Hayvan Haklarına Giriş, Gary L. Francione

Hayvan hakları kuramcılarından biri olan Gary L. Francione’nin, Hayvan Haklarına Giriş -Çocuğunuz mu Köpeğiniz mi? (Introduction to Animal Rights. Your Child or the Dog?) adlı yapıtında hayvanları koruma kanunlarında temel alınacak kadar yaygınlaşan ?insanca muamele? ilkesinin pratikte hiçbir hükmünün olmadığını savunuyor. Ona göre, hayvanlar insanların malı olduğu sürece, hayvanların acısını azaltmaya yönelik hukuksal düzenlemeler bir anlam ifade etmeyecektir. Çünkü mal sahibinin çıkarları, her zaman malının çıkarlarından öncelikli olacak ve bu gibi durumlarda hayvanların payına yine zulüm düşecektir. Francione, hayvanlarla ilgili görülen davalardan örnekler vererek, hayvanlara yönelik bariz işkencelerin bile mevcut hukuk sistemlerinde nasıl meşrulaştırıldığını gösteriyor. Ona göre, kölelik sorunu nasıl ki kölelerin durumlarını düzelterek çözülemediyse, hayvanların kurtuluşu da ancak hayvanların mal statüsüne son verilmesi ile mümkündür. “Ben hissetme yetisine sahip tüm varlıkların tek bir hakka sahip olmaları gerektiğine inanıyorum: Mal yerine konmama, insanların amaçlarına hizmet etmek dışında da bir değer taşıma hakkı. Introduction to Animal Rights: Your Child or the Dog? adlı son kitabımda eğer hayvanlara bu yegane hakkı tanımazsak, çıkarlarını ne kadar ciddiye aldığımızı iddia edersek edelim, onları salt mülkten ibaret varlıklar olarak görmek durumunda kalacağımızı öne sürdüm. Şu anda olan da tam olarak bu: Hepimiz hayvanların çıkarlarını ciddiye aldığımızı iddia ediyoruz, ama içinde yaşadığımız toplum gerçekte hayvanlara da herhangi bir mülkmüş gibi davranıyor. Ama hayvanlara mülk yerine konmama şeklindeki bu yegane hakkı tanırsak, hayvan sömürüsünü düzenlemenin ötesine geçerek onu tamaman ortadan kaldırmaya karar vermiş oluruz; çünkü hayvanları gıda olarak, deneylerde, ürün testlerinde, eğlence sektöründe ve giysi yapımında kullanırken onların mülkten başka bir şey olmadıkları varsayımına dayanıyoruz. Hayvanların mülk yerine konmama hakkı olduğunu kabul edersek, yeni evcil hayvanlar hayata getirmeye tamamen son vermemiz gerekir. Benim derdim bir ineğin çiftçiye karşı dava açma hakkı olup olmaması değil, her şeyden önce niye böyle bir hayvanın var olduğu.” Gary L. Francione

ÖNSÖZ
Alan Watson

Siyasî ve sosyal tarihimize kayıtsızlık damgasını vurur: köle adı verilen insanlara karşı, beyaz olmayanlara karşı, eşcinsellere, kadınlara ve hayvanlara karşı kayıtsızlık. Baskıya karşı toplumsal isyan, genellikle aşırılıkla ve şiddetle kendini gösterir. Böyle olmadığında, aniden ve entelektüel bir fikrin sonucu olarak ortaya çıkabilir. Köleliğe karşı yürütülen mücadele tamamen olmasa da büyük ölçüde başarılı oldu ve hâlâ sona ermedi; ırk ya da cinsiyet ayrımcılığına, homofobiye karşı yürütülen mücadeleler de öyle. İnsan/hayvan ilişkileri etrafındaki tartışmaların uzun bir geçmişi var, ama ufukta herhangi bir çözüm görünmüyor. Yine de bence bu konudaki bakış açısı değişmek üzere. Profesör Gary Francione?nin bu cesur ve ufuk açıcı kitabının, biz insanların hayvanlara yönelik bakışımızda ve bu bakışın onlara karşı davranışlarımıza yansıma biçiminde bir dönüm noktası yaratacağına inanıyorum.

İnsan düşüncesi ile yaklaşımlarındaki köklü değişimler her zaman korkutucu ve sancılı olur. Pek çoğumuzun, mevcut durumun korunmasında büyük çıkarları vardır. Bağımsızlık Bildirgesi ?bütün insanların eşit olarak yaratıldığının, Tanrı tarafından yaşam, özgürlük ve mutluluğunu sağlamak gibi devredilemez bazı haklarla donatıldıklarının, kanıtlanmaya ihtiyacı olmayan hakikatler olduğunu? ilan ediyordu, ama unutmayın ki tam da aynı dönemde ABD sınırları içinde milyonlarca insan köle konumundaydı. Siyasî ve entelektüel liderler, bağımsız ülkelerinde kurmak istedikleri toplumun çatısını oluşturmak üzere bir araya geldiklerinde, hazırladıkları anayasada kölelik kurumu muhafaza edilmişti. Anayasa taslaklarını kaleme alanlar adil ve ahlaklı bir toplumun olmazsa olmaz unsurlarını belirlerken, köleliğin ahlakîliğini ciddi olarak sorgulamadılar. Her insanın içsel bir değer taşıdığı ilkesi üzerine kurulduğunu ilan eden bir toplum, bazı insanlara cansız nesnelerden farksız birer eşya gibi muamele edilmesinde hiçbir sorun görmeyen bir siyasî sistemi onayladı ve bu sistemden kâr sağladı. Yüksek ahlak değerlerine, derin dinî inançlara, hatırı sayılır eğitim düzeyine ve düşünme kabiliyetine sahip insanlar, bu trajik çelişkiyi göz ardı edip temelde kendilerinden farkı olmayan insanları ahlakî topluluktan dışlayabildiler.

Kölelik kurumu bazı insanları nesne konumuna soktuğundan, bir köle sahibinin, kendi çıkarına olduğu sürece, kölesinin her türlü çıkarını göz ardı etmesi yasaldı. Köleliği daha ?insanca? kılmak isteyenler, malını kendi çıkarları doğrultusunda kullanan bir köle sahibine karşı kölenin çıkarlarını koruyamazlardı. Özgürlük yolunda adım adım ilerlemek mümkün değildi. Kölelik kurumu, ?reform?larla düzeltilemezdi. Hâlâ başkalarının malı olan kölelere bazı haklar bahşetmek çözüm getirmezdi. Taktik ve insancıl reformlar yeterli olmadı. Sorun, kanlı çatışmaların ardından köleliğin toptan kaldırılmasıyla çözüldü.

Gary Francione, şimdi hayvanları kullanma biçimlerimize ve onlara yönelik davranışlarımıza meydan okuyor. Hayvanlara sözümona ?insanca? muamele etme ilkesi gibi bahanelerin arkasına gizlenmekten vazgeçip, bu dünyayı paylaştığımız hayvanlara karşı davranışlarımızla ilgili kanunların ve düzenlemelerin de gösterdiği gibi, onlara aslında ciddiye alınacak çıkarları olmayan birer nesne gibi davrandığımızı kabul etmemizi istiyor.

Peki nasıl oluyor da hayvanlara bu şekilde muamele edebiliyoruz? Hayvanlara ?iyi? davranmak gerektiği, hepimizin üzerinde anlaştığı ender ahlak kurallarından biri değil mi? Francione?nin kitabı, insanca davranış ilkesinin hayvanlara yönelik bakışımızın üzerini örten bir kılıf olduğunu ve hayvanların çıkarlarını ciddiye aldığımızı sanarak kendimizi kandırmamıza yol açtığını gösteriyor. Hayvanların çıkarlarını ciddiye alan bir toplum, başka yiyecek seçenekleri varken sırf etlerinin tadı hoşlarına gidiyor diye her yıl milyarlarca hayvanı öldürmezdi; sınaî hayvancılıkta ya da bilimsel deneylerde işkencelerle dolu bir hapis hayatı sürmelerine göz yummazdı; hayvanların rodeo ya da sirk gibi sözümona eğlencelerimiz uğruna acı çekmelerine izin vermezdi. Francione?nin, sözde insanca muamele ettiğimiz hayvanları bile nasıl sömürdüğümüzü gösteren keskin suçlamalarından sonra, hayvanlara karşı toplumumuzda zaten izin verilmeyen kötü muamele biçimleri düşünmek için hayal gücümüzü epey zorlamamız gerektiğini anlıyoruz.

Francione insanca muamele ilkesinin pratikte işe yaramamasını, ahlak kuramında bulunan ve hayvanlara yönelik zulme karşı yasalarda benimsenen kavramsal bir hataya bağlıyor. İnsanca muamele ilkesinin kökleri 19. yüzyılda yaşamış filozof ve hukukçu Jeremy Bentham?a dayanıyor. Bentham, hayvanların sözümona akıl sahibi olmadıkları ya da bir dili kullanarak iletişim kuramadıkları için insanların onlara eşya gibi muamele edebileceğini ve onlara karşı hiçbir dolaysız ahlakî yükümlülükleri olmadığını savunan görüşe karşı çıkıyordu. Bentham?a göre hayvanların ahlakî statüsü olduğunu gösteren tek özellik hissetme yetisi, yani acı ve ıstırabın farkına varmalarıydı. Ünlü bir pasajda şöyle diyordu: ?Yetişkin bir at ya da köpek, ussal kapasitesi ve iletişim yetileri bakımından, bir günlük, bir haftalık, hatta bir aylık bir bebekle kıyaslanamayacak kadar gelişmiştir. Kaldı ki öyle olmadığını farz edelim, bunun ne önemi olurdu? Asıl soru, ?akıl yürütebiliyorlar mı? ya da ?konuşabiliyorlar mı? değil, ?acı çekebiliyorlar mı? sorusudur.?

Francione?ye göre sorun şuydu: Bentham köleliğe karşı çıkıyor, ama hayvanların insanların malı olmalarını asla sorgulamıyordu. Dolayısıyla, insanların çıkarlarıyla hayvanlarınkini ?dengelemeyi? gerektiren ve bu yönüyle de hayvanların çıkarlarının ahlaken önemli olduğunu kabul eden insanca muamele ilkesi pratikte işe yaramamaya mahkûmdu, çünkü Bentham?ın dönemine göre ilerici sayılan görüşü çerçevesinde bile hayvanlara hâlâ sadece insanların kaynağı olarak bakılıyordu. Yani insanca muamele ilkesi bile hayvanların birer nesne olduğunu onaylıyordu.

Francione, köleliğin kaldırılmasından çıkarsadığımız en az bir ders olduğunu söylüyor: Bir insan ahlakî topluluğa dahil olacaksa, o insana salt başka insanların amaçlarına hizmet eden bir araç muamelesi edilemez. Bir insan başka bir insanın kaynağı olamaz. Hayvanların çıkarlarını ciddiye alma iddiasındaysak, onlara, sadece insanca muamele etmekle yükümlü olduğumuz birer kaynak olarak bakmaya devam edemeyiz. Francione, çıkarları haklarla korunan bir grup ile böyle bir korumadan yoksun olan bir diğer grup arasındaki çıkar çatışmalarını çözme iddiasında olan ?melez? sistemlerin, ikinci grubun mensuplarının çıkarlarını koruyamayacağını savunuyor.

Francione?nin kuramının özgün yanı, Tom Regan?ın The Case for Animal Rights?ta yaptığı gibi geleneksel liberal hak kuramına dayanmıyor olması; ya da Hayvan Özgürleşmesi adı kitabında doğrudan Bentham?a dayanan bir kuram geliştiren Peter Singer gibi faydacı kuramdan yararlanmaması. Francione, ister hak anlayışına, ister faydacılığa, ister eko-feministlerin ?şefkat etiği?ne dayansın, her ahlak kuramının parçası olması gereken eşit gözetilme ilkesi uyarınca hayvanlara kaynağımız olarak muamele etmeyi ve onları kaynağımız olarak kullanmayı reddetmemiz gerektiğini savunuyor. Bu gereklilik hayvanlara yönelik ahlakî yükümlülüklerimizle ilgili görüşlerimizde ciddi değişiklikler yaratacaktır, çünkü hayvanların nesne statüsünde olduğunu reddeden her kuram, hayvanların kullanılma biçimlerini kurallara bağlayıp ?insanca? hale getirmeyi değil, hayvanların sömürülmesine toptan son verilmesini hedeflemek zorundadır.

Francione, mülkiyetin tarihinden ve hayvanların, onlara sadece insanlarca biçildiği kadar değer taşımalarına dayanan ekonomik statülerinden yola çıkarak, doğru bir gözlemde bulunur: Hayvanlar salt birer meta olarak görülmeye devam ettiği sürece onlara karşı davranışlarımızda anlamlı değişiklikler gerçekleşmesi mümkün değildir. Ama asıl önemlisi, hayvanlar insan amaçlarına hizmet eden birer araç olarak muamele gördüğü müddetçe onların çıkarlarının hiçbir zaman insanlarınki kadar önemli görülmeyeceğini söyler. Tıpkı kölelikte olduğu gibi, eşit gözetilme ilkesi hayvanlara hiçbir zaman uygulanamaz çünkü onların çıkarları her zaman sistemli biçimde önemsizleştirilecektir. Sonuç olarak hayvanlar, Bentham?ın sözleriyle, ?değersizleştirilerek nesne sınıfına sokulacaklar?dır.

Francione?ye göre, benzer durumları benzer şekilde ele alma ilkesi uyarınca, insan olsun hayvan olsun hissetme yetisine sahip herhangi bir canlıya salt bir kaynak olarak muamele edemeyiz. Ona göre, hayvanların çıkarlarının herhangi bir ahlakî önemi olacaksa, onlara tek bir temel hakkı, eşya muamelesi görmeme hakkını tanımak zorundayız. Hayvanları sömürdüğümüz pratikleri kurallara bağlamak yerine, tümüne son vermeliyiz. Francione, hayvanlara nesne muamelesi etmememiz gerektiği ilkesinin ilk bakışta göründüğü kadar radikal olmadığını söyler, çünkü halihazırda hayvanlara ?gereksiz? acı çektirilmemesi gerektiğini savunuyoruz ve hayvanları kullandığımız durumların ezici çoğunluğu hiçbir bakımdan gerekli değil. Gerçek çatışma hallerinde ya da acil durumlarda insanların çıkarlarına öncelik verebiliriz ? örneğin yanan bir binadan sadece tek bir canlıyı kurtaracak kadar vaktimiz varsa, içerdeki hayvanın yerine insanı kurtarmayı tercih edebiliriz; ama hayvanlara nesne muamelesi ederek yapay çatışmalar yaratmaktan vazgeçmemiz gerekir.

Francione?nin sarih bir dille ve ikna edici bir şekilde ifade ettiği argümanlarını dikkatle okuyanlar, hayvanlara karşı davranışlarımızın, onların çıkarlarını önemsediğimiz iddiasıyla çeliştiğini göreceklerdir. Francione, hayvanlarla yeni ve bambaşka bir ilişki kurmamızın şart olduğunda, kurumlarımızı, sanayimizi, çevreyle ilişkilerimizi köklü biçimde değiştirmemiz gerektiğinde ısrar eder.

Rahatsızlık verici gerçeklerle yüzleşmek kolay değildir. Francione bize hayvanlara karşı davranışlarımızın gerçek yüzünü gösteriyor. Ve hayvanların çıkarlarını ciddiye aldığımız iddiasını buna rağmen öne sürüp süremeyeceğimizi düşünmemizi istiyor. Francione, inkârımızın karanlıkta bıraktığı noktaları aydınlattığında, hayvanları sömürmemizi meşrulaştırmak için ileri sürdüğümüz gerekçelerin, tıpkı kölelikte olduğu gibi, ziyadesiyle boş ve ikiyüzlü gerekçeler olduğunu görüyoruz. Francione?nin kuramı radikaldir, ama bütün devrimci fikirler gibi gayet basittir. Onun kuramında, ?Ben bir insanım? diye haykıran kölenin sesi yankılanır.

Francione?nin 1995?te yayınlanan Animals, Property, and the Law başlıklı kitabı, hayvanların hukukî statüsünün ciddi akademik çalışmalara konu olmasının başlangıcını temsil eder. Francione o kitapta hayvanların mal statüsünü net biçimde analiz etmiş, bugün hem üniversitelerde ve hem de popüler medyada devam eden tartışmanın ana hatlarını çizmiştir. 1996?da yazdığı Rain without Thunder: The Ideology of the Animal Rights Movement adlı kitabı, Amerikan hayvan hakları hareketi üzerine bir incelemedir. Francione söz konusu hareketin genel olarak hayvan hakları tavrını benimsemediğini, hayvanların sömürülmesine son vermek yerine sömürünün kurallara bağlanmasını hedeflediğini iddia eder.

Elinizdeki kitapta Francione, yaygın kabul gören ahlak görüşlerimizden yola çıkarak bir havyan hakları kuramı oluşturuyor. Hayvan etiğiyle ilgili zor meseleleri ele almasına rağmen, konuya ilgi duyan herkesin rahatlıkla anlayabileceği, olağanüstü açık bir dille yazmayı başarıyor. Keskin zekası, derin içgörüsü ve hayvan hakları alanında ülkenin önde gelen hukukçusu olarak edindiği engin birikimle Francione, insan/hayvan ilişkisine yönelik eski yaklaşımları sarsan bir analiz sunuyor ve bu ilişkiyi tanımlamak için yaratıcı ve etkili bir kuramsal temel sağlıyor.

Son dönemde ABD?de hukuk fakültelerinde açılan hayvan hakları derslerinin sayısındaki artış dikkat çekiyor. Kuşkusuz Francione?nin verdiği derslerin, kaleme aldığı eserlerin ve kamu davalarına yönelik incelemelerinin bu gelişmedeki payı çok büyük. Francione, meslektaşı Anna Charlton?la birlikte Rutgers Hukuk Fakültesi?nde on yılı aşkın bir süredir hayvan hakları hukuku dersi veriyor ve hayvanlarla ilgili davaları inceleyen tek hukuk fakültesi projesinin başkanı. Daha önce, ikimiz de Pennsylvania Hukuk Fakültesi?nde çalışırken, hukuk felsefesi dersinde hayvan haklarını işliyordu. Kendisiyle benzer görüşleri ifade eden başka insanlar olsa da, Francione?nin eserleri bu inceleme alanındaki standartları oluşturmuş bulunuyor.

Beni tanıyanlar, bu önsözü yazmış olmamdan ötürü şaşırabilirler. Çünkü yetişkin hayatımın büyük kısmında kuş ve balık avladım. Bugün bile, İskoçya?dan ayrılmamın üzerinden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen, en iyi dostlarım av ekibinden arkadaşlarımdır. Gary Francione?yle, derslerine girdiği arkadaşım Profesör David Yalden-Thomson vasıtasıyla tanıştım. David?le haftanın üç günü Virginia?da ördek ve kaz avına giderdik. Ama avlanmayalı yıllar oldu. Sık sık, balık tutma niyetiyle South Carolina?daki çiftliğimize gidiyorum. Ama oltalarımı en son ne zaman yanıma aldığımı bile hatırlamıyorum. Çiftlikte bir kulüp tarafından düzenlenen bir güvercin avı yapılacaktı, beni de çağırmışlardı. Onlara gidip gitmeme konusunda kararsız olduğumu söyledim. Sonunda gitmedim. Bir daha kuş öldüreceğimi hiç sanmıyorum. Hayvan eti yemeye devam ediyorum, ama çok daha ender olarak. Ama balık tutmaya devam edeceğim kesin. Yani bir çatışma yaşıyorum. Bunu açıklamaya çalışmayacağım, çünkü açıklayamam. Ama şunu söylemem şart: Eğer 1850?lerde, bugünküne benzer koşullarda (yani Güney?de, pamuk tarlalarıyla çevrili aile çiftliğimde) yaşıyor olsaydım, vicdanen (umuyorum ki) rahatsızlık duysam da, köleliğe karşı olmazdım.” Athens, Georgia 1 Mayıs 2000

“Mal Muamelesi Görmemek İçin Yegane Koşul, Hissetme Yetisidir” (Birikim Dergisi 05.03.2006) Yazar Gary L. Francione

Hayvan hakları yaklaşımı, hayvanların insanların sahip olduğu bütün haklara sahip olması gerektiğini mi savunuyor?

Hayır. Ben hissetme yetisine sahip tüm varlıkların tek bir hakka sahip olmaları gerektiğine inanıyorum: Mal yerine konmama, insanların amaçlarına hizmet etmek dışında da bir değer taşıma hakkı. Introduction to Animal Rights: Your Child or the Dog? adlı son kitabımda eğer hayvanlara bu yegane hakkı tanımazsak, çıkarlarını ne kadar ciddiye aldığımızı iddia edersek edelim, onları salt mülkten ibaret varlıklar olarak görmek durumunda kalacağımızı öne sürdüm. Şu anda olan da tam olarak bu: Hepimiz hayvanların çıkarlarını ciddiye aldığımızı iddia ediyoruz, ama içinde yaşadığımız toplum gerçekte hayvanlara da herhangi bir mülkmüş gibi davranıyor. Ama hayvanlara mülk yerine konmama şeklindeki bu yegane hakkı tanırsak, hayvan sömürüsünü düzenlemenin ötesine geçerek onu tamaman ortadan kaldırmaya karar vermiş oluruz; çünkü hayvanları gıda olarak, deneylerde, ürün testlerinde, eğlence sektöründe ve giysi yapımında kullanırken onların mülkten başka bir şey olmadıkları varsayımına dayanıyoruz. Hayvanların mülk yerine konmama hakkı olduğunu kabul edersek, yeni evcil hayvanlar hayata getirmeye tamamen son vermemiz gerekir. Benim derdim bir ineğin çiftçiye karşı dava açma hakkı olup olmaması değil, her şeyden önce niye böyle bir hayvanın var olduğu.

ABD?de hayvan hakları hareketinin şu anki durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?

ABD?de hayvan hakları hareketi falan yok. Sadece hayvanların ?insanca? sömürülmesini teşvik etmeye çalışan hayvan refahı hareketi var. Hayvan haklarının kabul edilmesini sağlamak için, sömürünün toptan kaldırılması yönündeki temel hukuki ve felsefi tezleri anlamamız şart. Hayvanları sömüren bir sistemde reform yapmak mantıki açıdan imkansız, sömürüye son vermemiz gerek.

Bu tez mantıklı görünüyor. Peki ya iş, fikirlerinizi bir taban hareketiyle pratiğe taşımaya gelince?

Ben, mevcut [Peter Singer?in] hayvan hakları kuramının yerini alacak yeni bir kurama ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Hayalperest değilim. Sömürüye toptan son vermeyi hedefleyen bir kuramı benimsesek bile, sömürünün hemen ortadan kalkacağını düşünüyor değilim. Değişim ister istemez tedrici olacaktır. Ama açık hedefimiz bence sömürünün kaldırılması olmalı, tedrici değişimi de bu hedef şekillendirmeli.

Öte yandan, gerçekçi olmayan bir beklenti varsa o da şu: Kâr sağlamak amacıyla hayvanları kullanan işletmelerin kendi kendilerini denetleyeceğini düşünmek. ?İnsanca kesim? yasalarının uygulanması çok zor ve hayvancılık sektörünün ekonomik gerçeklikleri, işletmelerin bu tür standartlara kendiliklerinden uymalarını engelliyor. Dahası bu tür yasaların hayvanların acı çekmesini arttırdığını söyleyebiliriz, çünkü insanlar belli kurallar gözetildiği takdirde et tüketmek ya da hayvanları başka amaçlarla kullanmak konusunda kendilerini daha rahat hissediyor.

Sömürünün kaldırılmasını savunanların şu an için pratiğe yönelik olarak yürütebileceği herhangi bir kampanya olmadığını iddia edenlere karşı uzun zamandır aksini savunuyorum. Uluslararası hayvan hareketinin vejetaryen beslenmeyi teşvik etmek üzere bütünlüklü ve kararlı bir kampanya yürüttüğünü düşünün. Kaynaklarımızın önemli bir kısmının insanları neden hayvan ürünlerini tüketmemeleri gerektiği konusunda eğitmeye harcadığımızı düşünün. Beş yılın sonunda şüphesiz dünya nüfusunun tamamının vegan olmasını sağlayamazdık, ama ?süt danası yemeyin? türünden kampanyalara kıyasla hayvan ürünlerinin tüketimini çok daha aza indireceğimiz kesin.

Siz bir hukuk profesörüsünüz. Görüşlerinizin, sadece hukuk eğitimi almış insanları ilgilendirdiğini savunanlara yanıtınız ne olur?

Hukuk sisteminin sağlayacağı yararlar konusunda bir yanılgı içerisinde değilim. Veteriner hekimlerin ihmalleriyle ilgili davalar, hayvanlara işkence davaları ya da Hayvanları Koruma Yasası çerçevesinde görülen davalar hayvanların çektiği acıyı azaltma noktasında pek anlam taşımıyor ve hayvanların mülk statüsünü değiştirmede hiçbir etkileri yok. Yasalar çoğunlukla toplumdaki hâkim tavrı yansıtır, bu tavrı şekillendirmez.

İnsanlık manevi bir devrim yaşamadıkça insandışı hayvanlar sömürülmeye devam edecek. Ataerkil şiddete uyum ve müsamaha gösteren paradigmayı değiştirmeye çalışan öncü insanlar olmadan böyle bir devrim yaşanmayacaktır. Hayvan hakları davasında yer alan hukukçuların görevi, şu an için, sistemi değiştirecek başat güç olmak değil. Hukukçular olarak, bizler de mülkiyet haklarını koruyan bu sistemin bir parçasıyız. Hukukçular olarak görevimiz, eylemcileri savunmak. Bence işe yarar bir ?hayvan hakları? avukatı, bir sefer sivil itaatsizlikle suçlanan eylemcileri savunan bir ceza avukatı; başka bir sefer eylemcilerin gösteri izni almalarına yardımcı olan bir idari avukat; başka bir sefer derslerde canlı hayvanları kesip biçmek istemeyen öğrencilere ya da vegan yiyecekler isteyen mahkumlara yardımcı olan bir anayasa avukatı olur. Hukukçu eylemciyi korur ve ona hizmet eder. Paradigmayı değiştirecek olan, eylemcidir. Artan bir toplumsal konsensusu yansıtan müvekkiller olmadan avukat hiçbir işe yaramaz.

Devrimin şart olduğuna inanmakla birlikte, şu noktayı açıklığa kavuşturmama da izin verin: İster insanlara ister insandışı varlıklara yönelmiş olsun, şiddetin her türlüsüne kesin olarak karşıyım. Şiddet içermeyen eylem anlayışına bağlıyım. Benim sözünü ettiğim, manevi bir devrim: İnsanların -özellikle de diğer erkeklerin- şiddeti sorgulayıp reddetmesini sağlamaya çalışıyorum. Ataerkini ve bazı varlıkların -beyaz erkeklerin, zengin erkeklerin ya da genel olarak insanların- diğer varlıklardan daha değerli olduğunu fikrini yıkmak istiyorum.

İnsansı maymunların kişi olarak kabul edilmesini savunan çalışmalara ne diyorsunuz? Toplumu, mevcut sistemin içinde faaliyet göstererek, eşitlik meselesini ciddiye almaya yönelten bir hareket değil mi bu?

İnsansı maymunların kişi olduklarını savunan kampanya en azından iki sorunla malul: Öncelikle, bazı hayvanların sırf bize daha çok ?benzedikleri? için diğerlerinden daha üstün oldukları anlayışını pekiştiriyor. Bu da ?diğer? hayvanların büyük çoğunluğunun hiyerarşinin ?alt? basamaklarında kalması ve ?üst? basamaklara yerleşmeye hak kazanan ?özel? hayvanlarda bulunan insansı özelliklerden yoksun oldukları için bu hiyerarşide asla yükselemeyecekleri anlamına geliyor.

İkincisi bu kampanya sadece kuramsal açıdan zayıf olmakla kalmıyor, hayvanlar açısından da vahim pratik sonuçlara yol açıyor. Jane Goodall?dan esinlenip, çeşitli insansı maymunların bize ne kadar benzediğini kanıtlamak için daha çok deney yapmamız gerektiğini savunan yığınla bilişsel etolog türedi. İyi de, daha ne kadar ?araştırmaya? ihtiyaç var? Bu hayvanların, kurduğumuz hiyerarşide basamak atlayabilmesi için daha ne kadar ?bize benzemesi? gerekiyor? İnsansı maymunların karmaşık yaşamları olduğunu, bizimkiyle çarpıcı benzerlikler gösteren genetik bir yapıya sahip olduklarını zaten biliyoruz.

Ama Great Ape Project?te siz de yer almıştınız.

Doğru. 1993?te yazdığım ?Kişi Olma, Mülkiyet ve Cezaî Ehliyet? adlı makale Great Ape Project?te yer aldı, ayrıca Büyük İnsansı Maymunların Hakları Bildirgesi?nin imzacıları arasındayım. Büyük insansı maymunların hukuken kişi statüsünde olmalarını öne süren ilk hukuk kuramcısı da benim. Ama 1993 tarihli makelemde şunun altını özellikle çizmeye dikkat ettim: Büyük insansı maymunlar insanlara çok benziyor, bu benzerlik onların kişi olarak görülmesi için yeterli koşuldur ama gerekli koşul değildir. Kişi olmak için gereken özellik, hissetme yetisidir. İnsandışı bir canlı acıyı hissedebiliyorsa, o canlıya sadece amaçlarımıza ulaşmamızı sağlayan bir araç muamelesi etmemek ahlakî bir yükümlülüktür. Son kitabım Introduction to Animal Rights?ta da bu noktayı özellikle vurguladım: Bir nesne ya da mal muamelesi görmeme hakkına sahip olmak için yegane gerekli koşul, hissetme yetisine sahip olmaktır. Jane Goodall Afrikalıları şempanze yerine keçi yemeye davet ediyor. Neden? Şempanzeler keçilere nazaran ?bize daha çok benzedikleri? için mi? Bu benzerlik benim açımdan hiçbir anlam ifade etmiyor, Goodall?ın tavrı da hayvan hakları hareketiyle kesinlikle bağdaşmıyor.

Hissetme yetisi yerine bilme yetisinin temele alınması diğer hayvanlar açısından ne gibi anlamlar taşıyor?

Hayvan hakları savunucularının, papağanların matematiksel becerilerinden, arama kurtarma köpeklerinin üstün algılarından ve etkileyici yeteneklere sahip başka hayvanlardan söz ettiklerini görüyoruz ? özellikle de, zekâlarıyla şu ya da bu şekilde bize hizmet eden hayvanlar seçiliyor.

O halde kılavuz köpekleri hiç dünyaya getirmemek gerek.

Hayvan hakları konusunda ciddiysek, hayvanları kendi amaçlarımız uğruna dünyaya getirmekten vazgeçmeliyiz.

İnsanların, diğer hayvanlara karşı tavırları bağlamında ?ahlakî şizofreni?yle malul olduklarını söylüyorsunuz. Bununla tam olarak neyi kastediyorsunuz?

Bugün birçok insan evinde kedi, köpek ya da başka bir hayvan besliyor ve o hayvanı ailenin bir üyesi gibi görüyor. Gelgelelim, ailenin üyesi olarak gördükleri o hayvanlardan hiçbir farkı olmayan başka hayvanları yemekten de geri kalmıyorlar. Düşündüğünüz zaman, bunun tutarsız bir davranış olduğunu görüyorsunuz. Daha geniş bir açıdan baktığımızda, hayvanlara zorunlu olmadıkça acı çektirilmemesi gerektiği konusunda hemen hemen herkes hemfikirdir. Gelin görün ki, diğer hayvanları kullandığımız durumların yüzde 99.9?u herhangi bir zorunluluk içermiyor ve tek gerekçesi insanlara eğlence ya da kolaylık sağlaması. 2002 yılındayız. Artık hiç kimse sağlıklı yaşamak için et yemenin şart olduğunu savunmuyor. Hatta, giderek artan sayıda sağlık uzmanı et ve süt ürünlerinin insan sağlığı açısından taşıdığı zararlara dikkat çekiyor. Ayrıca, hayvancılık ekolojik bir felaket. Bir kilogram hayvansal protein üretmek için 5 ila 10 kilogram bitkisel protein harcanıyor ve bir kilogram et üretmek için harcanan su miktarı, bir kilogram tahıl üretmek için harcanan miktarın yüz katı. Et yemek için geçerli tek nedenimiz tadının güzel olması. Rodeolar, sirkler, hayvanat bahçeleri vs. için geçerli tek nedenimiz bizi eğlendirmeleri. Kısacası, Batı kültürü hayvan haklarını ciddiye aldığını iddia ediyor, hepimiz hayvanlara zorunlu olmadıkça acı çektirilmemesi gerektiğini savunuyoruz, yine de hiçbir zorunluluk içermeyen durumlarda hayvanlara acı çektirmekten ve onları öldürmekten geri kalmıyoruz. ?Ahlakî şizofreni? dediğim bu.

Kuramla ve eylemcilikle ilgili düşünceleriniz zaman içinde değişti mi?

Evet, değişti. İlk başta hayvan refahı yaklaşımını savunuyordum. Hayat koşullarındaki iyileştirmelerin, yavaş yavaş hayvan sanayiini ortadan kaldıracağını düşünüyordum. Ama yıllar geçtikçe şunu gördüm ki koşulların iyileştirilmesinin bizi götürebildiği tek yer koşulların biraz daha iyileştirilmesi. Bir toplama kampının varlığını protesto ediyorsanız, o kampın koşullarında iyileştirmeler yapılmasını talep eder misiniz? Etmezsiniz, çünkü bunu talep etmekle aslında o kampın var olmasında bir sakınca görmediğiniz mesajını vermiş olursunuz.

Kuramınızın ?ya hep ya hiç? yaklaşımını temsil ettiği, şu an hayatta olan ve acı çeken hayvanların hayat koşullarında iyileştirme talep etmemenin haksızlık olacağı iddia edilebilir. Hayvan hakları tanınıp yerleşene kadar uzun bir süre geçeceğine göre, bugün acı çekmekte olan hayvanlar için ne yapabiliriz?

Vegan olun ve günde en az bir saati ailenizi, arkadaşlarınızı, komşularınızı ya da sizi dinleyecek herkesi veganlığın ahlakî ve çevresel temelleri konusunda bilgilendirmeye ayırın. Sizi temin ederim ki bir yılın sonunda, hayvan sömürüsünün toptan kalkması yönündeki değişimi hazırlamak bakımından, kümes bataryalarının genişletilmesi ya da mezbahalarda hayvanların daha ?insanca? yöntemlerle kesilmesi için çalışmakla elde edeceğinizden çok daha büyük kazanımlar elde edersiniz.

Burger King?in ?veggie burger?i hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bir kere ?veggie burger? dedikleri şey, vegan yiyeceği değil. Burger, et ürünleriyle aynı ızgaranın üzerinde kızartılıyor, ekmeği de süt ürünü içeriyor. ?Veggie burger? vegan yiyeceği olsaydı bile, bence hayvan hakları savunucularının Burger King ya da McDonald?s gibi yerlerle işi olmamalı. Tabii ki oturduğumuz yerde hayvan hakları kuramını tartışıp duralım demiyorum. Vegan kampanyaları sonuna kadar destekliyorum. Ama eylemcileri, bu kampanyaları nerelerde ve hangi yöntemlerle yürüteceklerini çok iyi düşünmeye davet ediyorum. Vegan beslenmeyi teşvik etmek için, hayvanlara ve çevreye büyük zararlar veren fast-food şirketlerinin reklamını yapmaktan daha iyi yollar var. İnsanları Burger King?de yemek yemeğe davet etmek yerine, vegan restoranları ve vegan yiyeceği satan yerleri tanıtmalıyız. Son zamanlarda basında sanki Burger King ve McDonald?s hayvan hakları hareketiyle işbirliği içindeymiş gibi bir izlenim olduğunu fark ettim. Benim desteklediğim hiçbir hareket, bu tür şirketlerle ittifak kuramaz.

Söyleşi, Friends of Animals adlı hayvan hakları örgütünün ?act.ionline? adlı dergisinde (http://www.friendsofanimals.org/programs/animal-rights/interview-with-gary-francione.html) yer alan söyleşiden derlendi. Çeviren ELÇİN GEN

Dilaver Demirağ’ın 28/03/2008 tarihinde Radikal Gazetesi’nde kitaba dair “Hayvanlar için ne kadar hukuk”adlı yayımlanan yazısı

Hayvanlar hakkında söylediklerimiz ile gerçekte onlara uyguladığımız muamele arasındaki derin tutarsızlığın nedeni hayvanların bizim için mal statüsünde olmalarıdır.
13 Mart 2008 tarihli Radikal gazetesinde çok çimen yedikleri için ölecekler başlıklı bir haber yayımlanmıştı; haberde Avustralya’da hükümetin çok fazla çimen yedikleri gerekçesiyle başkent Canberra yakınlarında 400 kanguruyu öldürme kararı aldığı, çevreci kuruluşların da bunu önlemek için nöbete başladıkları yazılıydı. Aslında bu tür haberlerden çok var; geçenlerde de Afrika’da fil nüfusunun artması nedeni ile fillerin verdiği zararları azaltmak için avlanma kararı çıktığı bir başka gazetede yer alıyordu. Dünyanın her yerinde hayvanların yaşama hakkını hiçe sayan birçok şey yapılıyor.
Türkiye’de ise sokak hayvanları yaşam hakkı ihlallerinde başı çekiyor. Geçenlerde bir yavru köpeğin diri diri yakıldığı yazılıyordu. Bunu yapan da on iki-on üç yaşlarında bir yeniyetme. Sokak hayvanlarına dönük bu zulümde başı köpekler çekiyor. İlginçti kedilere yönelik şiddet hemen hemen yok denecek kadar az. Köpeklere dönük bu zulmün ardında ise yaratılan Kuduz paniği mevcut. Köpekler potansiyel kuduz sayıldığından ve belediyelerin de bu ‘sorun’u halletmek konusunda üzerine düşeni yapmadığını düşünen bir kısım vatandaş, hukuksuz toplumlara özgü ‘kendi işini kendin gör’ mantığıyla ‘sorun’u ‘çözmüş’ oluyor.
Türkiye gibi ‘İnsan Hakları’ gibi birinci nesil haklar konusunda bile hâlâ sicili bozuk olan, gündelik yaşamda şiddetin olağan hale geldiği yerler de hayvanlar için hak talep etmenin lüks olduğu iddia edilebilir. Ya gelişmiş batılı, medeni ülkeler? Üstelik hayvanlar için en azından bize oranla daha ciddi hukuki düzenlemeler yapılan batıda da durum pek iç açıcı değil.
Dünya ölçeğinde geçerliliği olmasa da 15 Ekim 1978’de UNESCO tarafından ilan edilip 1990 yılında da halka açılmış bir Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi mevcut. Birçok gelişmiş ülkede de kabul edilmiş bir beyanname. Ama bu beyannameye rağmen hayvanlar bin bir çeşit eziyete maruz kalmaya devam ediyor. Bir aralar internete düşen ve Çin’de pazarlarda çekilmiş canlı canlı köpek derisi yüzme görüntüleri en ‘kanlı’ olanlarından akılda kalanı. Kürk, deney, yiyecek endüstrisi, sirkler, listeyi uzatmak mümkün.
İletişim Yayınları Hayvanların Hakları dizisinin yeni kitabı Hayvan Haklarına Giriş, Çocuğunuz mu Köpeğiniz mi? işte bu meseleler üzerinde duruyor. Ancak alışılagelmiş hayvan hakları kitaplarından farklı biçimde; Gary L. Francione, Hayvan Hakları ekseninde yapılacak hukuki düzenlemeleri son günlerin moda hukuki deyimi ile ‘yok hükmünde’ sayıyor. Çünkü ona göre hayvanlar insanların mülkiyet/hizmeti altında oldukça, insanlara bağımlı kaldıkları müddetçe hayvanlar için en mükemmel haklar tanınsa da insanların keyfi muamelesi sürecektir. Mal sahibinin çıkarlarının, maldan elde edilen faydanın, maldan daha öncelikli olacağından, bir mal statüsündeki hayvanların payına yine eziyet ve sömürü düşecek ve nasıl köleler ile ilgili hukuki statü kölelerin yazgısında bir değişikliğe neden olmayıp, sadece daha merhametlice sömürülmesi demekse, hayvanların da yazgısı ancak onların mal statüsünden çıkmaları ile gerçekleşecektir.

Malın çıkarları olmaz
Yazar, insanca iyilikseverlik söylemlerinin aslında hayvanların köleliğini gizlediğini, böylelikle hayvanların çıkarlarını ciddiye alıyormuşuz gibi yaparak kendi vicdanlarımız rahatlattığını söylüyor. Eğer insanoğlu hayvanların çıkarlarını ciddiye almış olsa, “sırf etlerinin tadı hoşuna gidiyor diye her yıl milyonlarca hayvanı öldürmüş” olmaz, kendi yaşam koşulları iyileşsin diye onları acı verici deneylere tabi tutup, korkunç acılar içinde ölmelerine göz yummazdı. Zevk yahut statü için onların derilerini soyup bundan büyük kazançlar elde etmez, hayvan derisi giymeyi bir övünç saymazdı. Onları rodeo, sirk gibi eğlencelerde gösteri unsuru olarak kullanmazdı.
Sorgulama zincirinden Bentham gibi faydacılar ve onların hissetme yetisi argümanı da nasibini alıyor. Bentham hayvanlara acı çektirilmesini ve kötü muameleye etik yönden karşı çıkıyordu ama onların mal olmasını sorguya çekmiyordu. Bu nedenle de insanların çıkarlarıyla hayvanlarınkinin uyuşmazlığını göremeyerek, bu iki çıkar arasında bir denge noktası olan İnsanca muamele önermesini kullanıyordu. Bu ise sorunun asıl kaynağını yani hayvanların insanların çıkarları için kullanılan bir mal olduğu olgusunu gizlediğinden hiçbir işe yaramıyordu.
“Hayvanlar hakkında söylediklerimiz ile gerçekte onlara uyguladığımız muamele arasındaki derin tutarsızlığın nedeni hayvanların bizim için mal statüsünde olmalarıdır. Hayvanlar sahibi olduğumuz ve mal sahipleri olarak onlara vermeyi uygun gördüğümüz değerden başka değere sahip olmayan metalardır. Hayvanların mal statüsü, insanca muamele ilkesinin ya da hayvan refahı yasalarının gerektirdiği varsayılan her tür tartıya vurma işlemini anlamsız kılar, çünkü bizim gerçekten tartıya vurduğumuz, malları olan hayvanların çıkarları karşısında mal sahiplerinin çıkarlarıdır. Böyle bir tartının ibresinin hiçbir zaman değilse bile nadiren hayvanlardan tarafı göstereceğini kabul etmek için de öyle aman aman bir mülkiyet hukuku ya da iktisat bilgisi gerekmez. Biri size otomobilinizin ya da kol saatinizin çıkarlarını kendi çıkarlarınızla tartıya vurmanızı önerse, gayet yerinde bir tepkiyle bu öneriye saçma gözüyle bakarsınız. Otomobiliniz ve kol saatiniz sizin malınızdır. İkisinin de ahlaken önemli çıkarları yoktur; mal sahibi olarak onlara biçtiğiniz değerden başka bir değeri olmayan birer eşyadan ibarettirler. Hayvanlar, sadece mal olduklarından, genellikle çıkarlarını yok saymamıza ve ekonomik bakımdan kârlı olduğunda onlara en korkunç acı ve ıstırapları çektirmemize veya öldürmemize izin verilir.”
Tüm bu çarpıklıklara karşı verilecek tek cevap, haklar değil özgürlüktür. Hayvanlar ancak özgür olduklarında gerçekten kurtulurlar ve acıları son bulur. Bu noktada Francione, diğer etik felsefecilerden kalın bir çizgiyle ayrılıp, bir yerde derin ekolojistlerle buluşur. Çünkü Francione için özgürlük bir içsel değerdir. Malum, derin ekoloji de bizden doğanın haklarını tanımamızı, ya da doğayı sevmemizi, doğaya karşı insanca bir muamelede bulunmamızı falan talep etmez. Doğanın insanın çıkar ya da istemlerinden bağımsız, başka bir şeylerle kıyaslanamayacak kendinde bir değer taşıdığını, bu nedenle doğayı kendi yolunda ilerlemek için serbest bıraktığımız da doğanın kendi yolunu bulacağını söylerler. Hatta insanın doğanın yolundan çekilmesinin yeterli olacağını, doğanın kendini onarabileceğini söylerler. Bunun içinde ‘öteki’lerin yani doğadaki canlıların nüfusunun artabileceğini, ama insanın kendi nüfusunda fedakârlık yapmasını savunurlar.
Francione de özgürlüğün bir içsel değer olduğunu belirtir. “Tam da bu şekil de, bir özgürlük hakkı, başkalarının bu çıkara yükledikleri değerden bağımsız olarak özgür olmaktaki çıkarımızı korur.” Bu bağlam da hayvanların da özgür olmasının kıyaslanacak bir yönü yoktur. Özgür olmak hayvanların çıkarınadır o kadar.
Bu bağlamda Hayvan Haklarına Giriş alışageldiğimiz hayvan hakları kitaplarından farklı bir düşünceyi merkeze alıyor. Bu düşünce ‘özgürlük’ olgusunu merkeze koyarak etik tartışmalarında bambaşka bir kulvar açıyor. Francione’yi farklı kılan ise onun solcu bir hayvan özgürleşmecisi olması. Sosyalizmin eşitlik ufkunu insan dışında doğru genişleterek, bir anlamda çağdaş solun başka alanları da düşünsel yönden zenginleştirmesinin önünü açıyor. Ortaya sürdüğü argümanlar insan hakları, toplumsal özgürlük gibi konulara da genişlemeye elverişli.
Son olarak, Türkiye yazılı kültürle barışık olmayan bir toplum bu da onu medyatik gösteri tarafından mıknatıslanmaya çok açık bırakıyor. Şöyle ya da böyle hayvan hakları söylemini dilinden düşürmeyen birçok ‘hayvansever’ var. Ama genel olarak okumadığımız için hayvan hakları konusunda da okunması çok önemli olan bu kitaplara gösterilen ilgi yayıncıların cesaretini kıracak kadar az. Herhalde hayvanseverlerimiz bu konu üzerine düşünmek yerine TV’lerdeki köpek yarışmaların izlemeyi tercih ediyorlar.

Sol Neden Hayvan Haklarını Desteklemeli? Birikim Dergisi sayı 195 Temmuz 2005, Yazar Anna E. Charlton Gary L. Francione, Sue Coe, Çeviren Elçin Gen

Hayvan hakları hareketi geçtiğimiz yirmi yıl içinde muazzam bir gelişme gösterdi, hayvan hakları savunucuları da hayvanların deneylerde, gıda, tekstil ve eğlence sektörlerinde kullanılmasına etkin biçimde karşı çıktılar. Bu konuyu kamuoyunun gündemine taşımayı başardık. Yanık deneylerinde alev lambasıyla dağlanan tazıların ve domuzların, hiçbir işe yaramayan pahalı kafa yaralanması deneylerinde beyinleri ?hızlandırılan? primatların korkunç görüntülerini herkesin görmesini sağladık. Süt danalarının doğduktan bir gün sonra annelerinden ayrıldığı, 50 santimetrelik ?bataryalara? hapsedilip kas gelişimlerinin engellendiği, tüketiciler sırf ?süt danası? yiyebilsin diye kansız olmalarını sağlamak için sadece sıvıyla beslendikleri konusunda hemen hemen herkesi bilgilendirdik. Hayvanlara yönelik kötü muamelelerin ardı arkası kesilmiyor, bugün ancak çok bilinçsiz ya da duyarsız insanlar, postmodern teknoloji toplumunda hayvanların çok kötü muamele gördüğü gerçeğini inkâr edebilir.

Gelgelelim, solun bu konudaki tavrı hayvan hakları hareketini ya görmezden gelmek ya da bu harekete kuşkuyla, belki de düşmanca yaklaşmak oldu. Hayvan hakları hareketi solun nezdinde tam anlamıyla bir burjuva hareketi, esasen beyaz, üst sınıf, apolitik, hatta muhafazakâr bir hareket; hayvan hakları savunucuları da hayvanların çıkarlarını insanlarınkinden üstün tutan, çoğu zaman yoksulların çıkarlarına zarar vermeyi göze alan insanlar.

İlericilerin bu tepkilerinin altında yatan belli başlı dört neden var: Bunların gerekçesini anlayabiliriz, ama kesinlikle meşru değiller.

? Öncelikle ilericiler, tarihsel kökenleri itibarıyla, ev hayvanlarıyla ilgili olarak 19. yüzyılda gelişen orta ve üst orta sınıf mefhumlarına ve işçi sınıfının hayvanlara kötü muamelesine yöneltilen burjuva menşeli eleştiriye bağlı olan bir harekete mesafeyle yaklaşıyor. Buradaki örtük kabul şu: Bugün hayvan hakları felsefesinin, orta ve üst sınıf mülkiyet mefhumlarıyla bağlantılı olduğu düşünülüyor ve yalnızca işçi sınıfının hayvanlara kötü muamelesine karşı çıkıldığı iddia ediliyor.

? İkincisi, her ne kadar çoğu aydınlanmış kimse hayvanlara ?insanca? muamele edilmesini savunsa da, ilericiler şunu fark edemiyorlar ki hayvanlar başka bir kişinin özel mülkü olarak görüldüğü sürece onlara ?insanca? muamele edilmesi söz konusu olamaz. Yani, özel mülkiyete şiddetle karşı çıkanlar, hayvanlar söz konusu olduğunda bu eleştirilerini bir yana bırakıp hayvanların özel mülk statüsünü kabul ediyor, kapitalist ya da sosyalist bir toplumda akla gelebilecek her türlü amaç doğrultusunda kullanılmalarında herhangi bir sorun görmüyorlar.

? Üçüncüsü -ve belki de en temeli- ilericiler türcülük ya da tür ayrımcılığı mefhumlarını hiçbir zaman açıkça reddetmiyor. Biyomedikal endüstrinin ve tarım işletmelerinin propagandalarını benimsiyorlar ve sanıyorlar ki hayvan hakları hareketi ve türcülük doktrini, hayvan hakları ile insan hakları arasında denklik kuruyor ya da hayvanlara toplumun en yoksul mensuplarına ya da özürlülere kıyasla daha fazla hak tanınmasını savunuyor. Bunlar çok yanlış yorumlar, ama yukarıda da değindiğimiz gibi, hayvanları kullanmaktan çıkar sağlayan büyük işletmelerin sürekli olarak öne sürdüğü, ana-akım basında da yansımasını bulan iddialar.

? Dördüncüsü, pek çok ilerici, hayvan refahına yönelik çabaları hayvan hakları mücadelesi sanıyor. Hayvan refahı anlayışı, çok muhafazakâr bir doktrindir ve mevcut durumu idame ettirmede büyük -genellikle parasal- çıkarları olanlar tarafından savunulması muhtemeldir (ki çoğunlukla böyle oluyor).

Buna karşılık, birçok hayvan hakları savunucusu da hayvan hakları meselesine sanki solculara da, liberallere de, muhafazakârlara da hiç ayrımsız hitap edebilecek, siyasal açıdan ?nötr? bir meseleymiş gibi yaklaşıyor. Bazı sözümona hayvan hakları savunucularının, hayvanlar dışında herhangi bir konuda kendilerine bir soru yöneltildiğinde sıklıkla ?bu konuda ortak bir tavrımız yok? yanıtını vermesi, bu yaklaşımın en bariz tezahürü.

Bu yazıda, hayvan hakları hareketinin tarihsel ve kuramsal temellerinin izini süreceğiz. Solun bu hareketi fena halde yanlış anladığı; bu hareketin solun duyarlılıklarına uzak ya da siyaseten tarafsız olmak şöyle dursun, doğru anlaşıldığı takdirde sola -hatta işçi sınıfına- ait bir hareket olduğu sonucuna varacağız.

ELİTİST KÖKENLER?

Howard Parsons Marx and Engels on Ecology adlı eserinde sosyal reformcuların hayvanların hayat koşullarının iyileştirilmesiyle doğal olarak ilgilendiğini, ama hayvanlarla ilgili kaygıların daha ziyade ?varlıklı sınıflar, yüksek gelirli ya da profesyonel meslek sahibi insanlar arasında doğduğu?nu iddia eder; bu insanların da ?kaynakların halk tarafından ya da sosyalist bir yönetimle denetlenmesi olasılığı karşısında elitist bir korku? içinde olduklarını ve ?kendi özel mülklerini korumak istediklerini? belirtir. Bu görüş çerçevesinde işçi sınıfı reformun kurbanıdır, çünkü reformcular, zenginlerin -tilki avı gibi- kanlı zevklerini hedef almayıp, sadece alt sınıfların hayvanlara yönelik kötü muamelesini ortadan kaldırmaya çalışmakla hiç de adil olmayan bir yaklaşım benimsemişlerdir.

İşçi sınıfı aynı zamanda reformun önünde bir engel olarak görülür. 19. yüzyıldaki hayvan deneyi karşıtı hareketin tarihini anlatan temel kaynak olarak değerlendirilen kitabın yazarı Richard French, hareketin başarısızlığa uğramasının nedeninin ?işçi sınıfının derin kayıtsızlığı? olduğunu belirtir.

Hayvan hakları hareketinin köklerinin yalnızca burjuva ideolojisine dayandığı görüşündeki sorun, tamamen yanlış olması. Hareket içerisinde kuşkusuz burjuva bir unsur yer alıyordu, ama bu unsurun rolü o kadar abartılıyor ki, sosyalist düşüncenin harekete doktrin düzeyindeki katkısı da, kadınların ve işçi sınıfının pratik katılımı da göz ardı ediliyor.

19. yüzyılda hayvanlarla ilgili kaygılar büyük ölçüde Bentham ve Mill gibi liberallerce, Shaw, Henry Salt, ve Edward Carpenter gibi sosyalistlerce dile getirildi. Bu insanların hepsi de hayvanların sömürülmesine karşı çıktı ve başka toplumsal davalarda da etkin olarak yer aldılar. Örneğin, hayvanların sömürülmesine karşı çıkan Frances Cobbe, kadınlar ile çocuklara yönelik şiddete ve pornografiye de yılmadan karşı çıkıyordu. Vejetaryen ve hayvan deneyi karşıtı olan Charlotte Despard, Kadınların Toplumsal ve Siyasal Birliği?nin genel sekreteriydi ve genel oy hakkı hareketini destekleyen etkinlikleri nedeniyle hapse girmişti.

1907?de Londra?da sendikacılar feministlerle ve hayvan deneyi karşıtlarıyla güçlerini birleştirip hayvan deneylerine karşı çıktılar, üstelik Engels?in erkek emeğinin yerini daha ucuz kadın emeğinin alacağı yönündeki uyarısına rağmen… ?Old Brown Dog Riots? adıyla anılan bu eylem, bugün pek az insan tarafından biliniyor. Bu üç grup, Londra Üniversitesi?nden bir grup doktor ve tıp öğrencisiyle düpedüz savaş yaptı. Eylemcileri dağıtmak için atlı polislerin iki kez müdahale etmesi gerekti.

Carol Lansbury, bu olaya ilişkin tarihsel incelemesi The Old Brown Dog?da, kadınların da işçilerin de tıbba kuşkuyla baktığını ve hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde, kendileri üzerinde uygulanan baskının simgelerini gördüklerini anlatır. ?Üzerinde deney yapılmak üzere canlı halde kesilip biçilen hayvan, kesilip biçilen kadını temsil ediyordu: Jinekoloğun masasına yatırılan kadını, zamanın pornografi edebiyatında teşhir edilen kadını.?

Lansbury, tedavi görmeye paraları yetmeyen kadınların, tıp öğrencilerinin eğitiminde model olarak kullanılmak için gönüllü olmaya zorlanmak suretiyle nasıl birer eğitim aracı haline getirildiklerini ayrıntısıyla ele alır. Derslerin malzemesi haline getirilen kadınlar, haysiyetlerini ayaklar altına alacak şekilde, vücutlarının çeşitli yerlerini elleyip duran onlarca öğrencinin bakışları altında, bir doktor tarafından muayene ediliyor, birer nesneye dönüştürülüyorlardı.

İşçilerin, hayvanların deneylerde kullanılmasına karşı çıkma nedeni, ?o hayvanlarda kendi suretlerini görmeleri?ydi. Çoğunluğun çıkarları uğruna azınlığın acı çekmesini meşru sayma yaklaşımı burada da kendini gösteriyor, işçi sınıfı ve işsizler kendi rızaları olmaksızın ?deney nesneleri? haline getiriliyor, yoksul insanların cesetleri çoğunlukla anatomi uzmanlarının teşrih odasında son buluyordu.

Mezbaha işçileri bile öldürülecek hayvanlara işkence edilmesine karşı çıkıyordu. Mezbaha işçileri sendikasından bir yetkilinin 10 Haziran 1990?da Washington D.C.?deki Hayvanlar İçin Yürüyüş?te yaptığı konuşma, mezbaha işçilerinin bu konudaki duyarlılığının günümüzde de devam ettiğini gösterir. Sendika yetkilisinin hayvanlar adına yaptığı ateşli konuşma, işçilerin de hayvanların da sömürülmekte olduğu gerçeğini gördüğüne, sendikasının bu hayvanlar için duyduğu kaygıya işaret eder. Son dönemde yaşanan bir trajedi, bu noktayı bir kez daha gözler önüne serdi. Mart 1992?de, çoğu siyah kadınlardan oluşan yirmi beş kişi North Carolina?daki bir tavuk işleme fabrikasında çıkan yangında hayatını kaybetti. Fabrikanın sahipleri, işçiler tavuk çalmasın diye yangın çıkışlarını kapatmıştı. İşçiler de hayvanlar da, fabrika sahipleri onları gözden çıkarılabilir birer meta olarak gördüğü için öldü. Bu nedenle işçi sınıfının hayvanların içinde bulunduğu kötü durumla ilgilenmesine şaşmamak gerek.

Marx hayvan hakları fikrini muhtemelen savunmazdı, ama şunu da unutmamak gerek: Marx?ın, insan hakları fikrine de özellikle ilgi göstermediğini görmezden gelmek, birçok solcunun işine geliyor. Dahası Marx hemen hemen bütün kurumları eleştirmiş olsa da, eserlerinde ?bilim?i diğer kurumlardan üstün gördüğüne işaret eden birçok unsur var. Marx, ?nesnel? olacağı varsayılan ve bilim insanları tarafından öğrenilen bilginin, işçi sınıfını komünist toplum hedefine götürmeye yardımcı olacak güçlü teknolojik araçlar yaratacağını düşünüyordu.

Her halükârda, haklarla ilgili yaklaşımı ne olursa olsun, Marx hayvanlar ile insanlar arasındaki en temel farkın ?bilinçli hayat etkinliği? dediği şey bağlamında ortaya çıktığını düşünüyordu. Ona göre insan, hayvanlardan farklı bir şekilde bilinç sahibidir – insan ?bizatihi hayat etkinliğini iradesinin ve bilincinin nesnesi haline getirir?ken, hayvan ?hayat etkinliğiyle bir ve aynıdır.?

Marx bu fikri Hegel?den almış olabilir. Hegel de hayvanların kendi kendilerinin bilincinde olmadıklarını düşünüyordu. Ama Marx?ın yararlanacağı tek kaynak Hegel değildi: Descartes da buna benzer düşüncelere sahipti. İndirgemeci bilimsel yöntemine göre, hayvanlar ne bilince ne de hissetme yetisine sahipti. Ne olursa olsun, Marx (aynı şekilde Hegel ile Descartes da) şüphesiz yanılıyordu. Bugün hayvanların büyük çoğunluğunun bilinç, hissetme yetisi ve zekâ sahibi olduğundan kuşku duyacak pek az insan olsa gerek. Haklar meselesini bir yana bırakalım, insandışı hayvanların, en azından, kapitalist bir sistemde çok temel yönlerden ?yabancılaştırıldıklarını? söylemek hiç şüphesiz mümkündür.

Hollandalı filozof Barbara Noske?nin dikkat çektiği gibi, sanayi ve orduyla yakın bağları olan hâkim kapitalist tarım ve biyomedikal araştırmalar bağlamında, hayvanlar esasen birer ?makine? muamelesi görüyor. Kafeslerde tutuldukları için, vücutlarının doğal olarak gereksinim duyduğu birçok hareketi yapamadıkları için kendi doğalarına yabancılaşıyorlar, başka hayvanlara yabancılaşıyorlar, doğal ortamlarına yabancılaşıyorlar.

O halde, hâkim görüşün aksine, hayvanların gördüğü muameleyle ilgili duyarlılık elit kesimle sınırlı değildi, kadınlar tarafından, işçi sınıfı tarafından, solcu entelektüeller tarafından paylaşılıyordu. Hayvanların hayat koşullarıyla ilgilenen burjuva unsurlar vardı şüphesiz, onlar da en başta, sahiplerinin malı olarak görülen kedi köpeklerle ilgileniyorlardı. Ama modern hayvan hareketinin gelişimindeki yegâne, hatta başat rolü bu unsurlara atfetmek kesinlikle yanlış olur.

HAYVAN REFAHI YAKLAŞIMI VE HAYVANLARIN MÜLK STATÜSÜ

Birçok ilerici, hayvan refahı yaklaşımını meşru görür ve hayvanlara olabildiğince ?nazik? davranmamız gerektiğini savunur. Gelgelelim, hayvanların herhangi bir hakkı olduğu fikrini reddederler. Belli koşullar altında, hayvanları çeşitli şekillerde sömürmenin meşru olduğunu düşünürler. Ama buradaki sorun şu: Hayvan hakları anlayışına karşılık hayvan refahı anlayışı, hayvanların içinde bulunduğu durumu iyileştirmede, hatta çektikleri acıları azaltmada bile asla işe yaramaz.

İnsanlardan farklı olarak hayvanların herhangi bir hakka sahip olamayacağı savunulur. İngiliz Uluslar Topluluğu ülkeleri ile ABD?nin mevcut hukuk sisteminde ve hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinin medenî kanunlarında, hayvanlar insanların malı olarak görülür: Sadece birer ?nesne?dir onlar.

Kuşkusuz, hayvanların mülk statüsünü değiştirme ve hayvanlara hak tanıma yolunda görünürde bazı değişiklikler içeren, en azından insanlara hayvanları dolaysız olarak ilgilendiren bazı sorumluluklar yükleyen birçok yasanın çıkarıldığını inkâr etmiyoruz. Ama bu yasalar hayvan refahı yaklaşımını temel alıyor. Bu da, hayvanların insanların malı olduğunu kabul eden, ?insanca? yollarla ve ?gerekli? olduğu sürece sömürülmelerinde sakınca görmeyen bir yaklaşım.

Hukuk sisteminde hayvanların mülk olarak değerlendirilmesinin nedeni ortada: Kapitalist toplumumuzda hayvanların sömürülmesi işlevsel açıdan vazgeçilmez. Gıdadan savunmaya, kozmetikten tekstile, ilaç sektörüne kadar neredeyse bütün sanayi kollarında hayvanlar ya da hayvan ürünleri kullanılıyor. Hayvanların mülk statüsü, kölelere sahiplerinin, kadınlara eşlerinin ya da babalarının malı olarak muamele edilmesinden hiç de farklı değil. Hissetme yetisine sahip varlıkların köle ya da mal statüsüne indirgendiği hiçbir durumda, ?sahip?leriyle aralarında çıkan çıkar çatışmasında kazanan taraf onlar olmayacaktır. Köle sahiplerinin kölelerini nedensiz yere öldürmesini yasaklayan kanun hiçbir zaman uygulanmadı, çünkü mahkemeler kendi ?mal?ına kasten zarar veren bir kişinin geçici delilik yaşadığına karar veriyordu. ?Parmak hesabı? ifadesi, erkeklerin eşlerini başparmaklarını geçecek kalınlıkta bir sopayla dövmesini yasaklayan bir kanuna dayanır. Bu, kocalarının malı olarak görülen ama ahlakî muameleyi de hak ettikleri düşünülen kadınları korumak amacıyla tasarlanmış ?refah temelli? bir yasaydı.

HAYVAN HAKLARI?

Sol şu soruyla asla yüzleşmedi: İnsandışı hayvanlara, hukukî statülerini belirlemek amacıyla, mal muamelesi etmek ahlakî açıdan kabul edilebilir mi? Sol bu soruyla hesaplaşmadığı için, hayvan refahı kuramını destekleyip hayvan hakları kuramını göz ardı etti. Ama böyle yapmakla, hayvan hakları hareketinin temelinde yatan güçlü bir doktrini de görmezden geldi.

Bu doktrin, ?türcülüğün?, yani tür ayrımcılığının reddidir. Türcülük, bir varlığın ahlakî cemaate dahil olup olamayacağına hangi türün üyesi olduğuna bakarak karar vermektir. Ama türün ahlakî açıdan belirleyicilik mertebesine yükseltilmesi, ırkın ya da cinsiyetin böyle bir mertebeye yükseltilmesinden farklı değil.

Tür ayrımcılığını reddetmek, farklı türler arasında ahlakî değerlendirme bağlamında önemli olacak bazı farklılıklar bulunabileceğini reddetmek ve bütün türlere aynı muameleyi göstermek anlamına gelmez. Sadece, farklı muamelenin tek gerekçesi olarak türü gösteremeyeceğimiz anlamına gelir.

?Hak? kavramını hayvanları da içine alacak şekilde genişletmeyi savunan Tom Regan, algılama, hatırlama, arzulama, kendinin farkında olma, gelecek duygusu taşıma ve hissetme yetilerine sahip olan bütün hayvanları ?bir hayatın öznesi? olarak adlandırır ve biyolojik anlamda canlı olmanın yanı sıra psikolojik bir kimlik duygusuna da sahip olduklarını savunur. Bir hayatın öznesinin hayatı, başkaları o hayata ne değer biçerse biçsin, kendi içinde değerlidir. Regan kendi içinde değer taşıyan canlılara zarar verilmemesi gerektiğini savunur.

Kuşkusuz, hayvanların hak sahibi olduğunu kabul ettikten sonra, ne gibi haklara sahip olduklarını da belirlememiz gerekir. Bu yazıda bu hakların tam bir listesini sunmak gibi bir amacımız yok. Ama herhangi bir hak sahibine en başta tanınması gereken hak, mal yerine konmama hakkıdır.

Bir hayvanın mal yerine konmama hakkına sahip olduğu kabul edilirse, hayvanların deneylerde veya gıda sağlamak ya da eğlendirmek amacıyla kullanılmasını meşrulaştırmak zor, hatta belki de imkânsız hale gelir.

Hayvan haklarıyla ilgili tartışmada, hakları hayvanları da içine alacak şekilde genişletmek zorunda olmadığımızı, çünkü hayvanların ahlaken hak sahibi olamayacaklarını iddia edenler oldu. Bu teze göre haklar insanlar tarafından yaratılmıştır ve sadece insanların hak talebinde bulunması uygundur.

Tarihsel açıdan haklar kökenleri itibariyle ayrıcalıklı bir elitin ürünüydü. Magna Carta?nın imzalanmasında işçi sınıfının payı yoktu. Hak kavramı giderek daha geniş kesimleri içine alacak şekilde genişletildi, yoksa hak kavramının başından beri bütün insanları ve yalnızca insanları kapsaması düşünülmemişti. Bugün hukuk, ne hak kavramının oluşturulmasında rol oynaması ne de herhangi bir yükümlülük taşıması söz konusu olabilecek çocuklara ve zihinsel özürlülere de haklar tanıyor. Hayvan hakları söz konusu olduğunda çetin soruların gündeme gelmesi kaçınılmaz, ama aynı durum insan hakları için de geçerli.

HAYVAN ÖZGÜRLEŞMESİ İNSAN ÖZGÜRLEŞMESİDİR

Türcülüğün reddi, diğer önyargı biçimlerinin de reddedilmesi gereğini içerdiği için güçlüdür. Hayvan hakları savunucuları hayvanların sömürülmesine ahlaken yanlış olduğu için karşı çıkarlar. Çünkü hayvanların sömürülmesi, ahlakî cemaate ait olma kriterinin keyfî ve ahlakla ilgisiz bir biçimde belirlenmesine dayanır – tıpkı ırkçılık, cinsiyetçilik ya da homofobi gibi.

Türcülük insandışı hayvanların iktisadî çıkar adına sömürülmesine göz yumar, tıpkı iktisadî adaletsizliğin işçi sınıfının sömürülmesine yol açması gibi. Hayvan haklarının tanınması yoksulların çıkarlarına ters düşmez; bilakis, onların yararınadır. Hayvancılık sadece ekolojiyi tahrip etmekle kalmıyor, yeryüzünün bütün sakinlerini besleyecek kadar gıda üretilmesini de engelliyor. Hayvan hakları savunucusu bütün hayvanlar için adalet talep eder – insan ya da insandışı.

SONUÇ

Türcülüğe karşı çıkmak, kapitalizmde bütün ezilenlerin sömürülmesine karşı çıkmayı gerektirir; insan hayvanların [human animals] ezilmesine karşı çıkan bütün solcular, kendilerine şu soruyu sormalı: Neden haklar söz konusu olduğunda, yeryüzünü paylaştığımız, hissetme yetisine sahip diğer canlıları dışarıda bırakıyorlar? Buna karşılık, hayvan hakları hareketi içerisindeki insanların da şunu anlaması gerek: Tutarlı bir hayvan hakları hareketi, bütün canlılar için adalet talebinde bulunmalı. Aksi halde hareketimizin insanları umursamadığı eleştirisini haklı çıkarırız.

ABD?nin son dönemdeki askerî faaliyetleri ve gizli soğuk savaş taktikleri sonucu dünya çapında demokrasinin yayıldığı iddialarına rağmen, dünya ekonomisi büyük bir tehdit altında. Giderek daha çok sayıda iktisatçı kapitalist sistemin dağılmakta olduğunu ve yerine başka bir sistemin getirilmesi gerektiğini kabul ediyor. O başka sistemin neye benzeyeceği, özgürleşme için yola çıkan bütün kardeşlerimizi kucaklamak konusundaki kararlılığımıza ve istekliliğimize bağlı.

http://www.animal-law.org/library/left.htm adresinde yer alan, ?The American Left Should Support Animal Rights: A Manifesto? başlıklı metinden derlenmiştir

Gary L. Francione Hakkında Bilgi

New Jersey?deki Rutgers Üniversitesi Hukuk Fakültesi?nde hukuk ve felsefe profesörüdür. 1987?de Pennsylvania Hukuk Fakültesi?nde ders vermeye başladı ve Amerika?da ilk kez bir hukuk fakültesinde hayvan hakları kuramı üzerine dersler verdi. 1989?da Rutgers Üniversitesi?nde çalışmaya başladı ve Anna E. Charlton?la birlikte Rutgers Hayvan Hakları Projesi?ni başlattı. Hayvanlarla ilgili davaların incelendiği proje 2000?de sona erdirildi, ancak Francione hayvan hakları kuramı, hayvanlar ve hukuk, hayvan hakları ve insan hakları gibi konularda ders vermeye devam ediyor.

Künye
Adı Hayvan Haklarına Giriş
Alt Lejant Çocuğunuz mu Köpeğiniz mi?
Orjinal Adı Introduction to Animal Rights. Your Child or the Dog?
Yayın No İletişim 1297
Dizi Hayvan Hakları 2
Sayfa – Fiyat 328 Sayfa / 17.000.000 TL – 17,00 YTL
Baskı 1.Baskı Mart 2008, İstanbul
Yazar Gary L. Francione
Çeviren Elçin Gen, Renan Akman
Dizi Editörü Bahar Siber
Editör Elçin Gen
Düzelti Abdullah Onay
Kapak Suat Aysu
Uygulama Hüsnü Abbas
Montaj Şahin Eyilmez
Kapak Filmi Mat Yapım
Baskı ve Cilt Sena Ofset

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir