1980?li yılların ortasındaydık. Bir akşam üzeri Paris VII. Üniversite?si Tarih Coğrafya ve Toplumsal Bilimler Fakültesi?ndeki büromun kapısı tıklatıldı. Büroma giren uzun ve ince, filinta delikanlı ile kafalarımız hemen birbirine uydu ve hemen anlaştık. Nasıl anlaşmazsınız, hayatını sosyalizme adamış, bu mütevazi, sessiz, derin ve çoşkulu militan benden biraz gençti ama neredeyse aynı şeyleri yaşamış, aynı şeyleri paylaşmıştık. O İstanbul?da, ben Ankara?dayken.
1960?ların başından itibaren sosyalist hareket içindeki çalışmaları, sosyalist gençlik içinde daha sonra eşi olacak sevimli insan Fulya Gürses ile birlikte yaptıkları, Türkiye İşçi Partisi, İstanbul Üniversitesi ve İstanbul kenti ve işçi sınıfı içindeki çalışmaları ve ortak birçok tanıdığımızın da bulunması sonucu kafa dengi olmamız kaçınılmazdı. Öyle de oldu.

Hasan Basri Gürses çok efendi bir insandı. O akşam üzeri bir süre sohbet ettikten sonra doktora için kayıt yaptırmasına karar verdik. Ve kaydını birkaç gün sonra yaptırdı. Artık Paris?te öğrenciydi. Seminerlerimi ve birlikte saptadığımız diğer öğretim üyesi arkadaşlarımın seminerlerini düzenli bir biçimde izledi. Çok iyi bir insan olarak bütün öğretim üyesi takımına kendini sevdirdi. Özel bir şey yaparak değil. Sadece kendisi olarak. Evet sadece kendisi olarak İstanbul efendiliğini nazik bir biçimde Fakülte koridorlarında ve dersliklerinde dolaştırdı. O bizden öğrendi. Biz de ondan.

Geçimini nasıl sağlıyordu bir türlü öğrenemedik. Merak etmemek te elde değildi. Çünkü sanki çok iyi geçinemiyordu. Çok iyi beslenemiyordu. Ama hiç kimseye minnet etmeden yaşamayı kendisine ilke edinmiş inançlılığı içinde yaşamını sürdürdü. Kimseden bir şey istediğini duymadım. Kimse için kötü laf ettiğini de işitmedim.

Okudu. Yazdı. Araştırdı. Dinledi. Çok iyi dinliyordu Hasan Basri. Yazdı. Okudu…

Hep aynı parka. Hep aynı dinginlik. Hep aynı Hasan Basri…

Sonra sıkıldı Paris?ten ve Paris?te gördüklerinden. Ve sadece bu da değil : Ailesini özledi. Mahallesini. İstanbul?unu. Ülkesini. Bir gün oturup uzun boylu sohbet ettik. Ve Hasan Basri Paris?e elveda dedi. Bir daha geldiğinde görüşürüz dedim. « Bir daha gelmem Hocam » dedi. Sevmedi buraları. Kendine göre haklı nedenleri vardı mutlaka. Kişisel tercihine elbette saygı göstermek lazımdı. Biz de öyle yaptık. Bir gün oturup bir bira içtik mi ? Anımsamıyorum Bir gün oturup kuru fasulya pilav yedik mi ? Belki. Ama emin değilim.

Ve Hasan Basri geldiği gibi gitti : Sessizce. En mütevazi haliyle.

Ayrılırken « Hocam kitaplarını yayınlamak isterim » dedi. Çünkü Hasan ülkeye dönüşünde yayınevi kuracaktı. Böyle karar almıştı. Ve kurdu da. Ve bana haber de saldı. « Tamam Hocam, kitaplarını yayınlayabilirim. »

Hasan Basri Gürses Sosyalist Yayınları kurdu. Ve sözünü tuttu. Grev isimli kitabımın ikinci baskısını yayınladı. Türkiye?de İşçi Hareketi (Yazılar-Belgeler) isimli kitabımı da. Aralık 1993?te iki kitap ta okuyucuya sunuldu. Sadece ve sadece onun gayretiyle oldu bu iş.

Şimdi hem Hasan Basri?yi anmak, hem Parisli günlerine bir parça bile olsa ışık tutabilmek ve aynı zamanda o günlerdeki « aydın »ların duruşu ile göçmenlerin, « mültecilerin » yaşam ve çalışma koşulları konusundaki kısa ama aynı zamanda sıkı ve sahici analizini sergilemek arzusuyla, ikinci kitabıma, benim haberim olmadan, yazdığı ve başlığını « Okuyucuya sunuş » koyduğu ( s. 5-6) iki sayfalık metinden birkaç satırı sizlerle paylaşmak isterim :

« Sosyalist Yayınlar olarak Türkiye İşçi Hareketi başlıklı yeni bir diziye başlıyoruz.
Bu dizinin ilk kitapları olarak Prof. Dr. M. Şehmus Güzel’in dizinin konusuna başlangıç oluşturacak iki araştırma-incelemesini yayınlıyoruz :

Türkiye’de İşçi Hareketi (Yazılar-Belgeler) ile
Grev, Grevin Yapısal ve İşlevsel Açıdan İrdelenmesine Katkı.

Bu kitaplar konuları ve Şehmus Hoca’nın konulara titiz ve sıcak yaklaşımı nedeniyle, yayınevimizin nitelik ve amacına da son derece uygun düşüyor.

(…)

Şehmus Hoca’nın kitapları öğrenmeye ve bilgilenmeye değer verip seven her kesimden okuyucuya hitap edebilmektedir. Bu nedenle sadece konunun uzmanlarının değil, üniversite öğrencilerinin, sendikacıların ve özellikle ilerici ve bilinçli öncü işçilerle emekçilerin ilgisini çekeceğine ve onlara yararlı olacağına inanıyoruz.

Günümüzde ciddi ve toplumcu konular özellikle de “aydın”larca rağbet görmüyor. Aydınlarımız kitlesel ve koşulsuz biçimde sermayenin ve serbest piyasanın hizmetine koşulmuşlardır. Bazı akademisyenler geçmiş yıllarda sosyalist « teorisyen »lik yaparken “bilimsel eleştiriye tabi tuttukları işbirlikçi tekelci sermayenin” Babıali’nin “boyalı basın”ında, emperyalist burjuva kültürünün üreticiliğini ve danışmanlığını üstlendiler. Anadolu halkının bağrından çıkmış « seçkinler »e katılmış bazı « toplumcu » aydınlar ise ülkemizdeki askeri darbelerin, işkencelerin, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerince yapılan anti-demokratik yasaların ve emperyalizme çok yönlü bağımlılığın gerçek sebebi ve nedeni olan işbirlikçi tekelci burjuvaların başlarını azizleştirip överek « senyör » reklâmcılığı yapmakta.

Bu nedenle Şehmus Hoca’nın “aykırı-karşı aydın” niteliğinden hareketle bu konuda birşeylere değinmekten kendimi alıkoyamıyorum. Belki de beni bu sunuşu yazmaya iten şey budur.

1984-85 yıllarında Paris’te tanık olduğum bir gerçeği dile getirmekten kendimi alamıyorum. Olay şu : Varlığını öğrendiğim Strasbourg-Saint-Denis bölgesindeki Özgür (Özgül olmalı. MŞG) Kitabevi’ne gittim. Paris’teki tek Türk kitapçısıydı. Türkiye’deki kitapların çoğu burada bulunuyor ve yayınlanan dergiler de düzenli geliyordu. Kitabevi sahibine Paris’te yaşadıklarını bildiğim Türkiyeli aydınları sordum. Cevabı son derece şaşırtıcıydı. “Türkiye’den aydınların hiçbirisi buraya ve bu bölgeye kesinlikle gelmez. Yalnız Şehmus Güzel isimli bir arkadaş var, kitabevine o geliyor.” Kitabevi sahibine “Peki burası Paris’teki tek Türk kitapçısı ve onlar da aydın, niçin gelmezler?” diye sordum. Bu seferki cevabı ise sadece şaşırtıcı değil, son derece üzücü ve düşündürücüydü: “Bu bölgede Türkler yaşadığı için gelmezler. Çünkü onlar Türklerin buradaki hallerinden utanırlar.”

O yıllarda Avrupa’nın birçok yerinde olduğu gibi Paris’te de Türkiye’den gelmiş çok sayıda insan vardı. Bunların binlercesi yasal ya da kaçak olarak en düşük ücretle çalışan, en zor ve pis işleri yapan, horlanan ve sürekli olarak işten ve Fransa’dan atılmakla tehdit edilen işçilerdi. Binlercesi de 12 Eylül Faşizmi’nin yurtdışına püskürttüğü « mülteciler »di. Gerek işçiler gerekse de mülteciler dilini ve yasalarını bilmedikleri ve benimsenmedikleri bu ülkede yaşam kavgası veriyorlardı. Bu işçi ve mültecilerin büyük bir bölümü Saint-Denis bölgesinde toplanmışlardı. Bu bölge adeta bir Türk mahallesiydi. Yabancı bir ülkede son derece olumsuz, baskı, korku ve kuşkuyla çevrilmiş bir ortamda yaşamanın sorunlarını ve sonuçlarını yaşayan bu insanların her türlü yardıma ihtiyacı vardı. Ve bu insanlara “insanca” yaklaşıp yardımcı olabilecek kesimlerin başında da kendi ülkelerinin sözkonusu « aydınları » geliyordu.

Şehmus Hoca’yı işte bu yıllarda ve böyle bir ortamda tanıdım. Paris VII. Üniversitesi’ndeki derslerine devam ettiğim sürece, Türkiye’den ve üçüncü dünya ülkelerinden gelmiş öğrencilere ve başkalarına ayırım gözetmeyen sıcak ilgi ve yardımlarına tanık oldum.

İşçi ve emekçi sınıfları doğrudan ilgilendiren konularda birçok aydın yazı ve kitap yayınlıyor. Ancak, asıl önemli olan, işçi ve emekçi sınıfları ilgilendiren konularda yazmanın da ötesinde, düşünce ve tavrıyla da emekçi sınıfların yanında saf tutmak, bunu her hal ve şartta sürekli kılabilmektir. İşte Şehmus Hoca sayısı günümüzde azalmış böyle aydınlardan biridir. O hâlâ emekçi sınıfların ve ilerici oluşumların yanında yer alıyor. Yurtdışında olmasına rağmen kafası ve yüreğiyle aramızda yaşıyor. Yazılan da bunun tanıklarıdır.
Bu sunuşu kendisinin izni ve bilgisi olmadan yazdığım için hoşgörüsüne sığınıyorum. Zira ısrarıma karşın kitaplarına koymak için bir kısa biyografi yazdıramadım.

Saygımız ve övgümüz meziyete ve marifetedir. »

Hasan Basri bizzat kendisi de kitaplar hazırlayıp okuyucuyla buluşturdu : Örneğin Şefik Hüsnü Deymer, örneğin eşi 4 Mayıs 2003?te genç yaşta aramızdan ayrılan Fulya Gürses ile birlikte yazdıkları Dünyada ve Türkiye?de Gençlik en çok bilinenlerdir.

Hasan Basri ve eşi Sosyalist Yayınlar ile sosyalist hareketin tarihini, yapanları ve teorisyenleriyle birlikte, en geniş okuyucu kitlesine ulaştırmayı amaçladılar. Bu konuda azınsanmayacak işler de yaptılar. Onca sınırlı olanaklarına rağmen bunca iş çıkarmış olmaları şimdi hayranlık kaynağıdır. Her ikisinin de ne kadar özverili ve çalışkan olduğunu anlatmak kolay olmayacak.

19 Mart 2009?da ajanslar Hasan Basri Gürses?in vefat ettiğini duyurdular. Bu apaçık bir haksızlıktı. Bu kadar çalışkan ve fedekâr bir insanın o yaşta çekilip sevenlerinin elinden alınması haksızlıktır evet.

Hasan Basri Gürses işçi ve emekçilerin çığlıklarında yaşayacaktır. Burada ve orada. İşin elbette en ilginç tarafı da, onun vefat haberini aldığım günde, 19 Mart 2009?da, Fransa?da hayat pahalılığını kınamak, ücretlerin artırılmasını istemek ve iş garantisi için iki milyon kadar emekçinin katıldığı ikiyüzden çok gösteri ve yürüyüşün yapılması ve sadece Paris?teki gösteri ve yürüyüşte 300.000 kadar insanın, kadın ve erkeğin yürümesidir. Hasan Basri Paris?te olsaydı birlikte katılır, birlikte yürürdük. O gelemedi, Republique?ten Nation?a onsuz yürüdük, ama anısı, anlattıkları ve yazdıkları bizimleydi. Bu da bize yeter.

Hasan Basri Gürses iyi bir militan, yayıncı ve düşünür oarak kalacak akıllarda. Onun düşünce dünyasına katkıları ise mutlaka özel ve ayrıntılı bir inceleme gerektiriyor. Unutulmaması gereken bir isim olarak yazıldı Türkiye siyaset sözlüğüne.

Yazının Yazarı: Prof. Dr. M. Şehmus Güzel

Yazarın Yazıları

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Gezgin Satıcı (Le Colporteur) – Guy de Maupassant

Next Story

Ağır Ölüm – Nancy Huston

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop