Howards End – E. M. Forster

Zenginle fakirin, kadınla erkeğin, gelenekle geleceğin sonsuz kavgasına derinlikli bir bakış…

İngiltere?de 20. yüzyılı karşılayan sosyal, ekonomik ve felsefi güçlere ilişkin müthiş bir gözlemin ürünü olan Howards End?de üç farklı sosyal katmandan karakterler bir aradadır: Sanat ve kültür çevrelerinde tanınan Margaret ve Helen Schlegel, üst sınıfların idealist ve entelektüel yönünü temsil eder. Romana ismini veren Howards End malikânesinin sahibi Wilcox ailesi, pragmatik anlayışın ve geleneksel sosyal ahlakın temsilcisidir. Leonard Bast ise düştüğü sosyal ve ekonomik güçlüklerden kitaplar sayesinde kurtulmayı uman orta sınıfa mensup bir çalışandır. Forster bu kişilerin hikâyelerini incelikle örerken, sosyal hicivle siyasi eleştiriyi güçlü bir şekilde birleştirir. Servet ve yoksulluk, sanat ve paranın hâkimiyeti, kır hayatı ve kentsel gelişim ikiliklerinde şekillenen bu klasik eser, Hasan Fehmi Nemli?nin titiz çevirisiyle Forster kitaplığımızdaki yerini alıyor.

?Howards End klasik bir İngiliz romanıdır… Muhteşem ve her şeyiyle sevilesi… Hayranlarının defalarca okuyacakları türden bir roman.? ALFRED KAZIN

?Howards End kesinlikle Forster?ın başyapıtıdır. Önceki kitaplarının temalarını ve tarzını tamamlamakla kalmaz, onların üzerine yeni, daha güçlü bir ışık tutar.? LIONEL TRILLING

Dokunmadan anlayamazsın! – Murat Özer
(24/08/2012 tarihli Radikal Kitap)
20. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya koyduğu eserlerle İngiliz edebiyatına ?başkalık? getiren, sınıfsal duruşun altında yatan ?aşağılayıcı? bakışı romanlarının merkezine koyan, bunu bir tür ters açı yaratarak ?empati?yle sonuçlandırmayı düşünen, romantizmi de metinlerinin sacayaklarından biri haline getiren E.M. Forster (Edward Morgan Foster), gelenekle modernizmin çatışmasının zirvede olduğu bir dönemde kaleme aldığı eserleriyle bu durumu çok daha ?hissedilir? kılmayı başarmış bir yazardır. Orta sınıftan bir ailenin çocuğu olduğu için, yukarıdakilerle aşağıdakiler arasında yer alan pozisyonunun ?nesnel bakış? avantajını da çok iyi kullanmış, buradan hareketle sınıfsal gözlemlerini ?doğru? bir perspektiften yansıtmanın üstesinden gelmiş büyük bir edebiyatçıdır. Mükemmel kurgulanmış entrikalar içinde gezinirken, her sınıftan her karaktere benzer bir mesafeden bakmayı da düstur edinmiş olan Forster, ayrıntıları es geçmeyen ve bu ayrıntılardan devasa bir resim çıkarmayı başaran tarzıyla ?öncü? özelliklere de sahip bir isimdir aynı zamanda.

Yazarın 1910 tarihli başyapıtı Howards End, Forster?ın düsturunu açılışta dillendiren, bu yanıyla da ?özel? olabilen bir romandır. ?Sadece bağlantı kur…? diyerek romana giren yazar, sonraki 400 küsur sayfada okuyacaklarımıza dair de bir upucu vermiş olur böylece. Bağlantı kurmamız gerekenin ?sınıflar? olduğunu, yalnızca kendi sınıfımıza değil toplumun bütün katmanlarına değecek bir bakışı yeşertmemizin doğruluğunu gösterir yazar burada.

