin etrafında günlerce dönüp durduğum oluyor. Bu hastalık (ben de böyle adlandırıyorum), zamanla ilerliyor üstelik. Mesela, Heba?da peş peşe kapalı yahut açık heceyle biten cümleler nadiren vardır. Temel ses, bir açık bir kapalı diye gider. Bazen, acaba kendime eziyet etmekten zevk mi alıyorum diye de düşünüyorum. Muhtemeldir, olabilir hakikaten. Bilmediğim daha başka nedenler de olabilir. Fakat şu kadarını gayet iyi biliyorum; ben başladığım bir metni hem bitirmek istiyor hem de bitirmekten fena halde korkuyorum. Kelimelerin arasında olmak bana iyi geliyor çünkü. Kendimi orada güvende hissediyorum, orada olduğum sürece bana hiçbir şey dokunamazmış gibi geliyor. Kelimelerin dışına çıktığımda üşüyorum.

?Dünyaya hâlâ o çocuğun gözleriyle bakıyorum?
Belki de yazdığımız her cümle gidip çocukluğumuzda düğümleniyor, demiştiniz bir söyleşinizde. Heba?daki çocukları ve çocukluğu düşününce… Hasan Ali Toptaş metinlerinde ?çocuk?un özel bir yeri var bana göre…
Uykuların Doğusu yayımlandığında, karşılaştığım birkaç kişi, çocukları çok acımasız anlattığımı, onları kötü gösterdiğimi söylemişti. İyi yahut kötü göstermek gibi bir amacım yoktu oysa; sadece anlatmıştım çocukları. Düşüncesizce hareket ettikleri için, farkında bile varmadan birer zalim olabileceklerini anlatmıştım. Saflığın şiddetini? Çocukluk bambaşka bir şey, hiç kuşkusuz insanın altın çağı. Delilik de öyle. Bana göre, hakikat dediğimiz şeye en yakın olanlar çocuklar ve deliler. Onların dışında kalanlar hakikatin fersah fersah uzağında, hakikatin ışığını hakikat sanarak dönüp duruyorlar. Dünya çocuklarla delilerin, başka bir deyişle ne yaptığını bilmeyenlerin yüzü suyu hürmetine dönüyor bence. Onlar olmasa, aklın rüzgârı dünyayı döndürmeye yetmez. Ayrıca, yazmak, bilgi dediğimiz netameli dağların tepesine çıkıp oradan dünyaya ve hayata bir çocuğun yahut bir delinin gözleriyle bakmaktan başka nedir ki?

Çocukluğunuzdan kalan bir fotoğrafınız var. Bir elinizde gazoz, diğerinde Kemalettin Tuğcu?nun Köyünü Unutan Adam kitabı… Bu fotoğrafa kitaplarınızı okuduktan sonra bakmak ilginç bir deneyim oluyor. Gerçek ve rüyayı iç içe geçiriyor benim için. Sonra kitaplarınızdaki taşrayı düşünüyor insan… Siz ne düşünüyorsunuz, o fotoğraf sizi ne kadar anlatıyor ya da ona bugün baktığınızda ne hissediyorsunuz?
Sözünü ettiğiniz fotoğraf benim çok sevdiğim bir fotoğraftır. Çocukluğumun özeti gibidir adeta. Beni ne kadar anlatıyor? Tamamen beni anlatıyor aslında; kasaba meydanında, elinde Kemalettin Tuğcu?nun kitabıyla gezen bir çocuk. Ben dünyaya hâlâ o çocuğun gözleriyle bakıyorum. Fotoğrafın çekildiği yer, Kayıp Hayaller Kitabı?ndaki Sinemacı Şerif?in salonunun önü; arkadaki ahşap tırabzanlar, halkevi diye bilinen o salonun tırabzanları. Ben birkaç yıl önce fark ettim; fotoğrafta kitabı tutarken parmağımın birini ayraç niyetine sayfaların arasına sokmuşum. Demek ki fotoğraf çekilmeden önce kitabı okuyormuşum. Kasaba meydanında, sinema salonunun önünde. Bu hoşuma gidiyor. Fakat o fotoğrafın olduğu yerde şimdi bir banka binası var; işte o hoşuma gitmiyor.

Söyleşinin Kaynağı: 05.04.2013 , http://kitap.radikal.com.tr

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir