Virginia Woolf

Hastalığın ne kadar yaygın olduğunu düşününce, ne müthiş bir değişime yol açtığını, ne kadar şaşırtıcı olduğunu, sağlığın ışıkları seyreldiğinde, ancak o zaman keşfedilmemiş ülkelerin aydınlandığını, hafif bir griple ruhta nasıl harabeler ve çöllerin göründüğünü, ateşin biraz yükselmesi ile nasıl uçurumların ve parlak çiçeklerle bezenmiş çayırların önümüze serildiğini, hastalık olayıyla içimizde ne ihtiyar ve dik başlı meşelerin devrildiğini,

bir dişimizin çekilmesiyle ölümün kuyusuna indiğimizi ve kahreden suları hemen başımızın üstünde hissettiğimizi ve kendimizi melekler ve arpçılar arasında bulacağımızı sanarak uyandığımızı ve dişçinin koltuğunda yüzeye çıktığımızı ve onun “Ağzını çalkala-ağzını çalkala” sözlerini Cennet katından bizi karşılamak için eğilen Tanrı ile karıştırdığımızı düşününce ve ne çok düşünmek zorunda kalıyoruz bunu, o zaman hastalığın edebiyatın ana temaları içinde aşk, savaş ve kıskançlıkla birlikte yerini almamış olması tuhaf geliyor gerçekten. İnsan, gribe adanmış romanlar; tifo için epik şiirler; zatürree için kasideler; diş ağrısı için lirik şiirler yazılmış olacağını sanıyor.

Ama hayır; bir iki istisna dışında -Bir Afyonkeş’in İtirafları’nda De Quincey
böyle bir şey denemişti; Proust’un sayfaları arasında hastalıktan sözeden
bir iki cilt olmalı- edebiyat, meselesinin zihinle olduğunu; bedenin, içinden
ruhun dosdoğru ve açıkça bakabileceği düz bir cam levha olduğunu ve
arzu ve iştah gibi bir iki tutku dışında önemsiz sayılabileceğini, varolmadığı­
nı kanıtlamak için elinden geleni yapıyor. Oysa tam tersi doğru. Bütün
gün ve gece boyunca beden işin içine karışır; körleştirir ya da keskinleştirir,
renk verir ya da renksizleştirir, Haziran sıcağında parafine döner, Şubat ‘ın
kasvetinde sertleşerek mumyağı olur. İçerdeki yaratık ancak pencereden
bakabilir -isli ya da toz pembe; bir an bile, bıçağın kınından ya da bezelyenin
kabuğundan ayrılması gibi bedenden kendini ayıramaz; sıcaktan soğu­
ğa, huzurdan huzursuzluğa, açlıktan doyuma, sağlıktan hastalığa değişimlerin
bitmek bilmez seyrini izlemesi gerekir, ta ki kaçınılmaz felaket gelene
kadar, beden kendini paramparça edene ve ruh (dediklerine göre) kurtulana
kadar. Ama bedenin bu gündelik dramı kayda geçmez. İnsanlar hep zihnin
yaptıklarını yazıyorlar; ona esen düşünceleri, onun soylu planlarını; onun
evreni nasıl uygarlaştırdığını. Zihni, filozofun kulesinde bedeni horgörürken;
ya da fetih ya da keşif uğruna, karlar ve çöllerden aşırarak onu eski bir
meşin top gibi tekmelerken gösterirler. Bedenin, ona köle olan zihinle, yatak
odasının ıssızlığında ateşin saldırısına ya da melankolinin bastırmasına karşı
ne büyük savaşlar verdiği görülmez. Bunun nedenini bulmak için de öyle
çok uzağa gitmeye gerek yok. Bu gibi şeylere yüzyüze, dürüstçe bakabilmek
için bir aslan terbiyecisinin cesaretine; güçlü kuvvetli bir felsefeye; köklerini
toprağın bağrında bulan bir akla sahip olmak gerekir. Uzun lafın kısası,
beden, bu canavar, bu mucize, onun acısı, bir süre sonra bizi mistikliğe
doğru çeker ya da hızlı kanat çırpışlarıyla aşkınlığın doruklarına yükseltir.
Grip için yazılmış bir romanın olay öyküsünün olmadığı söylenecek, içinde
aşk yok diye şikayet edilecektir- ne kadar da yanlış oysa, çünkü hastalık,
çoğunlukla aşk kılığına girer ve aynı tuhaf numaraları yapar. Bazı yüzlere
ilahi bir ifade verir, bizi saatler boyu dikilmiş kulaklarla merdivenlerin
gıcırtısını beklemeye bırakır ve sağlıklı günlerde ne bu kadar vakti ne de
keyfi olmayan zihin, ölülerle ilgili binlerce efsane ve aşk hikayesi uydururken
ölülerin yüzlerini yeni bir anlamla süsler (Tanrı şahit, sağlıklarında
ne kadar da sadeydiler). Edebiyatta hastalığın anlatılmasını engelleyen bir
neden de dilin fakirliği. Hamlet’in düşüncelerini ve Lear’ın trajedisini ifade
edebilen İngilizce’nin ürperme ya da başağrısı için sözcükleri yok. Dil, bir
yönde gelişmiş. Aşık olan basit bir liseli kızın derdine tercüman olabilecek
bir Shakespeare ya da Keats var; ama acı çeken biri doktora başındaki
ağrıyı anlatmaya kalkıştığında dil birdenbire kurulaşıyor. Onun için önceden
hazırlanmış hiçbir şey yok. Sözcükleri kendisi sarıp sarmalamak zorunda;
ve acısını bir eline, saf sesi öbür eline alıp (belki de başlangıçta Babel
halkının yaptığı gibi) yeni bir sözcük çıkana kadar ikisini birbirine vuracak.
Muhtemelen de ortaya çıkan gülünç birşey olacak. Hangi İngiliz vatandaşı
dille canı istediği gibi oynayabilir ki? Bizim için dil kutsaldır, bu yüzden
de, eğer dehalarını eski sözcükleri yeniden düzenlemektense yeni sözcükler
yaratmak için kullanmayı tercih eden Amerikalılar yardlmımıza gelip dilin
pınarlarını serbest bırakmazsa, ölmeye mahkumdur. Gene de ihtiyacımız
olan tek şey, daha ilkel, daha şehevi, daha müstehcen yeni bir dil değil,
tutkuların hiyerarşisinde de bir değişiklik gerekiyor; aşk tahtından indirilip
yerine 39 derece ateş oturtulmalı; kıskançlık yerini siyatik ağrılarına bırakmalı;
uykusuzluk kötü adamın rolünü oynamalı ve kahraman, tatlı beyaz
bir şurup olmalı- o güve gözlü, tüylü ayaklı güçlü Prens, hani bir adı
da Chloral.

Hastaya dönersek. “Gripten yatağa düştüm” cümlesi o büyük tecrübeyi
ifade edebilir mi; dünyanın nasıl şekil değiştirdiğini; iş araçlarının nasıl
uzak göründüğünü; şenlik seslerinin tarlaların ötesinden duyulan atlıkarınca
gibi romantikleştiğini; ve arkadaşların nasıl değiştiğini, bütün bir hayat,
açık denizdeki gemiden görülen bir kara manzarası gibi silik öyle uzakta
dururken, kimisi tuhaf bir güzelliğe bürünmüş, ötekiler şekilsizleşip bodur
bir kaplumbağaya benzemişler; ve hasta bazen herşeyin üstünde, ne bir insanın
ne de Tanrı ‘nın yardımına ihtiyacı var ve bazen hizmetçinin terslenmesinden
sinmiş, yerde sürünmekten memnun- tecrübe aktarılamaz ve bütün
bu aptal şeylerde her zaman olduğu gibi, onun acısı arkadaşlarına kendi
griplerini, geçen Şubat ayında ağlamaya fırsat bulamadan geçip gitmiş ve
şimdi acıyı paylaşmanın kutsal iç rahatlığıyla haykırarak çaresizce feryat
ettikleri kendi ağrılarını ve acılarını hatırlatmaya yarıyor.

Ama acıyı paylaşmak, işte bu mümkün değil. Bilgelerin bilgesi Kader hayır
diyor. Eğer, şimdiden hüzünle dolu olan çocuklar bir de annelerinin yükünü
sırtlarına alsalardı, kendi acılarına tasavvur edebildikleri diğer acıları katsalardı
binalar yükselmezdi; yollar otların arasında kaybolurdu; müziğin ve
resmin sonu gelirdi ve bir büyük iç çekiş göğe yükselirdi ancak; ve kadınların
ve erkeklerin davranışlarına yalnızca korku ve keder hakim olurdu.
Ama bu durumda her zaman ilgiyi dağıtacak bir şeyler bulunur- hastanenin
köşesinde bir laternacı, cezaevi ya da ıslahevinin önünden geçerken vitriniyle
insanın aklını çelen bir kitapçı ya da oyuncakçı dükkanı, bizi ihtiyar
dilencinin keder hiyeroglifini sefaletin acısı üstüne ciltlere dönüştürmekten
alakoyan tuhaf bir kedi ya da köpek; ve böylece bu acı ve disiplin duvarları­
nın, bu kupkuru hüzün simgelerinin bizden beklediği o büyük şefkat tedirgince
başka bir zamana bırakılır. Şefkat, bugünlerde hantal ve başarısız
insanlar tarafından dağıtılıyor, çoğunlukla, yarışı ter ketmiş, fantastik ve
kazançsız yolculuklara harcayacak vakitleri olan kadınlar tarafından ( bu
kadınlarda eski olan, çok tuhaf bir şekilde anarşi ve yenilikle yanyana
varolur); örneğin C.L., hastaodasının küllenmiş ateşi önünde otururken,
ölçülü ve yaratıcı dokunuşlarla bir anda fidanlık çitini, ekmek somununu,
lambayı, sokaktaki laternayı ve bütün ihtiyar kadınların söz dinlemeyenler
ve haylazlıklar üstüne anlattığı masalları kuruverir; telaşlı, alicenap A.R.,
kederinizi hafifletmek için dev bir kaplumbağa istediğinizi ya da biraz
neşelenmek için eski bir ud olsa … dediğinizi duysa, Londra’nın altını üstü­
ne getirir ve ne yapıp edip gün bitmeden onları paketlenmiş bir şekilde
önünüze koyar; ipekler giyen, tüyler takan uçarı K.T., pudrası ve makyajıyla
(bu da bir zaman alır) Kral ile Kraliçe’nin davetine gidecek gibi süslenip,
bütün parlaklığını hastaodasının kasveti içinde harcar, dedikoduları ve taklitleriyle
ilaç şişelerini çınlatır, ateşi canlandırır. Ama bu budalalıkların çağı
çoktan geçti; medeniyet başka bir hedefe doğru ilerliyor; artık kaplumbağanın
ve eski udun ne gibi bir anlamı olabilir?

İtiraf etmek gerekir ki (ve hastalık büyük bir günah çıkartma odasıdır)
hastalıkta, çocukça bir açıksözlülük vardır; sağlığın ihtiyatlı saygınlığının ,
sakladığı şeyler söylenir, gerçekler ağızdan dökülür. Örneğin şefkat hakkında
– onsuz da yaşayabiliriz. Her figanın yankısını bulduğu, insanların ortak
ihtiyaçlar ve korkularla birbirine bağlandığı ve birinin bileğindeki seğirmenin
diğerini sıçrattığı, başımızdan ne kadar tuhaf bir şey geçse de diğerlerinin
de aynı tecrübeyi yaşamış olduğu, zihnimizde ne kadar uzağa yolculuk
etsek de birilerinin oraya bizden önce varmış olduğu bir dünya, tamamiyle
bir yanılsamadır. Bırakın başkalarının ruhlarını tanımayı, kendi ruhlarımızı
tanımıyoruz. insanlar yolun hepsini elele yürümüyorlar. Herbirinde el değ­
memiş bir orman; kuş izlerinin bile olmadığı karlarla kaplı bir tarla var.
Buralarda yalnız gidiyoruz ve böylesini daha çok seviyoruz. Her zaman
şefkat görmek, her zaman eşlik edilmek, her zaman anlaşılmak dayanılmaz
olurdu. Ama sağlıkta, güleryüzle görüntüyü sürdürmek zorundayız- iletişim
kurmak, medenileştirmek, paylaşmak, çölleri ıslah etmek, ilkelleri eğitmek
ve oyuna katılmak için gece gündüz birlikte çalışmak zorundayız. Hastalıkta
bu uygar göstermece sona erer. Artık gideceğimiz yer yataktır ya da bir
sandalyede yastıkların arasına gömülürüz, hatta ayağımızı birkaç santim
kaldırıp diğerinin üstüne atar, doğrular ordusunun savaşçıları olmaktan
vazgeçeriz; kaçak oluruz. Onlar savaşa yürürler. Biz ırmaktaki tahta parçalarıyla
birlikte sürükleniriz; çayırdaki kuru yapraklarla alt alta üst üste
sorumsuz ve kayıtsız, belki de yıllardır ilk kez çevremize bakmayı beceririz,
yukarıya bakmayı- örneğin gökyüzüne.