Hikâye, geleneksellikten modernizme doğru evrilen İngiliz toplumunun iki arada bir derede kalmış halini mükemmelen yansıtır bize. Romanda karşımıza üç toplumsal sınıf çıkar ve bu sınıflar bir şekilde birbirlerine dokunarak etkileşime geçerler. Kitaba adını veren Howards End ise bir kır evidir, bütün karakterlerin dünyasına nüfuz eden, onların kaderini belirleyen.

Üç sınıftan üç aile vardır hikâyenin merkezinde. Zirvedeki sınıfı temsil eden Wilcox?lar, zengin olsalar da bir üst basamağa çıkamayan Schlegel kardeşler ve yoksulluğun pençesindeki Bast çiftinden oluşan bu üç aile, bir ?şemsiye? aracılığıyla kesişen ve bir ?hata?yla dallanıp budaklanan ilişkiler zinciriyle birbirlerine bağlanırlar. Wilcox?ların annesinin ölümü de tetikleyici unsurdur bu hikâyede. Ölüm, ardından ?geçersiz? bir vasiyeti de getirir beraberinde. Howards End?dir vasiyetin öznesi ve bırakılan kişiyse bir ?yabancı?. Wilcox?lar, bu vasiyeti yerine getirmezler ama baba Wilcox?un ?soylu kanı? rahatsızdır ve Schlegel kardeşlerin büyüğü olan Margaret?le evlenerek ruhunu temizlemeyi düşünür. Margaret, Howards End?in ?yasal olmayan? mirasçısıdır.

Bast ailesi ise, Schlegel?lerin ortancası olan Helen?ın vicdanının rahatsızlığıyla bu hikâyeye katılır. Baba Henry Wilcox?un da sorumlu olduğu bir ?hata?, Leonard Bast?ı işsiz bıraktığı gibi açlığın pençesine sürükler. Henry?nin geçmişinden gelen bir ?günah?sa resmin tamamlanmasını sağlayacaktır. Bu üç aile, birbirlerinden koparılamayacak kadar bağlanmışlardır artık, her ne kadar ?isteksizce? de olsa…

Bu romanı kısaca hikâyelemek o kadar zor ki… Nereden başlasanız bir tarafı eksik anlatmış olursunuz. Finale dair bir noktaya parmak basmaya çalıştığınızda da anlattığınız kişiyi cevapsız sorularla baş başa bırakırsınız. E.M. Forster, eserini ince ince örerken ayrıntılara, karakterlerin ruh hallerine, durumlara fazlasıyla önem verir. Dolayısıyla da okumadan (sadece dinleyerek) hâkim olunabilecek bir roman değildir ?Howards End?. Örneğin, Wilcox?larla Bast çifti arasında bir ?köprü? vazifesi gören Schlegel kardeşlerin çabaları takdire değer gibi görünür. Ama romanın sayfaları arasında gezinirken onların çabasının bir tür ?aklanma?, kendilerini kurtarma motivasyonu taşıdığı da hissedilir.

Sınıfsal nefret, bu romanın temelini oluşturmasa da, alttan alta kendini hissettirmeyi de unutmaz. Her sınıf, bir diğerine karşı belirgin bir şekilde öfkelidir. Ancak bunu ?acı çığlıklar?la değil, o sınıfın içine dahil olarak yansıtır; onları kendisine benzetmek, istediği gibi dönüştürmektir amacı. Trajediyse bütün sınıfların ortak kaderi olarak kendini gösterir hikâyede. Denge bu şekilde kurulacak, herkes trajediden payını alacaktır…

E.M. Forster uzmanı

E.M. Forster?ın romanını beyazperdeye taşımak içinse büyük müdahaleler gerekmez; yazarın kurduğu dünya, yedinci sanat için biçilmiş kaftandır. Daha önce yazarın iki romanını sinemalaştırmış olan James Ivory de başka türlüsünü düşünmez ve olabildiğince az değişiklikle yaklaşır Howards End?e. 1985?te ?Manzaralı Bir Oda?yı, 1987?de ise ?Maurice?i başarıyla sinemalaştıran Ivory, bir E.M. Forster uzmanı olduğunu kanıtlamıştır artık. Forster?dan yaptığı son uyarlama olan ?Howards End? de benzer bir başarının ipuçlarını taşır, edebiyattan beyazperdeye taşınan hikâyelerin önemli yansımalarından birine dönüşür.

Filmde, romanın özündeki gelenekselle modernin çatışması mükemmelen görselleştirilir. Açılıştan itibaren ortaya çıkan bu durum, karakterlerin iç dünyalarını daha rahat görmemize fırsat tanırken, Forster?ın kusursuz hikâye kurgusunu da alabildiğine çarpıcı bir noktaya taşır. James Ivory filmlerinin değişmez senaristi Ruth Prawer Jhabvala?nın senaryosuysa Forster?ın metninin özünü kavramış, hikâyenin nereye gideceği yönünde kafasında soru işareti olmayan bir çalışmadır. Romandaki eksiksiz karakter analizlerini deforme etmeden yansıtır bu senaryo; her karakterin derinliğine inebileceğimiz bir rehber gibidir adeta.

Karakterler demişken, hem romanın hem de filmin iki merkez karakterini canlandıran Emma Thompson ve Anthony Hopkins?e ayrı bir parantez açmak gerek. İki oyuncu, James Ivory?nin 1992 tarihli bu filmin hemen ardından çektiği Kazuo Ishiguro uyarlaması ?Günden Kalanlar?da bir adım öteye taşıdıkları uyumlarını yansıtırken, Margaret Schlegel ve Henry Wilcox?un sınıfsal özelliklerini ustaca aktarırlar bizlere. Örneğin, Henry?nin ?utanç? anları unutulmazdır; gücünü kaybedip savunmasız kalışını net biçimde görürüz bu anlarda. Margaret?in her şeyi dengede tutmaya çalışan ama bunu bir türlü beceremeyen görüntüsüyse Emma Thompson?ın oyun gücüyle daha da anlamlanır gözümüzde.

E.M. Forster?ın eserlerinde birbirlerine temas ettirdiği sınıflar, James Ivory?nin sinemasında da aynı şekilde değer birbirine. Forster?ın o ünlü girişinde söylediği gibi, ?Sadece bağlantı kur…? der Ivory de. ?Bir insanı ve sınıfını anlamak, ona ve onun sınıfına dokunmaktan geçer? gibi çıkarsamayla ufuk açıcı bir yanı da vardır ?Howards End?in. Ufuğunu açmak isteyene tabii…

Sadece bağlantı kur… – Meliha Kesmez
(20/04/2012 tarihli Radikal Kitap Eki)
20. yüzyılın başlarında, İngiltere ?de bir kır evi; Howards End. Eski, küçük, kırmızı tuğladan. Bahçesinde tüm cüssesiyle evin üzerine eğilmiş bir karaağaç. Fonda muazzam İngiliz doğası. Uçsuz bucaksız tepeler, toprak yollar ve en kocamanından bir gökyüzü. Genç bir adam eğilir, genç bir kızı öper. Tam o ağacın altında. Sanıldığının aksine romantik bir hikâyenin başlangıcı değildir bu öpücük. Bilakis ekonomiden politikaya, modernizmden kadın haklarına, sosyalizmden sınıf çatışmasına, aile ilişkilerinden mülkiyete, müzikten edebiyata pek çok meseleyi yoklayan bir olaylar dizisinin ilk karesidir sadece. İngiliz edebiyatının sivri dilli yazarı E. M. Forster?ın 1910 yılında yazdığı, eleştirmenlerin ?masterpiece? diye tanımlamaktan çekinmediği ?Howards End?, dönemin İngiltere ?sini eleştiren, toplumun aksaklıklarını açık eden muhalif bir klasik olsa da, aslında her dönemin ve her toplumun romanı.
Sınıf ayrımının keskin hatlarla ?yüceltilerek değil bilakis hicivle- yapıldığı kitapta dönemin İngiliz toplumuna üç yerden bakıyor Forster. Romanın merkezinde yer alan Howards End malikanesinin sahibi Wilcox?lar, zengin üst sınıfın geleneksel sosyal ahlakının ve pragmatik bakış açısının temsilcisi olarak karşımıza çıkıyor. Beri yanda, yarı Alman Schlegel kardeşler Helen, Margaret ve Tibby var. Ailelerinden kalan mirasla yaşayan, üst sınıfa mensup bu üç kardeş, Wilcox?ların aksine kültürle haşırneşir, Londra?daki sanat çevreleriyle yakın ilişkileri olan, idealist ve entelektüel taraf olarak tahterevallinin diğer ucunda oturuyor. Bir yanda da, alt-orta sınıfa dahil Leonard Bast ve evlenmek için uygun anı beklediği, kendinden yaşça büyük sevgilisi var. Bir sigorta şirketinde memur olarak çalışan, Londra?da berbat bir evde yaşayan Leonard, içinde bulunduğu çukurdan kitaplarla ve arada katıldığı sanat etkinlikleriyle çıkmaya çabalıyor. Forster, bu üç ayrı ucu ölümler, kurşun kalemle son anda kağıda yazılan vasiyetler, bir Beethoven performansında yanlışlıkla çalınan şemsiyeler ve evlilik dışı yasak ilişkilerden mütevellit kusursuz olay örgüleriyle bir araya getiriyor. Bütün romanlarında olduğu gibi Howards End?de de ekonomik statü, sınıf, milliyetçilik ve cinsiyet etiketlerinin insan ilişkilerini ayrı ayrı nasıl etkilediğini ortaya koyuyor.

Ve olaylar gelişir?
Schlegel kardeşler bir seyahat sırasında Wilcox ailesiyle tanışıp Howards End?e davet edilir. Margaret hastalanan Tibby?ye bakmak için Londra?da kalır ve Helen tek başına gider. Helen aileye ilk bakışta aşık olur ve o aşk evin en küçük oğlu Paul?de vücut bulur. Söz konusu öpücük bu ikisi arasında hayata geçer. Helen o kadar kapılır ki ailenin büyüsüne, Wilcox?ların sohbetleri sırasında ?elbette büyük bir nezaketle- onun hayata bakışının akademik ve gerçeklikten uzak olduğunu, eşitliğin, kadınlara oy hakkının, sosyalizmin, sanat ve edebiyatın saçma olduğunu söyleyerek Schlegel fetişlerini bir bir yıkmalarından dahi rahatsız olmaz. Lakin büyü uzun sürmez. Helen ertesi sabah ?aşkı? Paul?un, babası ve büyük erkek kardeşi karşısındaki korkusuna şahit olur, bir erkeğe böylesi bir korkuyu yakıştıramaz ve kafasında yarattığı her şey bir anda yıkılır. Bu duygusunu şöyle anlatır: ?? bir an için Wilcox ailesinin aldatıcı bir görünüş, bir gazete, bir araba, bir golf kulübü dekoru olduğunu ve bu dekor düşerse arkasında panik ve boşluktan başka bir şey bulamayacağımı hissettim.? İki aile arasındaki gerilim, Margaret?in özür mektupları üzerinden Bayan Wilcox ile yakınlaşması ve arkadaş olması ile başka bir hal alır ve yıllar sürecek bağlar kurulur. Bayan Wilcox?ın ani ölümü ve ölmeden önce Howards End?i Margaret?e bırakmasıyla bütün dengeler değişir. Lakin kız kardeşler ile Wilcox?lar arasında şu meşhur karaağacın altında atılan düğümün çözülmesi yıllar sürer. Alt sınıfın temsilcisi Bast?ların bir Beethoven performansı sırasında kaybolan bir şemsiye ile hikayeye dahil olması ise sadece bir başlangıçtır. Alt sınıf ve üst sınıf çatışmasının su yüzüne çıktığı bu bölümlerde, Forster?in hümanizmi Margaret?in, ama en çok Helen?in ruhuna sızar ve olaylar gelişir.
Howards Ends, 1900?lerin İngiltere ?sinde aynı hikâyenin içinde bir araya gelmesi pek de muhtemel olmayan, toplumun birbirinden kopuk üç kıyısına ait üç aile arasında yaşananları anlatıyor. Birbirinden bağımsız gibi görünse de, günün sonunda okuru şaşırtacak birkaç hamleyle aynı noktaya doğru akan olaylar, kitabın sonunda beklenmedik bir yere varıyor. Bayan Wilcox?un ölümüyle uzun süre kaderine terkedilen Howards End?de yıllar sonraki manzara şudur: genç bir anne, onun bir yaşındaki evlilik dışı oğlu, yaşlı ve bir o kadar yorgun bir adam ve onun genç karısı bir aradadır. Görünen o ki, kitabın en başındaki ?Sadece bağlantı kur? cümlesi görevini başarıyla yerine getirmiştir.

İflah olmaz bir hümanist
20. yüzyıl İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Edward Morgan Forster, orta sınıf bir ailenin tek çocuğu olarak 1879?da Londra?da doğdu. İki yaşında babasını kaybeden Forster?ı annesi ve teyzeleri büyüttü. Forster halasından kalan bugünün parasıyla 700 bin sterline denk gelen miras sayesinde yazarlık yaparak hayatını sürdürebildi. Cambridge?te okudu. Üniversiteden sonra annesiyle birlikte Avrupa?da seyahat etti. 1914 yılında İngiltere ?nin savaşa girmesine karşı çıkan aktivist ve tarihçi Goldsworthy Lowes Dickinson ile Mısır , Almanya ve Hindistan ?a gitti. Biri hariç tüm romanlarını bu tarihe kadar yazdı. Birinci Dünya Savaşı?nda savaş karşıtı bir vicdani retçi olarak Kızıl Haç?ta gönüllü olarak çalıştı ve İskendireye?de görev yaptı. 1920?lerde Hindistan ?da 3. Tukojirao?nun özel sekreterliğini yaptı. Londra?ya döndükten sonra Hindistan izlenimleri denebilecek, pek çoklarına göre en önemli kitabı A Passage to India?yı ( Hindistan ?da Bir Geçit) yazdı. 1924?te yayımlanan ve en önemli işlerinden biri olan bu kitapta Britanya İmparatorluğu?nun yönetimindeki Hindistan ?ı, iki farklı kültüre ait insanların yakınlaşma çabalarını engelleyen önyargıları ve yanlış anlamaları anlattı, Doğu-Batı sorunsalını inceledi. 1910 ve 1920?li yıllarda Virginia Woolf?un da üyesi olduğu Bloomsbury Grubu?nun uzaktan da olsa üyelerinden biri oldu. 1930 ve 1940?larda BBC Radio?da yayıncılık yaptı.
Forster, gizli eşcinseldi ve hayatı boyunca hiç evlenmedi. Evli bir polis olan Bob Buckingham ile uzun ve sevgi dolu bir ilişkisi oldu. Buckingham ile birlikte karısı May?i de arkadaş çevresine dahil etti. 1925?ten annesinin öldüğü 1945?e kadar onunla yaşadı. Şövalyelik unvanı dahil olmak üzere İngiltere ?de pek çok önemli unvana layık görüldü. 1970 yılında öldü.