Bu olağandışı görüntünün bıraktığı ilk izlenim tuhaf bir biçimde etkileyicidir.
Normal zamanlarda bir süre için bile gökyüzüne bakmak mümkün
değildir. Umumi bir gökyüzü-gözleyicisi yayaları engelleyecek, onların düzenini
bozacaktır. Gökyüzünün yakalayabildiğimiz parçaları bacalar ve kiliseler
tarafından bozulur; gökyüzü, iyi ya da yağışlı havayı simgeleyen, pencereleri
altın rengine boyayan ve dalların içine dolarak sonbahar meydanlarındaki
sonbahar çınarlarının acıklı tablosunu tamamlayan bir fondur. Şimdi,
boylu boyunca uzanmış dosdoğru yukarıya bakarken, gökyüzünün öyle
farklı olduğunu keşfediyoruz ki, bu gerçekten şaşırtıcı. Demek gökyüzü
hep böyleydi ve biz farkında değildik!-birbiri ardınca oluşan ve parçalanan
şekiller, bulutların birbiriyle mücadelesi ve ardı arkası kesilmeyen bir gemiler
ve vagonlar silsilesinin Kuzeyden Güneye taşınması, ışık ve gölgenin
bu sürekli inip kalkan perdesi, güneşi örtüp açarak, kayalardan siperler
kurup rüzgirla sürükleyerek, altın oklar ve mavi gölgelerle yapılan bu sonsuz
deney- yıllar boyu harcanan kimbilir kaç milyon beygir-gücü enerjinin,
kendi arzularımızı gerçekleştirmek için bize kalan artıklarıyla gerçekleştirdi­
ğimiz bu sonu gelmeyen uğraş. Bu gerçek üzerine düşünmemiz ve hatta
bu durumu kınamamız gerekiyor. Neden birileri The Times gazetesine yazmıyor?
Yararlı olurdu. Bu devasa filmin sürekli boş salona oynamasına
izin verilmemeli. Ama biraz daha seyredince, gıcıklanan yurttaşlık ateşini
bir başka duygu bastırıyor. Bu kusursuz güzellik aynı zamanda kusursuz
bir acımasızlıktır. Zevk ile, insanların çıkarları ile ilgili olmayan bir maksat
uğruna sınırsız kaynaklar harcanıyor. Eğer hepimizi hareketsiz yüzükoyun
yere yatırsalardı, gökyüzü gene de mavileri ve altınlarıyla deneyler yapmaya
devam edecekti. Belki o zaman, yerde, çok küçük, yakın ve tanıdık birşeye
bakınca, şefkati bulacağız. Gülü inceleyelim. Onu, vazolarda açarken o
kadar çok gördük, onun olgunluğuyla· güzellik arasında o kadar çok bağlantı
kurduk ki, bütün bir öğleden sonra toprakta nasıl öylece sakin ve kıpırdamadan
durduğunu unuttuk. Çok asil ve vakurdur. Yapraklarının kızarışı
eşsiz bir doğruluk örneğidir. Bazen bir çiçek, belki kasten düşer; bazen
bütün çiçekler, şehvetli mor, soluk tenine karışmış vişne suyunun dalgasını
taşıyan krem renkli; glayoller; yıldızçiçekleri; ruhani ve dindar leylaklar;
resmi mukavva yakalarıyla kayısı ve kehribara çalan çiçekler, hepsi başlarını
usulca rüzgara bırakırlar- günebakanlar dışında; onlar öğle vaktinde gururla
kendilerini güneşe teslim ederler ve muhtemelen de geceyarısı aya terslenirler.
Çiçekler orda duruyor; ve insanlar bunlardan, varlıkların en sakini,
en kendi kendine yeteni olan bu çiçeklerden kendilerine dostlar edindiler;
tutkuyu simgeleyen, şenlikleri süsleyen, ölülerin yastığında (sanki hüznü
asıl tanıyan onlarmış gibi) duran çiçeklerden. Ne mutlu ki, şairler Tabiat’ta
bir din buldular; bitkilerden feyz almak için kırlarda yaşayanlar var. İnsanı
rahatlatan, çiçeklerin kayıtsızlığıdır. Zihnin, hiçbir insanın ayak basmadığı
karlı vadisi bir bulut tarafından ziyaret edilir, düşen bir yaprak tarafından
öpülür; nasıl başka bir alanda, büyük sanatçılar, Mil ton ‘lar, Pope’lar bizden
yana düşünceleriyle değil, unutkanlıklarıyla gönlümüzü avutuyorlarsa.

Bu sırada, gökyüzü ne kadar kayıtsız, çiçekler ne kadar kibirli de olsa,
doğrular ordusu, karıncanın ya da arının kahramanlığıyla savaşa yürür.
Mrs. Jones trenini yakalar. Mr. Smith arabasını tamir eder. İnekler sağılmak
için eve getirilir. Erkekler damı onarır. Köpekler havlar. Ekinlere dadanmış
kargalar kalktıkları sırayla inerler karaağaçların üstüne. Hayat dalgası,
yorulmadan kendini dışa vurur. Yalnızca boylu boyunca uzanıp bakanlar
bilir ki Tabiat sonunda kazanacağını saklamaya gerek görmez; dünya
soğuyacaktır; ayazla kaskatı kesildiğimizde kendimizi tarladan tarlaya
sürüklemekten vazgeçeceğiz; fabrikanın ve makinanın üstü buz tutacak; gü­
neş gidecek. Öyle de olsa, bütün dünya kaygan bir tabakayla örtüldüğünde
bile, bir titreşim, zemindeki bir düzensizlik eski bir bahçenin sınırını çizecek
ve orada, yıldızların altında cesurca başını uzatarak bir gül çiçek açacak,
çiğdem alev alev yanacak. Ama herşeye rağmen, hayat bize kanca atmış
olduğu iiirece debelenmek zorundayız. Donmuş tepecikler olmayı kolay
kolay kabul edemeyiz. Uzanıp öylece yatanlar bile, ayak parmaklarının
donabileceği akıllarına geldiği an ayağa fırlayacaklar ve evrensel umuttan
-Cennct’ten, Ölümsüzlük’ten- medet umacaklardır. Elbette, insanlar bunca
zamandır, çağlar boyu dilekler dilediklerinden, dilekleriyle bir şeyi ger­
çekleştirmeyi becerecekler; orada ayaklar basacak yer bulamasa da zihnin
huzur bulması için küçük bir yeşil ada olacak. İnsanoğlunun ortaklaşa
hayal gücü bu konuda kesin bir sınır çizmiş olmalıydı. Ama nerde! Morning
Post’u açıp Lichfield Piskoposu’nun Cennet’e gittiğini okuyoruz. Kiliseye
gidenlerin o heybetli mabedlere girmek için sıra olduğunu görüyoruz; en
kasvetli günde, en çamurlu yerlerde lambalar yakılıyor, çanlar çalıyor ve
dışarda sonbahar yaprakları uçuşsa da, rüzgarın iniltileri duyulsa da, umutlar
ve arzular, içerde inançlara ve kesinliklere dönüştürülüyor. Huzur içinde
görünüyorlar mı? Gözleri yüce inançlarının ışığı ile parlıyor mu? Bir tanesi,
Beachy Head’den doğruca Cennet’in kucağına atlamaya cesaret edebilir
mi? Ancak budalalar böyle sorular sorar; küçük inananlar topluluğu geride
kalır, sürüklenir, yoldan çıkar. Anne yıpranmış, baba yorgundur. Cennet’i
hayal etmek için zamanları yoktur. Cennet-kurmak şairlerin hayalgücüne
bırakılmalıdır. Onların yardımı olmazsa biz ancak boş şeylerle uğraşabilirizPepys
‘i Cennet’te hayal ederiz, kekik tepelerinin üstünde ünlü kişilerle kü­
çük söyleşiler uydururuz, çabucak Cehennem’de kalmış arkadaşlarımız hakkında
dedikoduya dalarız, ya da daha kötüsü dünyaya geri döner ve seçmekte
bir mahsur olmadığına göre, üstüste yaşamayı seçeriz, önce bir erkek,
sonra kadın, bir kaptan ya da saray hanımefendisi, Hükümdar ya da çiftçinin
karısı olarak, debdebeli şehirlerde veya uzak ormanlarda, Perikles’in
ya da Arthur’un, Şarlman’ın ya da George’un devrinde yaşamayı, bir daha
yaşamayı, ilk gençliğimizde çevremizde dolanan ve sonradan “Ben” tarafından
bastırılmış olan taslak hayatları sonuna kadar yaşamayı seçeriz. Ama
iş dileklerimize kalacaksa, “Ben”, Cennet’e hakim olup, burda William ya
da Alice olarak hangi rolleri oynamışsak, orada da bizi sonsuza kadar
William ya da Alice olmaya mahkum edemez. Kendi kendimize bırakıldığı­
mızda işte böyle bayağı şeyler düşünürüz. Bizim için hayaller kurması için
şairlere ihtiyacımız var. Cennet-kurma görevi Şair-i Azam’ın bürosuna sevkedilmeli.

Gene de dönüp dolaşıp şairlere geliyoruz. Hastalık, bizi düzyazının dikte
ettiği yorucu seferberliğe karşı ilgisiz kılar. Bölümler ardarda ilerlerken
bütün melekelerimize hakim olup aklımızı, yargımızı ve hafızamızı toparlamakta
güçlük çekeriz, tam bir yere alışmışken, yeni gelene dikkat etmemiz
gerekir, ta ki bütün yapı -kemerler, kuleler ve siperler- temelleri üstünde
sağlam bir şekilde yerlerine yerleşene kadar. Roma imparatorluğunun Gerilemesi
ve Çöküşü grip için hiç de iyi bir kitap değildir, ne de Altın Kase
ya da Madam Bovary. Öte yandan, rafa kaldırılmış bir sorumluluk ve
askıya alınmış bir akılla -hasta birinden kim eleştiri bekler, ya da yatalaktan
sıhhatli bir fikir?- diğer tadlar ortaya çıkıverirler; aniden, kesik kesik, yo­
ğun. Şairlerin çiçeklerini talan ederiz. Birkaç satırı çeker alır ve zihnin
derinliklerinde açılmalarını bekleriz:

and oft at eve
Visits the herds along the twilight meadows
wandering in thick flocks along the mountains
Shepherded by the slow unwilling wind.1

Ya da Hardy’nin bir dizesinden, La Bruyere’in bir cümlesinden üzerinde
uzun uzadıya düşünülecek, üç bölümlük koskoca bir roman çıkarırız.
Lamb’in mektuplarına dalarız -bazı düzyazı yazarları şair olarak
okunmalıdır- ve “Ben hunhar bir zaman katiliyim ve şimdi onu yavaş yavaş
öldüreceğim. Ama yılan hayat dolu.” bölümünü buluruz, sevincimizi kim
tarif edebilir? Ya da Rimbaud’yu açar ve

O saisons o chateaux
Quelle ame est sans defauts?2

dizelerini okuruz ve kim bu sıcaklığa mantıklı bir açıklama getirebilir? Hastalıkta
sözcüklerin mistik bir niteliği vardır sanki. Yüzeydeki anlamların
gerisindekini kavrarız, sezgilerimizle ordan hurdan birşeyler toparlarız -bir
ses, bir renk, kah bir vurgu kah bir duraklama- sözcüklerin fikirlere oranla
daha yavan olduğunu bilen şair bunları sayfa boyunca serpiştirmiştir, bir
araya geldiklerinde ne sözcüklerin ifade edebileceği ne de aklın açıklayabileceği
bir rutı halini harekete geçirsinler diye.

Hastayken anlaşılmazlığın üzerimizde müthiş bir etkisi vardır, doğrular ordusunun
normal olarak izin vereceğinden daha kabul edilebilir bir durumdur
bu. Sağlıklı zamanlarda, anlam sesin haklarına tecavüz etmiştir. Aklı­
mız duygularımıza hakim olur. Ama hastayken polis izne çıkar, Mallarme
ya da Donne’un zor anlaşılır bir şiirinin, Latince ya da Yunanca bir bölü­
mün yavaşça altına sızarız; o zaman, sözcüklerin kokuları yayılır, özleri
damlamaya başlar ve eğer sonunda anlamı kavrıyorsak, bu, bize önce
duyularla, damak yoluyla, tuhaf bir koku gibi burun deliklerimizden gelen
çok daha zengin bir anlamdır. Dilimizi bilmeyen yabancılar bizden daha
şanslılar. Çinliler, Anthony ve Kleopatra ‘nın sesini bizden daha iyi tanıyor
olmalılar.

Cüret, hastalığın bir özelliğidir -kanundışı olduğumuza göre- ve Shakespeare’i
okurken ihtiyacımız olan şey cürettir. Onu okurken uyuklayalım demiyorum,
ama onun şöhretinin sıkıcı ve yıldırıcı olduğunu ve bütün eleştir-
menlerin bütün görüşlerinin, içimizdeki o gürüldeyen inancı körelttiğini iyi.
bilerek, bunun farkında olarak okuyalım, çünkü eğer bu inanç bir yanılsamaysa,
halA yararlı bir yanılsama, müthiş bir zevk ve büyük yazarlar okumak
için çok etkili bir itici güç. Shakespeare giderek kokuşuyor; koruyucu
bir hükümet pekalA Shakespeare hakkında yazı yazılmasını yasaklayabilir, zaten,
karalayıcı ellerden uzak olsun diye anıtını da Stratford’a koydular.
Çevrede, eleştiri adına bu kadar çok gürültü olunca, insan kendi kendine
yorum yapmaya kalkışabilir, sayfanın kenarına notlar alabilir; ama bunları,
birinin daha önce söylediğini bilmek ya da daha iyi söylediğini bilmek
bütün şevki öldürür. Hastalık bütün yüceliğiyle herşeyi bir kenara iter ve
bizi Shakespeare ile karşı karşıya bırakır. Onun kibirli gücünün ve bizim
kibirli küstahlığımızın araya koyduğu perde ortadan kalkar, düğümler çözü­
lür, beynimiz Lear ya da Macbeth ile çınlar ve yankılanır ve hatta Coleridge
bile uzaktan cıyaklayan bir fare gibi kalır.

Bu kadar Shakespeare yeter – biraz da Augustus Hare’e dönelim. Onda
bu tür bir geçişi hastalığın bile sağlayamayacağını söyleyenler var; iki Asil
Hayatın Hiklyesi’ nin yazarı, Boswell ile boy ölçüşemez deniyor ve eğer
edebiyatta en berbatı sıradanlıksa, en iyiyi bir kenara bırakınca en kötüyü
seviyorsak, Hare, ikisi de değil. Bırakın öyle olsun. Yasa normalden yana.
Elbette Hare, Waterford ve Canning’in adı geçince bunların müşfik ihtişamıyla
ateşi hafifçe yükselenler için. Tabii ilk yüz sayfada değil. Buralarda,
bu tür kalın ciltlerde çoğunlukla olduğu gibi, bata çıka ilerliyoruz ve bir
amcalar ve teyzeler bolluğunun içinde kaybolma tehlikesi geçiriyoruz. Atmosfer
diye birşeyin olduğunu hatırlatmak zorunda kalıyoruz kendimize;
hani ustalar, zihnimizi bir yere doğru, artık nereye doğruysa -bir sürpriz
ya da sürprizsizliğe- hazırlamak için bizi dayanılmaz bir şekilde bekletirler
ya. Hare de hiç acele etmiyor; tılsım bizi yavaşça farkında olmadan etkisi
altına alıyor, içimizde herşeyin tuhaf olduğu hissi kalsa da adım adım nerdeyse
aileden biri oluyoruz ve Lord Stuart odayı. terkedince -o sırada bir
balo olmakta- ve sonra da İzlanda’dan haberi gelince, ailenin çaresizliğini
paylaşıyoruz. Partiler beni sıkıyor, demişti -evlilikten önce akıllarını işin
içine karıştırıp zihinlerinin o saf hususiyetini bozan İngiliz aristokratları
böyledir işte. Partiler onları sıkar, onlar da İzlanda’ya giderler. Sonra da
Beckford’un şato yapma merakının saldırısına uğruyor; bir Fransız şatosunu
kaldırıp Manş Denizi’nden taşımak, hizmetçilerin yatak odaları olarak
kullanılmak üzere, büyük masraflarla kuleler ve burçlar dikmek zorunda,
üstelik kaymaya hazır bir uçurumun kıyısına, ki hizmetçiler süpürgelerini
aşağıya, Solent’e düşürsünler ve Lady Stuart çok üzülsün ama asil bir
leydi olarak durumu olduğu gibi kabul edip bu perişanlık karşısında çiçek
yetiştirmeye başlasın. Bu arada kızlar, Charlotte ve Louisa, o emsalsiz gü­
zellikleriyle, ellerinde kalemleri sonsuza kadar resim yapmaya, bir sis bulutunun
içinde dansetmeye, flört etmeye hazırlar. Çok açık seçik değiller,
bu doğru. Çünkü o zamanın hayatı, Charlotte ve Louisa’nın hayatı değil.

Alilelerin ve toplulukların hayatı. Geniş bir alana yayılan ve her türden
kuzeni, işsiz güçsüzü ve eski hizmetlileri kapsayan bir ağ, bir şebeke. Teyzeler
-Caledon Teyze, Mexborough Teyze-, büyükanneler- Büyükanne Stuart,
Büyükanne Hardwicke- hepsi bir araya toplanır, sevinir, üzülür, Noel yemekleri
yer ve çok yaşlanır ve hep dik kalırlar; yüksek arkalıklı sandalyelere
oturup, renkli kağıtlardan olsa gerek, çiçekler keserler. Charlotte, Canning
ile evlenip Hindistan’a gider; Louisa, Lord Waterford ile evlenir ve İrlanda’ya
gider. Sonra bu uzak mesafelerde yavaş gemilerle mektuplar gidip
gelmeye başlar ve iletişim, iyiden iyiye uzatılmış ve laf kalabalığına dökülmüş
bir hale gelir, Viktoryen dönemin bu ilk zamanlarında mekinın ve
boş zamanın sonu yok gibidir; inançlar kaybedilir, Hedley Papazları’nın
hayatı onları yeniden canlandırır; teyzeler soğuk alır ama iyileşir; kuzenler
evlenir; İrlanda’da kıtlık ve Hindistan’da isyan vardır ve iki kızkardeş
de, yerlerine geçecek çocukları olmadığı için büyük ama sessiz kederleriyle
birlikte yaşarlar. Lord Waterford bütün gün avda olduğu için İrlanda’da
terkedilmiş olarak yaşayan Louisa çoğunlukla yalnızdır; ama ünvanına sıkı
sıkı sarılır, yoksulları ziyaret eder, teselli cümleleri sarf eder (Anthony
Thompson’ın aklını, yani hafızasını kaybetmiş olmasına inanın üzüldüm,
ama eğer bir tek Kurtarıcımıza inanacak kadar aklı yerindeyse, başka bir
şeye ihtiyacı yok demektir.) ve çizer, çizer. Akşamın mürekkeple çizilmiş
resimleriyle binlerce defter dolar, marangoz ona tuvaller hazırlar ve o, okuldaki
sınıfların duvarlarına freskler yapar, yatak odasına koyunlar getirir,
av bekçilerinin sırtına battaniye örter, bol miktarda Kutsal Aile tablosu
boyar ve sonunda büyük Watt ailesi, işte Titian’ın ayarı, Raphael’in ustası,
diye haykırır. Bunun üzerine Lady Waterford güler (cömert ve müşfik bir
mizah anlayışı vardır) ve kendisinin yalnızca çiziktirdiğini söyler, hayatında
ders bile almamıştır, işte bakın, meleğin kanatları göze batacak şekilde
yarım kalmış. Bunların üstüne bir de, babasının giderek denize kayan evini
desteklemek, arkadaşlarını eğlendirmek, Lord’u avdan gelene kadar günlerini
çeşitli hayır işleriyle doldurmak zorundadır; kocası geldiğinde, çoğunlukla
geceyarısı olur bu, elinde resim defteri onun yanındaki lambanın altına
oturur ve onun şövalyelere benzeyen yüzünü bir çorba kasesinin arasından
resmeder. Sonra o, gene bir savaşçı heybetiyle yola düşer ve Lady Waterford
ona el sallarken her seferinde, ya onu bir daha göremezsem diye
düşünür. Ve gerçekten öyle olur, o kış sabahı Lord Waterford, atı tökezleyince
düşer ve ölür. Lady Waterford, haberi almadan önce biliyordur bunu;
ve cenaze günü merdivenlerden indiği sırada onu, cenaze arabasının arkasından
bakarken gören Sir J ohn Leslie, bu muhteşem leydinin güzelliğini asla
unutamayacaktır, ne de, geri döndüğünde, onun ıstırap içinde kavradığı
Viktoryen dönemin ortalarına özgü, muhtemelen pelüş, ağır perdelerin nasıl
bumburuşuk olduğunu.

Çeviren: Meltem Ahıska

1 ve sık sık akşam vakti
Alacakaranlıkta çayırlara yayılmış sürüleri görmeye gider.
Gönülsüz durgun rüzgarların çobanlığında dağların etrafında dolaşan kalabalık sürüleri

2 Ey mevsimler, ey şatolar
Hangi ruh hatasızdır?

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Mecazlar Üstüne – Franz Kafka

Next Story

“Yazdıklarım cehalet ve iktidarsızlıktan besleniyor” Samuel Beckett – Orhan Koçak

Latest from Felsefe

Nietzsche

FRIEDRICH NIETZSCHE: Felsefede “Akıl”

Felsefede “Akıl” 1 Soruyorlar bana, nedir filozoflardaki bütün bu alerji diye?… Sözgelimi tarih duygusu eksiklikleri, oluşun düşünülmesine bile duyduktan nefret, Mısırcılıkları.[17] Bir davayı tarihsellikten
Go toTop