?Dava fikrinden nefret ediyorum?
İnsana salt insan olduğu için değer veren hümanizm akımından etkilenen Forster?ın tüm kitaplarında bu ruh hali ağır basar. Milliyetçiliği ağır eleştiren ve savaş karşıtı olan Forster, ?Dava fikrinden nefret ediyorum. Eğer kendi ülkeme ihanetle, dostuma ihanet arasında kalırsam, ülkeme ihanet etme cesaretini göstermeyi umut ediyorum? demiştir. Romanlarında İngiliz toplumunun aksaklıklarını kurcalayan Forster, ?Howards End? ve ?Manzaralı Bir Oda?da özellikle feminizm , sınıf ayrımı ve mülkiyet konularına, ? Hindistan ?da Bir Geçit?te sömürgeciliğe ve 1914?te yazdığı halde ölümünden sonra yayımlanan ?Maurice?te ise eşcinselliğe dokundurmuştur. Yazarın ?Maurice?teki ?Mutlu son zorunluydu. Yoksa bu kitabı yazmazdım. Hiç değilse edebiyatta iki erkek birbirine âşık olsun ve edebiyatın el verdiğince sonsuza dek öyle kalsınlar istedim? cümlesi onu anlamak adına önemlidir. Forster İngiliz toplumunun sırlarını ortalığa döktüğü ve düşünce kalıplarını acelesiz ve sakin bir dille yerle yeksan ettiği her kitabında toplumun bireye dayattığı sınırlara inat, kişiler arasındaki ilişkileri önemsemiş ve öne çıkarmıştır. Yaşadığı ve yazdığı yılların bireye sunduğu düşünme ve hareket alanının sınırlarını zorlayan E. M. Forster?ın romanlarını -edebi kıymetleri bir tarafa- sanırım en çok bu özgürlükçü yanları yüzünden, yazıldıklarından 100 yıl sonra bu topraklarda okumak ziyadesiyle anlamlı.

Kitabın Künyesi
Howards End
Yazar:E. M. Forster
Çevirmen:Hasan Fehmi Nemli
İletişim yayınları
Nisan 2012
424 sayfa

E. M. Forster (Biyografi)

1879’ta doğdu. 20. yüzyıl başı İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biridir. Cambridge’deki King’s College’den mezun olduktan sonra, bir süre İtalya’da yaşadı ve Where Angels Fear to Tread (Meleklerin Uğramadığı Yer, İletişim Yayınlan, 2004) ile Room With a View (Manzaralı Bir Oda, İletişim Yayınları, 2002) romanlarını yazdı; bu romanlarda Akdeniz kültürünün tenselliği ile tutuk İngiliz roman kahramanları arasındaki ilişkiyi ele aldı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Mısır’da sivil görevli olarak çalıştıktan sonra 1911 ve 1921 yıllarında Hindistan’a iki yolculuk yaptı. En ünlü romanı A Passage to India (Hindistan’a Bir Geçit, İletişim Yayınlan, 2001) bu yolculukların ürünüdür. Bu romanında sömürgeci İngilizlerle Hintliler arasında gerçek, insani bir bağ kurmanın imkânsızlığını anlattı. Forster, ayrıca edebiyat eleştirisi, biyografi, edebi ve toplumbilimsel denemeler de yazdı. Aspects of the Novel (Roman Sanatı) ile Two Cheers for Democracy (Demokrasi İçin İki Kere ‘Çok Yaşa!’) bunların arasında en önemlileridir. Otobiyografik öğeler taşıyan Maurice (İletişim Yayınlan, 2000) ise Forster’in erken dönem romanlarından biri olmakla birlikte ancak ölümünden sonra 1971’de yayımlandı. Forster, 80’li ve 90’lı yıllarda özellikle Merchant-Ivory ve David Lean gibi yönetmenlerin romanlarından yapakları uyarlamalarla geniş kitlelerce tanındı. Öyküleri Collected Short Stories (Cennet Dolmuşu, İletişim Yayınlan, 2002) ve The Life to Come and Other Stories adlarıyla kitaplaştırıldı. 1970’te öldü.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir