Hrant – Tuba Çandar

Türkiyeliyim… Ermeniyim… İliklerime kadar da Anadoluluyum. Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip geleceğimi “Batı” denilen o “hazır özgürlükler cennetinde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu.
Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum…
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım… Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında… O noktada hep çaresiz kaldım. “Ölüm-kalım” dedikleri bu olsa gerek… Bütün bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce…
* Hrant Dink

Hrant Dink, Malatya?da 15 Eylül 1954?te doğdu. Türkiyeli bir Ermeni aydını olarak toplumuna baktı, ona dokundu, gördü ve bildi. Mücadelesini sürdürdüğü gazetesi Agos?un önündeki kaldırımda 19 Ocak 2007?de vuruldu. Bu kitap onun benzersiz hayatının hikâyesidir.

Malatya Salköprü’den Osmanbey’deki ‘o’ kaldırıma uzanan bir hikâye – Burcu Aktaş
(12/09/2010 tarihli Radikal Gazetesi)

Göz göre göre öldürülmek. Buralarda, böyle bir deyim kolayca kendine yer buluyor. Türkiyeli bir Ermeni aydın, gazeteci Hrant Dink, 19 Ocak 2007?de göz göre göre öldürüldü.
Şimdi Hrant Dink?in 15 Eylül?deki doğum günü yaklaşırken önemli bir kitap var elimizde. Dink?e dair ilk biyografi çalışması: ?Hrant?.
Tûba Çandar?ın yazdığı, Everest Yayınları?nın yayımladığı kitap birçok açıdan önemli bir çalışma. Kitabın en önemli özelliği de Hrant?ın yakını olan yaklaşık 125 kişiyle görüşülerek ince ince işlenmiş olması. Yazar üç yıl boyunca bu kişilerle tek tek konuşmuş. Konuşamayıp yazıştıkları da olmuş elbette. Tûba Çandar neden bu kişilerle görüştüğünü çok güzel açıklıyor: ?Hrant Dink aynı zamanda da bir şifacıydı… Yaşarken değdiği insanlara sevgiyle dokunmayı bilmiş, kadınından erkeğine, gencinden yaşlısına, köylüsünden kentlisine dokunarak geçerken, her birinde derin izler bırakmıştı. Ve değdiği, değebildiği her insanı dönüştürmüştü. Dolayısıyla, bu kitap, Hrant?ın hayatının tanıklarının da olmalı, onların seslerinden de oluşmalıydı.?
?Hrant?ın bölümlerini ve kurgusunu öyle mükemmel oluşturmuş ki Tûba Çandar, kitap hem kronolojik hem de tematik olarak ilerliyor. Malatya Salköprü?deki, Boncuklu Sokak, No. 1?den İstanbul Osmanbey?deki ?o? kaldırıma uzanan bir hikâye bu. Hrant Dink?in Agos gazetesindeki yazılarını değerlendiren Çandar, onu iki ayrı dönemle ele alıyor: Khent Hrant ve Baron Hrant.

Khent Hrant, Dink?in doğumundan başlayarak gazetesi Agos?u kurmasına kadarki dönemini kapsıyor. Kimsesizler Yurdu, zorlu hayat mücadelesi ve ?delifişek? bir delikanlı var satırlarda. Zaten ?khent?in anlamı da delifişek. Çandar?a göre ?Yaşamöyküsünün farklı dönemlerini kapsayan bu uzun zaman diliminde hep bir yarım yamalaklık, iki arada bir derede olma hali var. Ekmek kavgası, aile babalığı, zooloji ve felsefe olmak üzere iki ayrı fakülte eğitimi, solculuk derken Hrant?ın tüm kimliklerinin harmanlandığı bir deli zaman bu.?
Baron Hrant ise Agos?un kuruluşundan başlayarak önce bir gazeteci sonra bir düşünce adamı olarak verdiği kimlik mücadelesi yıllarını kapsıyor. Agos çalışanlarının kendisine taktıkları bu isim, ?baron?, ?hoca, usta? anlamına geliyor.
?Baron Hrant, bir anlamda onun ?ikinci hayat?ını anlatıyor. Çeyrek asır boyunca kullandığı Fırat Dink adını geride bırakarak yeniden asıl adına, Hrant Dink?e dönüş yapmış olması bile, bu ?ikinci hayat? tanımlamasını geçerli kılmak için yeterli aslında. Bu dönem, adıyla birlikte kişiliğinde de değişimler söz konusu…?
?Hrant?, sadece bir biyografi kitabı değil, bir ailenin, Ermenilerin, Türkiye?nin tarihi bir anlamda. Kitabın içindeki tanıkların anlattıkları sadece Hrant Dink değil çünkü…

?Talihsiz bir kadındı annem?
Hosrof (Erkek kardeşi): Talihsiz bir kadındı annem

Anamın okuma yazması yoktu ama çok akıllı kadındı. Analık duygusu çok kuvvetliydi. Aklı fikri bizdeydi, bizim başımıza bir şey gelmesinden çok korkardı. Hrant ailede en çok anneme düşkündü. Babam öldükten sonra annemi kendi evine aldı. Rakel?le birlikte yıllarca onun bakımını üstlendi. Hem sevgisi hem saygısı büyüktü anneme. Onun daha iyi bir hayatı hak ettiğini düşünürdü hep. Talihsiz bir kadındı annem. Onun da hayalleri vardı. Kaloriferi olan, her gün odun sobası yakma zorunluluğu olmadan yaşanılan bir ev, üç odalı bir ev isterdi. Bizler için hayal ederdi bunu. Bu hayallerinin gerçekleştiği gün annem akli melekelerini kaybetmişti. Farkında değildi artık hayatın…
Siranuş Hala (Teyzesi): Ödül parasını annesine vermiş
Sabah eşimi işe gönderdim. Ayıptır söylemesi, bir şeyler aldım, taşıyabildiğim kadar artık. Vardım gittim ablama, baktım ki ablam ağlıyor. Hrant, Anneler Günü?nde annesi için şiir yazmış, ödül kazanmış. 2.500 lira vermişler ödül diye. O da getirmiş vermiş annesinin eline. Şiir de elinde Nıvart?ın. Okudu okudu, ağladık. Nasıl da gururlanmıştı oğluyla. Bak, dedi, Hrant bu kadar para getirdi. Gittim, sabun aldım hemen. Hadi gel oğlanları yıkayalım, dedi. Bir de kızdı bana elimdeki paketleri görünce, ne zahmet ettin diye. Ablam çok onurluydu benim. Aç gezerdi, tok sanırdın onu. Sonra Hosrof?la Yervant?ı bir güzel yıkadık leğende. (Kitaptan)

?Baron?u vurdular?

Kitabın en etkileyici bölümü, yakınlarının haberi nasıl aldıklarını anlattığı ?Kaldırım?.
Sera Dink (Kızı): Taksim?de arkadaşlarımla yürüyordum. Kızlardan birisinin telefonu çaldı. Telefonu açtı ve bembeyaz kesildi. Elim içgüdüsel olarak kendi telefonuma gitti. Babamı aradım, çünkü yolunda gitmeyen bir şey varsa, hep babamı ararım ben. Telefon çalıyor ama cevap vermiyordu. Arkadaşlarım beni Agos?a götürdüler. Yerde birisi yatıyordu. Ben alışmışım bir kere, son sözü hep ondan duymak isterim. Telefonla babamı aradım ki bana olanları anlatsın ve kendisinin iyi olduğunu söylesin ama yine cevap vermedi. Telefonu kapatmamla yerde yatan kişinin babam olduğunu anlamam bir oldu… Sonrası yok… (Kitaptan)

?Türkiye?yi niye terk etmedik??

Rakel: O iyimserlik gözümüzü kör etmişti
Gitmemiş olmamızı birkaç türlü açıklıyorum. Çok ama çok iyi niyetliydik. Hep yok canım, mümkün değil, böyle bir şey yapamazlar, yapmazlar diye düşündük. Biliyoruz ki, devlet eğer istemezse kuş uçmaz. O anlamda aldatıcı bir güven taşıyorduk herhalde. Şimdi çok iyi niyetli olmamızı bir kör nokta olarak düşünüyorum.
Taner Akçam: Yerinde olsam, hiç durmam
5 Ocak günü, Agos?a geri döndükten sonra Hrant?ın odasında konuşuyorduk. ?Geç bile kaldın. Senin yerinde olsam, hiç durmam, hemen yurtdışına çıkarım,? dedim. Durdu bir süre, sonra ?Biliyor musun, çıkınca memleketi çok özlüyorum. Eğer çıkarsam, bir daha geri dönemem diye korkuyorum? dedi. İşte böyle bir adama çok gördüler memleketinde yaşamayı… (Kitaptan)

Neşe Düzel’in Tûba Çandar ile Kitabı Üzerine Söyleşisi / 1. Bölüm
(14.09.2010 tarihli Taraf Gazetesi)

NEŞE DÜZEL: Hrant, vurulmadan önce öldürüleceğini hissettiğini anlatan o ünlü ?Güvercin? yazısını yazmıştı. Hrant, suikasta uğramadan ne kadar önce böyle bir olayın olabileceğini hissediyor?

TÛBA ÇANDAR: Yargıtay, mahkûmiyet kararını onaylayınca, Hrant büyük bir çöküş içine giriyor ve hayatının son altı ayını çok tedirgin yaşıyor. Hâlbuki Hrant?ın son üç yılı yargının kıskacında geçmişti. Ama o, Yargıtay kararına dek, hakkında süren davayla ve suçlamayla ilgili çok da tedirgin olmuyor. Çünkü Hrant masumiyetinden emin.

Hrant?a yapılan suçlama nedir?

Hrant, 2003 yılında gazetesi Agos?ta ?Ermeni Kimliği Üzerine? başlıklı on bir bölümlük bir yazı dizisi yazıyor. Bu uzun yazı dizisinden tek bir cümle cımbızlanıyor ve bu cümleye dayanılarak Hrant?a dava açılıyor. ?Türklüğü neşren tahkir ve tezyif etmek? şeklinde formüle edilen, o ünlü 301. Madde?den sürdürülüyor bu dava. Hrant bu davanın düşeceğine inanıyor ama altı ay hapis cezasına çarptırılıyor. Kararın açıklandığı gün, ?ben, bu Türk düşmanı yaftasıyla, mahallemdeki insanların yüzüne nasıl bakarım?? diye ağlıyor.

Sonra da Yargıtay?a başvuruyor öyle mi?

Evet. Ekim 2005?te kararı Yargıtay?a taşıyor. Yargıtay, 2006 temmuzunda mahkûmiyet kararını onaylıyor. İşte o noktadan sonra, Hrant, hayatının son altı ayında çok büyük bir tedirginlik yaşıyor.

Hrant, o yazı dizisinde Türklüğü eleştirmedi. Aksine o yazı dizisinde, diasporanın oluşturduğu ?Ermeni kimliğini? eleştirdi, değil mi?

Aynen öyle. Hrant, o yazıda, diasporaya, ?içinizdeki Türk algısını değiştirin, bu Türk algısından kendinizi kurtarın çünkü bu korku ve nefret sizi zehirliyor, sizi hasta kılıyor. Siz, artık bütün enerjinizi yeni kurulmuş olan Ermenistan?a yönlendirin? diyor. Çünkü diaspora, tamamen Türk?e duyduğu travmaya dayalı olarak Ermeni kimliğini oluşturuyor. 1915 travmasını, Ermeni kimliğinin temel taşı yapıyor. Ve, kimliğini bu travmayla besleyip ayakta tutuyor. Hrant işte yazısında bu hastalıklı durumu anlatıyor.

İlk hangi olay Hrant?ın öldürüleceğini fark etmesine neden oluyor?

Tam olarak bilmek zor ama şu var. Duruşmalardan birinde, mahkeme salonunda Hrant ve avukatları bir linç girişimiyle karşılaşıyorlar. O duruşmada müdahil avukatlar arasında ?Büyük Hukukçular Birliği? denen derneğin başkanı Kemal Kerinçsiz de var. Fakat Hrant o gün mahkeme koridorlarında birini daha görüyor. Bu kişi, Veli Küçük.

Hrant?ın davalarına Veli Küçük?le Kerinçsiz?in gelmesi asıl büyük uyarı mı?

Evet. Birkaç arkadaşına Veli Küçük?ün ismini zikreden Hrant?ın, ?işte şimdi bittim? diye ifadeleri var.

Kitabınızda, gazeteci yazar Belma Akçura, size, Hrant?la arasında geçen bir konuşmayı anlatıyor. Hrant ona, ?Beni asıl hani şu Susurluk?taki General var ya o korkutuyor? diyor. Akçura, ?Kim, Veli Küçük mü? diye soruyor. Hrant, ?Evet? diyor. Hrant, Akçura?ya ayrıca, ?Bu davayı derin devlet açtırdı. Çünkü özellikle Sabiha Gökçen haberinden sonra derin devletin benimle hesabı var… Sana bunu ödetiriz gibisinden bana bunu hissettirdiler zaten? diyor. Hrant tehlikeyi böylesine çıplak bir şekilde fark ettiğinde ne yapıyor?

Çok da fazla bir şey yapmıyor. Yakın çevresinde bir ara yanına koruma alması konuşuluyor. Hrant, ?korumaya nasıl güvenebilirim? diyor. Etyen?le (Mahçupyan) birlikte Manisa?da çelik yelek üreten bir fabrika buluyorlar. Bir ara çelik yelek giyiyor Hrant. Fakat özgürlüğüne o kadar düşkün ki, ondan da sıkılıyor.

Bir süre için yurtdışına gitmeye çalışmıyor mu?

Mesela Orhan Pamuk hemen gitti ve iyi de yaptı ama Hrant bunu yapamıyor.

Neşe Düzel’in Tûba Çandar ile Kitabı Üzerine Söyleşisi / 2. Bölüm
(15.09.2010 tarihli Taraf Gazetesi)

NEŞE DÜZEL: Hrant?ın çok acıklı bir hayatı var aslında. Hrant?ın öldürülmesi, insanlara sadece Türkiye?de derin devletin tarihini değil, Anadolulu Ermenilerin ne güçlüklerle ve mücadelelerle hayatta kalabildiklerinin tarihini de anlattı. Hrant bir yetim olarak mı büyüyor?

TÛBA ÇANDAR: Hrant yetim değil ama bir yetimhanede sahipsiz bir çocuk olarak büyüyor. Ailesi, Malatya?dan İstanbul?a geldikten sonra parçalanıyor. Çok yoksullar… Anne ve baba çocuklarına sahip çıkabilecek durumda değiller. Çok onurlu bir çocuk olan Hrant işte bu sahipsizlik ortamında, kardeşleriyle birlikte evden kaçıyor. Üç kardeş üç gece Kumkapı?daki bir balıkçı korunağında, balıkların konduğu bir sepetin içinde uyuyorlar. Nineleri Ahçik Hanım Malatya?dan geliyor ve Gedikpaşa Protestan Ermeni Kilisesi?ne, çocukların yetimhaneye alınması için ricada bulunuyor. Aslında yetimhanede sadece Anadolu?dan gelen Ermeni çocuklar kalıyor.

İstanbul?a Anadolu?dan Ermeni çocuklar mı geliyor?

Anadolu?daki bütün Ermeni okulları ve kiliseleri artık kapatılmış. Ermeni çocuklar kendi kimliklerine uzak büyüyorlar. Bazı Ermeni rahipler bu çocuklara el uzatıyorlar. Özellikle, Hrant?ın ?baba? dediği Patrik Şınorhk Kalustyan zamanında, birkaç Ermeni rahip Anadolu?ya çıkıyor ve çeşitli köylerde yaşayan Ermeni çocuklarını topluyor. Onları İstanbul?daki Ermeni okullarında okutmak için ailelerinin izniyle İstanbul?a getiriyorlar.

Kitabınızda içimi çok acıtan anlatımlardan biri de, 1915?te yaşanan katliama, soykırıma, felakete ya da kıyıma yaşlı Anadolu Ermenilerinin ?kesim? demesi oldu. Bu insanlar, annelerinin, babalarının, kardeşlerinin başlarına geleni ?kesime götürüldü? ya da ?kesimden kurtulmayı başardı? diye anlatıyorlar. Rahiplerin İstanbul?a getirdikleri bu Ermeni çocuklar, kesim artıklarının çocukları mı?

Aynen öyle. Tabii bu kesime götürülme sözcüğünün altında korkunç bir kurban kavramı da yatıyor… Anadolu?dan getirilen bu çocuklar, Hrant ve kardeşlerinin de barındığı Gedikpaşa Protestan Ermeni Kilisesi?nde kalıyorlar.

Hrant?ın çocukluğu nasıl geçiyor?

Üç kardeş kışları bu kimsesizler yurdunda barınıyor. Gittim gördüm. Kızlar ve erkekler için küçücük iki oda. Bir de mutfak. Yurt dedikleri bu. Kilisenin yakınında Ermenice eğitim veren İncirdibi İlkokulu?na gidiyor bu çocuklar. Bir süre sonra Tuzla?da Ermeni vakıflarına ait bir arazide çocuk kampı kuruluyor. Kuruluyor demek yanlış. Hrant o sırada sekiz yaşında. Bu kampın inşaatını çocuklar, yaşlı Hasan Usta?yla birlikte yapıyorlar. Taş taşıyorlar, ağaç dikiyorlar. Hrant?ın deyişiyle, orayı ?Atlantis Uygarlığı? haline getiriyorlar. Sonra Hrant?ın annesi Nıvart Hanım yeniden ortaya çıkıyor. Çocuklarına yakın olabilmek için kiliseye yakın tek odalı bir ev tutuyor ve yurttan kaçıp gelmesinler diye çocuklarını da gizli gizli izliyor.

Film gibi…

Bir gün ortanca kardeş Hosrof, kımıldayan bir tül perdenin arkasında annesini fark ediyor ve anne artık çocuklarından kaçamıyor. Anne çok büyük bir yoksulluk çekiyor. Mantolara ilik açarak yaşamaya çalışıyor ve evlatlarına sahip çıkamamanın büyük üzüntüsünü yaşıyor. O dönemde üç kardeş, koca koca mantoları üst üste küçücük bedenlerine geçirip, Beyazıt?taki terzilerden düşe kalka annelerine ilik işi taşıyorlar. Anneyle oturup kesekâğıdı yapıyorlar. Maçlarda satıyorlar. Hrant kardeşler hep çalışıyorlar. Bu arada Hrant?ın ortaokul yılları başlıyor. Patrikhane?nin yanındaki Bezciyan Ortaokulu?na gidiyor. Kalacak yeri yok. Yetimler yurdunda barınma karşılığı, çocuklara etüt saatlerinde belletmenlik yapıyor. İşte o sırada Rakel?e âşık oluyor.

Kaç yaşındalar?

Rakel yedi-sekiz, Hrant 12-13 yaşında. Rakel, Anadolu?daki Ermeni çocuklarını İstanbul?da okutmak için toplayan rahipler tarafından Silopi?den getirilen ve kendisini Kürt zanneden, Kürtçe konuşan bir aşiret kızı. Rakel?in babası, Ermeni Varto aşiretinin reisi Siament Ağa. Hrant, Rakel?e ilk görüşte âşık oluyor. Rakel, bu aşka uzun süre direniyor. Çok utanıyor. Ama herkes farkında Hrant?ın durumunun. Ateş bacayı sarmış. Yatılı çocukların sorumlusu iki müdire, bunlara Çutak ile Taşnak adlarını takıyor, kendi aralarında iki çocuğu konuşurlarken kimse anlamasın diye. Çutak keman, Taşnak da piyano demek. Böyle de kalıyor adları. Rakel Hrant?a hep Çutak diyor. Sonuna kadar…

Hrant eşiyle çok genç yaşta evleniyor. Bir evi geçindirebileceğine nasıl inanıyor?

Öyle bir şeye falan inanmıyor. O, Rakel?ini kapmak istiyor. Rakel?e ulaşmak onun için bir hülya. Kimsesiz, sahipsiz Hrant, Siament Ağa?nın kızını alacak. Siament Ağa başta Hrant?ı istemiyor. Patrik Kalutsyan, ?o benim oğlum? diye devreye giriyor. Siament Ağa başlık parası istiyor. Uzun pazarlıklardan sonra Patrik, beş bin lira başlık parasını verip Rakel?i Hrant?a alıyor. Siament Ağa memleketine dönerken, gizlice bu parayı Hrant?ın cebine koyuyor. Rakel 17 yaşındayken nihayet evleniyorlar.

Nasıl yaşıyorlar?

Hrant?ın babası ve iki kardeşiyle aynı evde oturuyorlar.

Hrant: Hepimize Dokunan O Gizemli Adam – Kaya Genç
(17/09/2010 tarihli Radikal Kitap Eki)

Üç yıllık bir çalışmanın ürünü olan Hrant?ın arkasında, daha önce yayımlanan Hitit Güneşi ve Murat Belge: Bir Hayat kitaplarından tanıdığımız gazeteci Tûba Çandar?ın üç yıllık emeği, 125 kişiyle yaklaşık 90?ar dakikadan yapılmış 200 saate yakın ses kayıtları, Brüksel?den Tuzla?ya Hrant?ın ve sevdiklerinin geçtiği, dokunduğu onlarca coğrafyaya yaptığı seyahatleri var. Everest?in Sultanahmet?teki ofisinde yaptığımız duygusal söyleşide Çandar, bana, Maureen Freely?nin Hrant henüz tamamlanmadan çalışmanın ilk kitabını alıp çevirmeye başladığını anlattı. Hrant, İngilizce çevirisiyle ve muhtemelen bunu takip edecek diğer dillerden çevirileriyle dünya çapında bir yayıncılık fenomeni olmaya aday. Ama hepsinden de önemlisi, bize (Tuzla?daki) bir yetimhanedeki bir çocukluğu, artık korumak için çok geç olan bir çocuğun yaşadıklarını, insanı öfkelendiren, utandıran, çaresiz bırakıp sarsan ayrıntılarla anlatıyor. Hrant insanlara dokunan biriydi, kardeşimiz ve yoldaşımızdı. Hrant?ta -onu tanıyanların olduğu kadar tanımayanların da hissedeceği- aşina bir sıcaklık var. Bu, düşünen, gören, isteyen, arzulayan, ölen bir adamın ruhu…

Önceki çalışmanız, Murat Belge: Bir Yaşam, bir sözlü tarih kitabıydı. Tamamen Belge?nin anlatımıyla yaşantısının bir portresini çiziyordu. Burada ise aramızda olmayan birinin, Hrant?ın yaşantısı var.
Ben Türkçede daha önce de hiç klasik biyografi yapmadım, iki biyografik kitabım var, ikisi de nehir söyleşi tabir edilen biyografiler. Soru-cevap formatında, kişinin hayatını kişinin kendisiyle konuşarak ama tabii kurgulayarak yazdığım kitaplar. İki kitapta da kurguya çok önem verdim. Hrant?ı yazarken Hrant hayatta değildi ama bir klasik biyografi yazmayacağımı biliyordum. Çünkü bildiğiniz gibi klasik biyografide bir tanrı anlatıcı oluyor, bir sürü araştırma-inceleme okuduktan sonra özel hayat arşivine giriyor, mektuplar, çizimler, günlükler vesaire hepsini inceliyor ve kendisi bunların hepsinin dışına çıkarak tercihen bir tez de geliştiriyor ve böyle yazıyor kitabı.

Hrant bir özel hayat arşivcisi değildi, çünkü doludizgin yaşanan bir ekmek kavgası içinde geçmişti hayatı. Özelini biriktirmeye hiç vakti olmamıştı. Hrant?ın özelinden geriye kalan, sadece karısına yazdığı bir-iki şiir ve evlatlarına askerdeyken gönderdiği mektuplar ve bir masaldı. Başka bir şey yoktu. Ama öte yandan Hrant çok büyük bir sözlü kültür arşivcisiydi, yıllarca kendisine anlatılanları biriktirmiş, bunları genetik kodlarında yazılı olan içbilgiyle birleştirmiş kendi hayatıyla buluşturmuştu. Ve hep söylüyorum, yüz yıllık Ermeni kılmıştı kendini. Hrant bütün Ermeni meselesini hep küçük insan hikâyelerinden yola çıkarak anlatmıştı. Otobiyografik nitelikte çok yazı yazmıştı. Bu yazıların kayıtlı olduğu, binlerce yazı ihtiva eden bir arşivi vardı Agos?ta. Gezi notları, denemeler, röportajlar ve köşe yazılarından oluşuyordu. BirGün?e de hayatının sonuna kadar yazmıştı. Oralardaki yazılar büyük bir sözlü kültür arşivi oluşturdu bana. Destansı üslupta yazılardı.

Kitabın tohumlarının ilk atıldığı günlerden bahseder misiniz?
Daha başından, 2007 Ekim?inde Etyen Mahçupyan?a projeyi götürdüğümden itibaren biliyordum ki, kitabım, Hrant?ın başta aile büyükleri olmak üzere hayatının en yakın tanıklarının seslerinden oluşacaktı. Kafamdaki proje daha başından beri buydu. Hrant?la konuşamayacağıma göre diğer insanlarla olan konuşmalarımda da kendimi yok etmeyi seçtim. Tamamen kendim dışında seslerden oluşturmaya karar verdim kitabı. Sonra, bittikten sonra, bölümlere giriş yazıları yazdım, o kadar koydum kendimi.

Bir koro oluşturuyor bu sesler. Son sayfada onları koro olarak görüyoruz. Hrant?ı deneyimleyenler, paylaşanlar korosu. Koronun büyüklüğünü insan baştan kestiremiyor. Ama koro gittikçe büyüyor ve çok büyük bir projeye dönüşüyor…
Hrant çok kalabalık yaşayan, dostları olan bir insandı. Sevgi dolu biriydi, insanlara çok değmiş, dokunmuş; dokunarak yaşamış bir insan. İki hayatı var aslında, kitapta da görüldüğü üzere. Ama birinci hayatından ikinci hayatına bütün o dostluklarını da taşımış bir insan. Geride bırakmamış onları. Dolayısıyla oldukça kalabalık bir liste çıktı. Yine de dışarıda bıraktıklarım vardır muhtemelen. Onlardan da önsözde af diledim. Ama en yakınlarıyla yetinmek zorunda kaldım. Çünkü çoğalarak yaşamış bir insan. İlk hayatını yazarken, tabii, aile büyükleriyle hayatının belirli dönemlerine tanıklık etmiş insanlar konuştu. Diyelim ki askerlik dönemini askerlik arkadaşıyla, fakülte hayatını öğrenci arkadaşlarına ulaşarak anlatmaya çalıştım. Tabii elli yıllık koca hayat içinde de epey bir sesler korosu, epey büyük bir koro oluştu. 125 kişilik bir koro…

Bu kişiler yalnızca İstanbul?da değil. Brüksel?e gitmişsiniz, konuştuğunuz pek çok kişiye gitmişsiniz…

Mesela kitap için Adalet Ağaoğlu?yla da konuştum ama maalesef Adalet Hanım?a gidemedim, büyük bir incelik gösterdi ve telefonda anlattı kendi Hrant?ını? Ben de onun sesinden yazdım. Zaten çoğu ses yeniden yazıldı aslında, bunu belirtmek isterim. Özel tınılarını koruyarak, tekrar tekrar dinleyerek yeniden yazıldı.

Bir edebileştirme, gerçeğe daha gerçek kılma kaygısıyla mı yapıldı bu? Kişinin sözle ifade ettiği şeyin yazılı halini daha gerçek kılma çabası mıydı?
Aslında seslerle çok fazla oynamadım. Çünkü burada bana yol gösterici olan Hrant oldu, Hrant?ın yazılarındaki o destansı, mistifikasyona yönelik anlatım oldu. O belirleyici oldu. Diğer sesleri de onun anlatımına tanıklık edecek şekilde formüle ettim. Söylediklerine tek bir söz eklemedim, konuşanların kendilerini anlattıkları bölümleri çıkardım, insanlar kendilerini anlatmaya çok yatkın çünkü. Özellikle de aydınlarımızda var bu eğilim. Bunları epey bir ayıkladım. Eğer bir ses ilave ettiysem, bir cümle ilave ettiysem de mutlaka konuşup kendilerinden izin aldım.

Hrant?ın ilk kitabı, ?Khent? Hrant, onun delicesine yaşadığı hayat üzerine. Bu ?Khent? lakabını ona takan da Masis Kürkçügil sanırım…
Masis de olabilir, herkesin Tomo olarak çağırdığı Yetvart Tomasyan da olabilir. Herkes bir anda da söylemiş de olabilir. O isim ilk telaffuz edildiğinde herkes bir arada da olabilir, onu net hatırlamıyorlar. Ama ?Khent?, Hrant?a çok uygun bir isim. O doludizgin yaşanan yaşam mücadelesi içinde, yoksulluk ve yoksunluktan geçen çocukluğundan itibaren, ortaokul yıllarından itibaren ekmek parası peşinde koşan bir insan. Ve o doludizginlik içinde delifişek bir delikanlı çıkmış ortaya. Zaten Hrant isminden de anlaşılacağı gibi coşkulu bir ateş o. ?Deli?, ?delioğlan?, ?delifişek? anlamında bir sözcük Khent. Ama olumsuz anlamda değil. Hrant, Dostoyevski?nin Budala?sı gibiydi.
Onun için çekinmeden o ismi koydum ilk kitaba.

İkinci kitap ?Baron? ise başka bir Hrant?ı anlatıyor…

İkinci kitapta, Hrant?ın mücadelesi ve davası var. Bambaşka bir hayatla karşılaştım burada ve zaten beni çalışmamı iki kitap halinde yazmaya iten de bu oldu. Ekmek kavgası devam etmekle birlikte biraz daha durulmuş. Yaşam deneyiminden damıtılmış bir gazeteci, sonra da bir düşünce adamı, bir mücadele adamı çıkmış ortaya. Agos çalışanları onu Baron olarak adlandırmışlar. Baron, ?üstad?, ?hoca? anlamına geliyor. O yüzden böyle diyorlar. Baron Türkçede bir asalet unvanı olduğu ve bir soyluluk ifade ettiği için Hrant?ın soylu kişiliğine de uygun oluyor diye düşünüyorum.

Hrant tam anlamıyla aramızdan biri, belki bizim olmadığımız denli bu toprakların insanı. Kitaptan bu duygu çıkıyor. Onun bir yurtsever olmadığına dair algıyı bu kitap değiştirecek mi?
Umarım değiştirecek. Ben Hrant?a ölümünden sonra sahip çıkanların da onu yeterince tanıdıklarını zannetmiyorum. Çünkü Agos sonuç olarak beş bin kişiye ulaşan bir gazete, Hrant?ın oradaki yazılarını okuyanların sayısı çok azdı. Gerçi televizyon programlarında izleyenler vardı veya bazı demokrat aydın arkadaşlarıyla katıldığı yurtiçi toplantılarda onu dinlemiş olanlar vardı ama bunlar gene de küçük bir azınlıktı. Hrant?a sahip çıkılmasının sebebi, öldürülmesinin Türk insanının vicdanını harekete geçirmesiydi.
O yüzden 200 bin kişi ?Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hrant?ız? diyerek İstanbul sokaklarına döküldü. Ölümü, Türk insanının vicdanına dokundu, 21. yüzyıl Türkiyesi?nde hepimizin gözlerinin önünde böyle bir şey yaşanması çok dokundu ve bizi çok incitti. Ama bu, vicdani bir sahiplenmeydi. Sanırım bu kitaptan sonra insanlar Hrant?ı tanıyarak ve bilerek sahiplenecekler. Çünkü bu kitapta Hrant?ın bütün mücadelesi, bütün davası kendi sözcükleriyle veriliyor. Ama tabii ki bütün yazılarını kullanamadım, içlerinden otobiyografik olanları aldım, onların da içinden belirli pasajlar seçmek zorunda kaldım. Bunlar da Hrant?ın nasıl bir insan olduğunu hepimizin gözleri önüne serecek. Bu açıdan Türk insanındaki algıyı değiştireceğini umuyorum. Öldürülmesine giden taşları döşemiş olan veya bu taşlar döşenirken timsah gözyaşları dökmüş olanlar, susanlar girmedi kitabıma. Ama bütün bunların içinden de umarım değişime uğrayanlar olur. Hrant dokunarak değiştiriyordu insanları. Hep onun bir şifacı olduğunu söylüyorum. Bu kitap da insanlara dokunsun istiyorum.

Aydın Engin Almanya?dan geldiğinde, Perihan Mağden?in, Orhan Pamuk?un davalarında, hep arkada, onlara destek çıkan Hrant?ı görüyoruz. Ama entelektüellerin onu yalnız bıraktığı, kitapta çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkıyor…
Evet, o çıksın istedim zaten. En çok da en yakın arkadaşları tarafından dile getirildi, herkes onun pişmanlığını, vicdan azabını yaşadı. Ama orada önemli bir şey daha var: O vicdan azabı çeken arkadaşları Hrant?la birlikte demokratikleşme sürecinde mücadele eden insanlardı ve ?Hrant o kadar bizden biriydi ki onun Ermeni olduğunu unuttuk? diyorlar. Bu çok doğru, çok sahici bir şey. Gerçekten öyleydi, hepimizden daha çok Anadoluluydu, hepimizden daha çok buralıydı. Türkiye?nin başörtüsünden Kürt meselesine bütün tabu konularını o bizlerle birlikte dokundu. Bu çok önemli, bunu bir gayrımüslim olarak yaptı. Kendi meselesinden yola çıkarken, aynı zamanda da bunun dışında kalıp Türkiye?nin bütün sorunlarını eşit mesafeden anlatabildi. Herkes bu yüzden kendisini onunla bir hissetti. Onun Ermeni olduğunu unuttuk. Ama devlet unutmadı.

Hrant?la ilk karşılaşmanızda, ondan ayrıldıktan sonra arabada, eşiniz Cengiz Çandar?a ?Kim bu adam?? diye soruyorsunuz. Kitabı yazdıktan sonra bu soruyu cevaplayabiliyor musunuz?
Arabada o soruyu Hrant?ın sahiciliğinden etkilenmiş olarak sormuştum. İlk karşılaşmamızda bana ilk bakışındaki, yaklaşımındaki sahiciliği beni çarpmıştı. O yüzden ?Kim bu adam?? diye sordum. Üç yıl süren kitap yolculuğu boyunca vardığım nokta, yine o ilk nokta oldu. Hrant, çok sahici bir adamdı. Öldürülmesi onun için bizi bu kadar etkiledi. Zaten belki de bu yüzden öldürüldü. Bu kadar sahici olduğu için tahammül edemediler ona. Söylediği her şey geçiyordu insanlara. Umarım onun sıcaklığını hissettirmeyi başarmışımdır. Türkiye?den bu kadar sahici bir adam geçti. Ve o bizim gözlerimizin önünde öldürüldü.

Kendisi ne kadar seküler olsa da Hrant, kitapta İsevi bir figür olarak beliriyor…
Kendisine rağmen olan bir şey bu. Onun özel bir ruh olduğuna inanıyorum, sıradan bir ruh değildi. Çok zor bir hayatı vardı, bu kitap okunduğunda ortaya çıkacaktır. Çok acılar omuzlamış bir adam. Hem özel hayatında, kişisel olarak böyle; yoksulluktan başlayarak… Aynı zamanda da atalarının hikâyelerini omuzlamış, onu yüklenmiş bir adam. Bütün bunlar olurken de hayatının son yıllarında hakarete uğramış, ?Türk düşmanı? olarak yaftalanmış, aşağılanmış bir adam. Sanki kendi çarmıhını da taşımış gibi, sonunda da hepimizin gözü önünde öldürülmüş biri. Böyle bir benzetme ortaya çıkıyorsa, bu onun hayatının ortaya koyduğu bir şey.

Hrant, sağcı-ırkçı basında en ?radikal/vatan haini? olarak görüldüğü dönemde gittikçe ruhani bir hayat yaşıyor, yazılarında İncil?den alıntılar yapmaya başlıyor.
O bir solcuydu ve Rakel kadar inanmış bir Hıristiyan değildi belki ama öte yandan onun çocukluğu Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi?ne bağlı bir kimsesizler yurdunda yoğrulmuş. Kendisi de anlatıyor, orada İsa?nın hayatından yola çıkan piyesler oynanırmış, melek rolüne çıkarmış ve koca kanatlarıyla o rolü çok severmiş.

Pek çok kişi onun TİKKO?yla ilişkisini, ÖDP?ye ve Türkiye sosyalizmine olan bağlılığını bilmiyordu sanırım ve bu kitapla bunlar öğrenilecek…
Evet, Hrant?ın kişiliğinin iki ayağı var, Ermenilik ve solculuk. Ermenilik elbette Hıristiyanlığı da içeriyor. Solculuk döneminde de ateist diyebilmiş bazı arkadaşları ona. Hıristiyan inancını geri plana itmiş. Hayatının son döneminde, özellikle de mahkûmiyet kararının Yargıtay?da onanmasından sonra dualara sığınmış. Ben Hrant?ı bir azınlık mensubu olarak kendi dualarıyla uğurlamak istedim, o yüzden Kutsal Kitap?taki Mezmurlarla onu uğurladım. Yüzde 99.9?u Müslüman olan Türkiye?de Hıristiyan azınlığın bari buna hakkı olduğunu düşünüyorum.

İlk karşılaşma
Benim Hrant?ım önce bir çift gözdü. Meraklı bir dikkatle üzerime dikilmiş bir çift hüzünlü göz. Rahmetli Elâ?yı toprağa veriyorduk. Kalabalıktan uzak, başım önümde gözyaşlarımla boğuşurken bakışlarını hissetmiş, kafamı çevirdiğimde de o koca gövdesine uymayan kuzu gözlerini görmüştüm.
Derken omzumda koca bir el oldu. Konduğu haliyle öylece durdu. Sonra da uçtu gitti, geldiği gibi…
Önce bir şaşkınlıktı Hrant; sonra bir şaka oldu. Cenazeden sonra üçümüzü bir araya getiren Cengiz, ?Bu gördüğün köylü, Ermeni cemaatinin seküler lideri Hrant. Bu, kendisini yıllarca Kürt zanneden Ermeni kızı Rakel. Bu da karım Tûba…? dediğinde, tanıştırıldığımız o ilk anda, kahkahalarla karışık bir küfür salladı: ?Ulan Allahsız, adam gibi tanıştırsana bizi!? Kitaptan

Kendisine kurulan tezgâhı önceden görmüştü
Kitabı okuyan pek çok kişi, sanırım Marquez?in Türkiye?de de çok sevilip okunan kitabı Kırmızı Pazartesi?yi düşünecek. Hrant da ?tıkır tıkır işleyen? bir tasarıyı önümüze seriyor. Bir gazeteci olarak bu kitapta anlatılanlar Hrant cinayeti hakkında nasıl bir içgörü verdi size?
Başından beri işin o tarafıyla ilgilenmeyeceğim dedim. Bunlar ayrı kitaplar olacak kadar çetrefil, etraflı ele alınması gereken konular. Dedim ki, kitabıma kir pas sokmayacağım. Trabzon?daki güruhun nasıl örgütlendiği, bunları kimin yönlendirdiği gibi meselelere girmeyeceğim dedim. Onların seslerine de yer vermeyeceğim dedim. Dolayısıyla da hiç o konulara girmedim. Ben tamamen Hrant?ın gözünden, yaşananlar nasıl yaşandı, onu yazdım. Bunu bilebildiğimiz kadarıyla yazdım. Burada Hrant?ın yazıları yol gösterdi. Özellikle de son iki yazısı, ?Ruhumun Güvercin Tedirginliği? ve ?Niçin Hedef Seçildim?? Çünkü burada Hrant, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi?ne başvurma kararı alıyor ve savunması olarak bu yazıları kaleme alıyor. Dolayısıyla da kendisine yapılanları ve yaşatılanların adeta tarihçesini veriyor. Bu iki yazı çok tayin edici oldu o bölümlerin yazılmasında. Bir de yazıları tararken, ?Kayıtsız Kalmayın? diye bir yazıya rastladım ve o beni çok çarptı. Çünkü Hrant daha Danıştay saldırısından sonra zanlılar yakalandığında, Alparslan Arslan adlı zanlının ?Yakalanmasaydık Ermenileri öldürecektik,? şeklindeki açıklamasından ve bu açıklamanın Yeni Şafak gazetesinde manşete taşınmasından sonra hemen neler olduğunu fark ediyor. Bütün basın bu sırada bu saldırganı şeriatçı olarak hemen damgalamıştı ve hikâyeyi böyle veriyordu. Ama Hrant, ?Yakalanmasaydık Ermenileri öldürecektik? cümlesinden yola çıkarak ?Kayıtsız Kalmayın? diye bir yazı yazıyor ve ?kim bu Ermeniler?? diye soruyor.

Ali Bayramoğlu kitabın bir yerinde Hrant?ın aldığı ölüm tehditlerinden sonra Hanefi Avcı?yı aradığını anlatıyor.
O süreç yaşanırken Hrant bunu en yakınlarıyla paylaşıyor, valiliğe çağrılmasından, orada uyarılmasından itibaren bunu birkaç yakın arkadaşıyla paylaşıyor. Bunların bir kısmı, birinci hayatından ikinci hayatına taşıdıkları, Oşin Çilingir gibi, hapishaneden koğuş arkadaşı Necdet Koçtürk gibi. Ama bir de Ali Bayramoğlu, Oral Çalışlar, Baskın Oran gibi Türkiyeli demokrat aydınlar var. Yaşadıklarını onlarla da paylaşıyor. Bunlardan Ali Bayramoğlu, o sırada Hanefi Avcı?yı iyi tanıyor. Onunla çeşitli röportajlar, görüşmeler yapmış. Ali
hemen Hanefi Avcı?yı haberdar ediyor, kendisi o sıralar Edirne Emniyet Müdürü. Sanırım Ali?nin de Hanefi Avcı?ya olan ?güveni?, Avcı?nın Susurluk?taki performansından kaynaklanıyor. Hanefi Avcı derhal koruma istemesini salık veriyor, ?Ama ben bütün bunlardan bir şey çıkacağını sanmam,? diyor.
Tesadüfen Hanefi Avcı?nın kitabı da Hrant yayımlanmadan kısa süre önce çıktı.
Evet, Avcı?nın kitabında onun hep Fetullah Gülen cemaatiyle ilişkisinden söz ediliyor ama aslında kitapta epey bir bölüm Hrant Dink cinayetine ayrılmış. Hanefi Avcı hem kitapta hem de kitaptan sonra verdiği röportajlarda Hrant Dink cinayetinin hallolduğunu, daha ileri gitmeye varacak bir durum olmadığını, yeteri kadar ilerlendiğini iddia ediyor.

Hrant: “Tanrı” Anlatıcıya İhtiyaç Duymayan Bir Hayat – Semra Pelek
(18 Eylül 2010 tarihli Bianet.org)

Hrant Dink?in hayatı kitap oldu. “Tanrı” anlatıcı yok bu kitapta; onu eşi Rakel Dink, çocukları, akrabaları, çocukluk arkadaşları yani, onunla birlikte hayatı yaşayanlar anlattı. Tuba Çandar?ın “Hrant” kitabı, Taşnak Rakel?in Çutağının doğum gününde çıktı?
Rakel Dink’in Çutağ’ı Hrant Dink’in, yaşasaydı 56 yaşında olacağı doğum gününde (15 Eylül) çıktı Tuba Çandar’ın Everest’ten yayınladığı “Hrant” kitabı.

Tuba Çandar’ın kitabın girişinde yazdığına göre, Hrant Dink’in hayatını anlatan bu kitap, kapıların açılmasıyla yazılmaya başlıyor:

“Kitap için söyleşilere başladığımda aileden benimle ilk konuşan Hosrof oldu. (…) Bana ilk kapıyı açan Hosrof’tu.”

Hrant Dink’in Agos’taki odasında kardeş Hosrof Dink, Tuba Çandar’a ikinci buluşmalarında “Biliyor musun uykum kaçtı dün gece. Yatakta debelenip dururken, ben ne yapıyorum diye sorup durdum kendime. Birdenbire fark ettim ki aslında konuşmak iyi geliyor… Çok tuhaf ama iyi geliyor” diyor.

Kitabı yazmak için okumaya başladığımda, ilk sayfalarda kendi hayatıma bir kapı açıldı: Bir yakınınız öldüğünde – benim babam – önce konuşamazsınız. Sonra sonra konuşmak iyi gelir. Daha cenaze evinde, babamın çocukluğunu anlatarak, komik anılara güldükleri için öfkelendiğim ailenin yaşlılarının hikâyeleri de sonra iyi gelmeye başlamıştı bana. Kahraman babamın da aynı benim gibi çocukken karanlıktan korktuğunu öğrenmek, iyi gelmişti.

Hrant Dink’i en yakınlarından dinlemek de böyle iyi geliyor. Yayın Yönetmeni olduğu Agos gazetesi önünde katledildiği 19 Ocak 2007’den sonra o kadar çok şey söylendi ve yazıldı ki… İnsan bu yazılıp konuşulanlar arasında Kumkapı’da balıkçı sepetine saklanan çocuk Hrant’ı, kardeş Hrant’ı, Rakel’e aşık Hrant’ı, baba Hrant’ı dinlemek istiyor.
Kapılar açılıyor…

“Khent Hrant” (Deli Hrant) ve “Baron Hrant” adlı iki kitaptan oluşan “Hrant” kitabı, Çandar’ın yazdığı gibi klasik bir biyografi değil. Bir hayata yukarıdan bakan bir “tanrı” anlatıcı yok. Hrant Dink’i eşi Rakel Dink, çocukları Delal, Arat ve Sera Dink; kardeşleri Hosrof ve Yervant; Siranuş hala, Armenak dayı, Zabel yenge ve yeğenleri; Gedikpaşa Protestan Kilisesi’nin yuvasında birlikte kaldığı çocukluk arkadaşları, askerlik arkadaşları, birlikte balık tuttuğu arkadaşları yani kısaca onun hayatını birlikte yaşayanlar anlatıyor.

Rakel Dink kitapta yayınlanan mektubunda Tuba Çandar için, “Üç yıldan fazla bir süredir, hayatımızın içine girdi. Çutağım’ın 53 yıllık yaşamını, neredeyse birlikte yaşamış gibi oldu. Sevinçli, coşkulu, hüzünlü, yorgun, dingin her bir anına süzüldü” diyor.

Okur da kitabın satır aralarında açılan kapılardan Hrant Dink’in hayatına bazen hüzünle, bazen sevinçle, bazen okuduklarından yorgun bir halde süzülüyor.
19 Ocak ve 1915

Birinci kitap “Khent Hrant”, 19 Ocak 2007 tarihinden, Hrant Dink’in katledildiği günden başlıyor adı: “Kaldırım.”

Binlerce kez anlatılan, yazılan o günü bu kez Hrant Dink’in kardeşleri, yeğenleri, gelini, çocukları ve eşi anlatıyor.

“Kaldırım”dan sonra “Sahipsiz Çocuk”a geliyorsunuz. 19 Ocak 2007’den, 1915’e çıkıyor yol. İki tarih arasında 92 yıl var ama arasındaki mesafe bir kitap sayfasının inceliği kadar… Çocuk parmaklarını kanatan incecik kâğıtların keskinliğinde 19 Ocak’ın Şişli’sinden, 1915’in Gürün’üne geçiş.

Hrant Dink’in kardeşi Yervant anlatıyor, anneanneleri Lusiye’nin, 1915’te, Gürün’de esnaflık yapan babası Manuel Aşotyan Efendi’den alınışını. Babasının Ahçig diye sevdiği Lusiye, oradan Sivas’ta bir yetimhaneye veriliyor. Tehcirde karısı ve çocuklarını kaybeden Anto ile evleniyor sonra Ahçig.
Çutak ile Taşnak

Hrant ile Mardin’in Varto aşiretinden Rakel’in hikayesine gelince… Hrant Dink’in arkadaşı Tomo’nun “dillere destan Rakel sevdası” diye anlattığı sevgiyi yani, “Çutak ile Taşnak”ın hikâyesini Rakel Dink anlatıyor:

“Eşim beni Tuzla Kampı’nda gördüğünü söylerdi ama ben onu Joğvaran’dan hatırlıyorum. Ama bir kızın erkeği hatırladığı gibi değil… Hrant Ahparig diye severdim onu.

“Ben ikimizin kız – erkek olarak ilk tanışmamızı ilkokul son sınıfı okuduğum yıl olarak hatırlarım. Bir pazar günü Balat’taki kilisedeyiz. Çutak oraya birkaç arkadaşıyla geldi. İlk kez elini uzattı bana ve merhabalaştık. O anda kızardığımı hissettim ilk kez.

“Ona Çutak, bana Taşnak derlermiş, kimse anlamasın diye. Türkçe karşılığı ‘keman’ ile ‘piyano’ Çutak keman gibi incecik, uzun boylu, yakışıklı bir çocuk. Ben de ona uygun olsun diye herhalde, piyano işte. Hrant’ın hemen arkasından ahparig kelimesi yapışıyordu. Çutak başka bir şey. Onu dediğim an özgürleştim, rahatladım. Sonra hep Çutak’tı benim için. Sevgilim olunca da eşim olunca da hiç değişmedi. Çutak’tı o.”

Birinci kitap “Khent Hrant”, “Hayat Kavgası”, “Muhalif”, “Fakülteden Kışlaya”, “Beyaz Adam”, “Aile Babası”, “Son Ayrılık”; Hrant Dink’in Agos’u kurduktan sonraki hayatını anlatan ikinci kitap “Boron Hrant” ise “Bakmak”, “Dokunmak”, “Görmek”, “Bilmek”, “Ölmek” başlıkları altında bölümlere ayrılmış.

Tam 647 sayfada, Hrant Dink’i anlatıyor onunla birlikte hayatı yaşayanlar; kocaman bir hayat akıyor satır satır. Bir “tanrı” anlatıcıya bile ihtiyaç duymayan bir hayat onunki. Hal böyleyken, susmak, sözü onlara bırakmak gerekiyor. (SP/BB)

Ahçig: Kız çocuğu

Ahparig: Ağabey/abi.

Khent: Deli.

Joğvaran: İbadet etmek için toplanılan yer. Kitapta, Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi’nin işlevinden dolayı, “yurt/yetimhane” anlamında kullanılıyor.

‘Cansız bedeniyle yatarken de anlatıyor’ – Hasan Cömert
(23 Eylül. 2010 tarihli www.ntvmsnbc.com)

Hrant Dink, Agos’un önündeki kaldırımda 19 Ocak 2007’de vuruldu. Öldürülmesinin üzerinden 3 yıldan uzun süre geçti. Ve şimdi gazeteci Tuba Çandar, hayatı zorluklarla geçen bu cesur adamı anlattı.

125 kişiyle yapılmış ses kayıtlarından oluşan, üç yıllık bir çalışmanın ürünü ‘Hrant’. ‘Ses’lerden oluşan ‘Hrant’, Malatya’da başlayıp İstanbul’da sona eren bir hayatı, Türkiyeli Ermeni bir aydının hayatını anlatıyor.

Yaşarken de öldükten sonra herkese dokunan, herkesi derinden etkileyen bir adamın hayatını anlatıyor Hrant… Türkiye’nin gözleri önünde öldürülen bir adamın, bir utancın kitabı aynı zamanda…

Biz de bu etkileyici kitabı Tuba Çandar ile konuştuk. Çandar, üç yılda tamamladığı kitabını hazırlama sürecini anlattı.

?Bir Hrant Dink? kitabı hazırlamaya ne zaman karar verdiniz? Süreçten bahsedebilir misiniz?
Hrant?ın hayatını yazmayı daha başsağlığı ziyareti için evine ilk gittiğimde düşündüm. Yaşadığı apartmanın girişine yerleştirdikleri bir masaya Hrant?ın büyük bir fotoğrafını koymuşlardı. Önünde mumlar yanıyordu ve bir de taziye defteri vardı boş sayfaları önümde duran? Tek satır yazamamıştım. Ama o an fotoğrafa baktım ve ”Sana söz veriyorum Hrant, tüm hayatını yazacağım senin” dedim ona?

O sıralar Mehmet Uzun?a sözüm vardı; birlikte onun hayatı üzerine çalışacaktık. Mehmet yaşadığı Stockholm?den memleketine dönmüştü gerçi ama ağır hastaydı. O konuşamadı, ben de yazamadım kitabını. Ama sonuna kadar bekledim onu.

Hrant projemi Ekim 2007?de o zamanki Agos genel yayın yönetmeni Etyen Mahçupyan?a sundum ilk kez. Etyen projemi hemen destekledi ve Hrant?ın ailesine götürdü. Onların onayı çok önemliydi; çünkü hiç kimseye konuşmuyorlardı. Oysa Hrant?ın hayatının birinci elden tanığı onlardı ve onlarsız bu çalışma gerçekleşemezdi. Kabul etmeleri üzerine, hemen koyuldum işe?

Anlatılan kişinin Hrant Dink olması, yaşamayan birinin biyografisi olması, Türkiye?nin en önemli sorunlarından birini merkezine alması vs? Projenin oluşumunu anlatabilir msiniz?
Klasik bir biyografi yazmayacağımı daha başından biliyordum. Hrant?ı hayattayken tanımıştım. Canının alındığı günü ben de herkes gibi yaşamıştım. Bunun dehşetini, acısını, utancını içimde duyuyordum. Trajik bir biçimde sonlandırılmış hayatına mesafelenerek, dışarıdan ve üstten bir bakışla hayatını ve mücadelesini anlatmam mümkün değildi. Birinci tekil şahıs olarak yazan, ?ben? diye anlatan bir yazarı olmamalıydı bu kitabın. Dolayısıyla hayat hikayesini başta ailesi olmak üzere, en yakınlarının ağzından anlatmak, onların ?ses?lerinden oluşturmak en doğru yol olacaktı. Öte yandan kendi sorularımdan, kendi sesimin yabancılaştırıcı etkisinden de kurtulmam gerekiyordu. Kendi sesimi de yok etmeyi seçtim ve sadece kitap bölümlerinin giriş yazılarında kitabın hikayesini yazmakla yetindim.

Ya ben tehlikeyi çok sevdim, ya da tehlike beni. Ama inanılmaz derecede de masumdum…
Hrant Dink (Kitaptan)

?Ses?lerden oluşan bir kitap ?Hrant?. Çok fazla ses, çok fazla duygu var? Bu sesleri aktarırken biçim olarak çok fazla değişikliğe gittiniz mi?
Kitabın seslerden oluşturulması, göründüğü kadar kolay bir iş değildi. Üç yıl boyunca toplam 125 kişi olan, o seslerin sahipleriyle tek tek konuşuldu, söyledikleri kayda alındı, o kayıtlar deşifre edildi ve hem kronolojik hem de tematik olarak tasnif edildi. Bu biriktirme aşamasıydı. Kitabın yazım aşamasında da özgün tınıları korunarak hepsi yeniden kaleme alındı. Seslerin kendilerine dair anlattıkları tek tek ayıklandı, Hrant?a dair anlattıklarının ise tümüne yer verilmeye çalışıldı. Diğer seslerin anlattıklarıyla örtüşen tekrarlar en çarpıcı olan anlatıma feda edilerek çıkarıldı ve metnin doğal akışı içinde o sesler sözü kendisinden sonrakine veriyormuşçasına birbirine bağlandı.

Hrant?ın yazılarına da müdahale edildi, onlar da metnin akışı gereği bölünüp parçalandı. Oysa her yazısı çok sağlam bir düşünce zemini üzerine kurulmuş, adeta taş taş üstüne konarak inşa edilmiş olduğu için, bu da zor bir çalışma oldu. Kurgu aşamasında ise, kitap hem tematik hem de kronolojik olarak kurgulandı. Hrant?ın hayatındaki yaşantılar düz bir zaman akışı halinde ilerlemiyor; tematik süreçler eşzamanlılık gösteriyordu. Bu yüzden tekrar tekrar kurgulandı ve kronolojik anlatımda bazı geri dönüşler kaçınılmaz oldu. Dolayısıyla bu kitap seslerden oluşan anlatımına ve kolay okunur olmasına karşın çok emek verilmiş bir kurgu çalışmasıdır.

”Geçmişin, anıların ve eski dostların ruhumuzda yankılanan nostaljik çığlığıdır hasret.”

Kitapta Hrant?ın sesinden çıkan bu ‘hasret’, ona duyulan hasret kitabın her sayfasına sinmiş. Bu çalışma sizi duygusal açıdan çok zorlamış olmalı…
Üç yıl süren bu kitap duygusal açıdan da çok zorladı beni, birçok bölümü ağlayarak yazıldı. Kitabı okurken ağladıklarını söyleyenler için bunu özellikle belirtmek isterim. Hrant kitaba girmesiyle birlikte, onu gerçekten kendisinin kıldı. Onun aklıyla damıtılmış olan ve yüreklere seslenen o benzersiz sözü belirleyici oldu. Onun ruhuna uygun destansı bir anlatım çıktı ortaya?

Mahkumiyet kararını öğrenir öğrenmez, kalktım koşa koşa gittim yanına. Hrant’ın masumiyetinden bir an bile kuşku duymamıştım bütün o davalar boyunca; onu o halde görünce daha da sarsıldım. Önce odasında oturduk, sonra aşağıya indik hep birlikte. Hrant yanı başımdaydı. Mikrofonlar bana da uzatılıyordu. İşte o an bir şey oldu ve Hrant’a sımsıkı sarılmamla birlikte, ‘Vermeyeceğim seni… Seni bizden alamazlar!’ diye haykırdım.
Adalet Ağaoğlu (Kitaptan)

Kitapta Hrant Dink?in en yakını olan kişilerin yanında 100?ü aşkın kişiyle konuşmuşsunuz. Bu sesler arası yolculuğu anlatabilir msiniz? Mesela, Adalet Ağoğlu?na ayrı bir not düşmüşsünüz?
Sesler arası yolculuk sırasında konuşamayıp yazıştıklarım da oldu. Adalet Hanım?ı ayrıca zikretmemin nedeni, ziyaretine gidemeyişime anlayış gösterip kendi Hrant?ını bana telefonda anlatmayı kabul etmesindendir. Türk edebiyatının bu ulu çınarı telefonda kesik kesik aktardığı sözcüklerin benim tarafımdan kaleme alınmasına rıza gösterirken, görülmemiş bir güvenin ve inceliğin de timsali oldu.

Kitabı ikiye bölmüşsünüz. İlkinde çocukluğundan gençliğine doludizgin hayatı, ikincisinde mücadelesi?
Hrant?ın hayatı boyunca yaptığım yolculukta ilerlerken, tematik olarak bütünüyle birbirinden farklı iki hayatla karşılaştım. Birincisi, doğumundan başlayarak gazetesi Agos?u kurmasına kadarki 40 yıllık uzun bir dönemdi. Yoksulluk ve yoksunluk içindeki çocukluk ve ilk gençlik yıllarından sonra ekmek kavgası içinde geçen bir varoluş mücadelesini kapsıyordu. İkincisi ise hayatının son on yılında önce bir gazeteci, sonra da bir düşünce ve eylem adamı olarak yürüttüğü kimlik mücadelesini? Hrant bu döneminde Ermeni dünyasında bir Türkiyeli, Türkiye?de bir Ermeni olarak davasını savunurken, aynı zamanda da Türkiye?nin demokratikleşmesi sürecinin önemli bir savunucusuna, ülkenin yakın tarihinin ve bugününün en özgün aydınlarından birine dönüşüyordu. Bu iki hayatın hem içeriği, hem de bu içeriğin anlatıldığı dil ve uslûp, birbirinden bütünüyle farklıydı. Bütün bunlar, bu biçimsel tercihi zorunlu kıldı.

Hrant’ı öldürdüklerinde, Amerika’ya gitmem sanıyordum. Ne bileyim, her şey anlamını da yitirdi gibi oldu.
En derin ve geniş anlamıyla söylüyorum bunu. Sonra, bir tür sözünü tutma hissiyle yola çıktım tekrar, ABD’ye gittim. Hrant zaten peşimi bırakmadı bir türlü…
Ece Temelkuran (Kitaptan)

DELİFİŞEK BİR DELİKANLI ÇIKIYOR ORTAYA…
İkinci kitaba Hrant?ın ikinci hayatı diye başlıyorsunuz. Bu ayrımı, Baron Hrant ve Khent Hrant ayrımının altını çizen tam olarak nedir?
Hrant?ın birinci hayatı Malatya?nın ?Gavur Hamamı? denen mahallesinde dünyaya gelişi, ailesinin İstanbul?a göçü ve parçalanışı, Dink kardeşlerin ?Balıkçı Sepeti?nde noktalanan evden kaçışları, büyüyüp yetiştikleri Kimsesizler Yurdu, gibi episodlar halinde ilerliyordu. Hrant?ın koruyucu, kollayıcı kişiliğinin hamuru Kimsesizler Yurdu?nda yoğruluyor, daha ortaokul yıllarından başlayan bir ekmek kavgası içinde şekilleniyor, buna Anadolu?dan getirilen Ermeni çocukların yatılı okuduğu Tıbrevank Lisesi?nde gelişen solculuğu da ekleniyor ve bu zorlu hayat mücadelesi içinde delifişek bir delikanlı çıkıyordu ortaya. Bu yıllarına tanık olan Tıbrevanklı ağabeylerinin kendisine taktıkları Khent lakabının Türkçe karşılığı tam da buydu zaten? Hrant ayrıca 12 Mart askeri darbesini izleyen baskı ve şiddet ortamında sol mücadeleye katılma kararı aldığında, ait olduğu Ermeni cemaatini bu mücadelenin olası sonuçlarından sakınabilmek için mahkemeye başvurarak ismini değiştiriyor ve Fırat adını alıyordu. Bu döneminde değişmeden kalan tek adı bu Khent lakabıydı. Bu yüzden Khent Hrant olarak adlandırıldı birinci kitap.

Gazetesi Agos?un kuruluşundan başlayarak yürüttüğü mücadele sırasında ise yeniden Hrant adını kullanmaya başlıyor ve bu yıllarda Agos çalışanları kendisine ?Baron? diye hitap ediyorlardı. Ermenice ?Usta, hoca? demek olan ?Baron? sözcüğünün Türkçedeki anlamı ise onun bütün o Anadolulu görünümü altında yatan soylu ve ince kişiliğine bir gönderme niteliğindeydi. Bu yüzden Baron Hrant olarak adlandırdım ikinci kitabı?

Kitabın her yerinden hayat akıyor. Sokakları, yaşamayı, barışı seven bir adam. Katledilen bir adamın hikayesi, Hayat?ı anlatıyor…
Her iki kitapta da ortak olan şey Hrant?ın sahiciliği ve doğallığı. Bu açıdan her iki hayatı arasında bir kopuştan çok bir devamlılık var, çünkü o bugününü inşa ederken geçmişini de beraberinde taşıyor. Birinci kitapta doludizgin bir hayat kavgası verirken, ikincisinde hayat bilgisiyle donanmış olarak hayallerinin peşinden giden bir adam artık? Hayallerine ulaşmanın ilk adımı kendi kimliğine geri dönüş oluyor, ikincisi de ait olduğu Ermeni toplumunun kolektif kimliğini sahipleniş. Bunu yaparken de yine kendi yaşam pratiğinden hareket ediyor. Hrant düşünce dünyasını fildişi kulelerde değil, kendi karşılaşmalarından, dokunmalarından oluşturan bir aydın. Bu yüzden çok özel, bu yüzden bu kadar etkileyici?

Ermeni olduğum için hayatımda birçok ayrımcılık yaşadım. Bunlardan biri de askerlik yaparken oldu. 1986’da Denizli 12. Piyade Alayı’na sekiz aylık kısa dönem askerlik için gittiğimde, devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni ayırıp er olarak bıraktılar.
İki çocuk sahibi koca bir adamdım, umursamama gerekiyordu belki. Amma velakin koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonunda herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında saatlerce ağladım.
Hrant Dink (Kitaptan)

CANSIZ BEDENİYLE YATARKEN DE ANLATMAYI SÜRDÜRDÜ
Hrant Dink?i -tanısa da tanımasa da- onu seven, onun dokunduğu herkesi çok etkileyecek bir kitap ama, onu anlamayan/tanımayanlar açısından bir dönüşüm yaratabilir mi? En azından medyada?
Umarım böyle bir dönüşüm yaratır. Hrant, hem yaşarken anlattıklarıyla hem de 21. yüzyıl Türkiyesi?nde düşüncesinin ve mücadelesinin bedelini canıyla ödediğinde, hepimizin vicdanına dokundu. O cansız bedeniyle Agos?un kaldırımında yatarken de bizlere anlatmayı sürdürdü. Cenazesinde ?Hepimiz Hrant Dink?iz? diye İstanbul sokaklarını inletenlerin seslerinde de sürdürdü. AİHM?nin 14 Eylül?de, doğum gününden bir gün önce açıklanan kararıyla da suçsuzluğu kanıtlanarak, aklanarak sürdürdü. Hayatının ve mücadelesinin anlatıldığı bu kitapla da sürdürüyor. Onu tanımayanlar, başta medya olmak üzere onu ?Türk düşmanı? olarak yaftalayanlar, umarım ona yapılan haksızlığı görüp utanırlar artık.

Kitabı yazdıktan sonra tanıdığınız Hrant?tan ne kadar farklı bir Hrant buldunuz? Sizi çok şaşırtan bir şey oldu mu mesela? Ya da okuyanları şaşırtacak?
Benim kitabı yazmadan önceki Hrant algım ile yazdıktan sonraki arasında bir fark yok. En azından kişiliği açısından söyleyebilirim bunu. Ama yaşamış olduğu hayatın benzersizliği ve zenginliği çok çarptı beni. Bir de Türkiyeli bir aydın olarak ne kadar özgün olduğu… Savunuculuğunu yaptığı Ermeni kimliğinin de dışına çıkarak, Türkiye?nin demokratikleşmesi konusundaki tüm engellerin karşısına dikilmesi, Kürt meselesinden başörtüsü konusuna kadar her sorunu hem yurt içinde hem de uluslararası platformlarda sahiplenişi? Ve bugünlerde ülke gündemini işgal eden Ergenekon?dan Kafes Eylem Planı?na kadar, toplumun demokrasi dışı yollardan yeniden düzenlenmesi tezgâhlarını, daha 2006 yılında görmüş olması? İşte bütün bunları çok gördüler ona.

Rakel’i ilkin 9 yaşında Joğvaran’da yatılı yaşantımızda tanımıştım, ta o yaşta kanım fena ısınmış olmalı ki daha sonra o nereye gittiyse ben de bir yolunu bulup peşinden gittim. Balat’taki yuvadayken Balat’a, Beşiktaş’taki yuvadeyken Beşiktaş’a, Kumkapı’daki yuvadeyken Kumkapı’ya… Başlangıçta uzunca yıllar Rakel’in böyle bir sevdadan hiç haberi olmadı… Tam manasıyla platonik bir sevdaydı benimkisi. Alem kördü sanki, kimsenin bilmediğini sanır, kendi kendime yaşardım duygularımı…
Hrant Dink (Kitaptan)

?Hrant? biyografik bir kitaptan daha da ötesi belgesel bir filmin etkisini de bırakıyor. Bu tespite katılır mısınız?
Hem katılırım hem de çok sevinirim. Bu görsel anlatım bilinçli olarak seçtiğim bir yoldu çünkü?

Arkadaşınız, olmasının yanında siyasi bir figür Hrant Dink. Öldürüldüğünden beri davasıyla ilgili gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye?deki dava süreci hepimize daha da çok acı veren bir seyir izliyor maalesef. Ama Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi?nin Hrant Dink?i bir düşünce suçlusu olarak aklayan ve başta yargı olmak üzere, devlet sorumlularını mahkûm eden kararı, bu ülkenin vicdanlı insanlarının yüreklerine su serpecek nitelikte? Umarım önümüzdeki günlerde bu kararın Türkiye?deki davaya da yansıdığını ve yaşarken kendisinden esirgenen adaletin ölümünden sonra yerini bulmasının sağlandığını görürüz.

En son ?Koro?nun seslendirdiği gibi; ‘Hrant Dink adı Vicdan olan her yerdedir’… Peki o vicdan Türkiye?de var mı sizce? En azından Hrant ve onun dokunduğu şeyler için?
Tabii ki var. Aksi takdirde, bu ülke yaşanılır bir yer olmaktan çıkardı. Sadece bu ülkenin azınlıkları için değil, çoğunluğu için de?

Hrant Dink mozayiği – Filiz Aygündüz
(09.10.2010 tarihli Milliyet Gazetesi)

19 Ocak 2007?de genel yayın yönetmeni olduğu Agos?un önünde vurularak öldürülen gazeteci Hrant Dink?in adını taşıyan kitap, yakınlarının kara haberi aldıkları anla başlıyor. Salı günü Everest?ten çıkacak Dink biyografisi ?Khent (delifişek) Hrant? ile ?Baron (hoca, usta) Hrant? adlı iki bölümden oluşuyor.
Bir akşam Açıkhava Tiyatrosu?nda bir konsere gider Hrant Dink. Onun deyişiyle ?Türkiye?nin tarihine ve bugününe sığmış tüm kökenler kendi kültürlerini yansıtan müzikleriyle ve oyunlarıyla art arda resmigeçit? yapar sahnede. Türk?ü, Rum?u, Yahudi?si, Çerkes?i… Çok sever, çok da heyecanlanır. Ama program ilerledikçe sevinci kursağında kalır: ?Biz Ermeniler yokuz bu bahçede? diye yazar, Agos?taki köşesine: ?Yazık çok yazık! Adam mı bulamadılar yoksa? Ben çıkar söylerdim be! diye haykırmak istiyorum oracıkta. Kalabalığa bakıyorum. Herkes mutlu… Ya ben? Ben yalnız. Yürüyorum kırgın adımlarla.?
Yürürken mısralar, nağmeler dökülür dudaklarından. ?Firkatin aldı bütün neşe vü tabım bu gece? diyen Bimen Şen?i düşünür. Göğüs kafesini zorlayan ut sesleri arasından ?Gamzedeyim deva bulmam? derken Tatyos Efendi, gözünün yaşını akıtır geceye. ?Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime? diyen Kemani Serkis Sucuyan Efendi kadar Dink?in kendisidir de aslında… Tuba Çandar?ın 14 Eylül?de Everest Yayınları?ndan çıkacak ?Hrant? adlı kitabı, 19 Ocak 2007?de katledilen Dink?in, o gece Açıkhava?da duyamadığı sesleri bir araya getiriyor; duyduklarını, sevdiklerini de ekleyerek elbet. Onu Hrant Dink yapan tüm sesleri özetle…
Sahnede devasa bir senfoni orkestrası var. Süslü bir benzetme olsun diye değil bu. ?Hrant?, senfonik bir biyografi gerçekten de… Alışık olduğumuz biyografilere benzemiyor. Tanrı yazar, kalemini dev bir orkestraya, Hrant?ın en yakınlarına veriyor; onlar anlatıyorlar arkadaşlarını, hâlâ yanan canlarının acısını…
Kitap ?Khent (delifişek) Hrant? ve ?Baron (hoca, usta) Hrant? adlı iç içe iki kitaptan oluşuyor. İlk kitapta Dink?in doğumundan başlayarak Agos?u kurmasına kadarki dönem; ikinci kitapta gazeteci ve düşünür olarak ölümüne değin süren kimlik mücadelesi yılları yer alıyor. Olağanüstü bir orkestrasyonun seslerini harf harf kâğıda döküyor Tuba Çandar…
Kitap Koro?nun sesiyle bitiyor: ?Bildiğimiz ?Diaspora büyük bir Anadolu köyüdür? diyen Hrant büyük bir Anadolu köyü olan kalbimizin hangi tepesinde gömülü olmak istediyse, oradadır bugün.
Toprağın altında ve üstündedir. Uçmuş çatıların, sesleri kaybolmuş sokakların içindedir. Adı vicdan olan her yerdedir…?

Ölüm haberini böyle aldılar

Kardeşleri:
YERVANT (LEVENT) DİNK
Bacağına ateş ettiler diye geçti kafamdan
(…) 19 Ocak günü müthiş bir sıkıntı vardı burada. Televizyon kapalıydı, başım tutmuştu. Ne olduysa, çocuklardan bir tanesi geldi. Açtı kapıyı. Ben de o esnada ayaktaydım, kapının yanındaydım. Duydun mu abi, dedi. Neyi, dedim. Televizyonda geçmiş, dedi. Ulan ne geçmiş, dedim televizyonda. Aç bakayım şu televizyonu, dedim. Altyazı geçiyordu. Suikast teşebbüsü gibilerinden bir şeyler diyordu. Eyvah, biri bunun bacağına ateş etti diye geçti kafamdan. Dev cüssesiyle yıkılmaz, dedim içimden. Koştum, bir taksiye atladım. Baktım yol tıkalı, indim taksiden. Koşmaya başladım.
Yolun tıkanıklığından anladım ki öyle bacak macak değil… Agos?a geldiğimde baktım, yerde yatıyor koca adam…

HOSROF (ORHAN) DİNK
?Vurdular? lafı çınlıyordu kulağımda
(…) 19 Ocak günü dükkândaydım gene. O son ?Güvercin Tedirginliği? yazısını öğlen saatlerinde okudum. Yazı beni böyle aldı, çarptı. Yüreğim içimden fırlayacak gibi oldu. (…) Üçü bir iki dakika gece bir telefon bağladılar. ?Baron?u vurdular!? diyordu bir ses. O an telefonu yere attığımı hatırlıyorum. Başka bir şey yok… Karanlık… Çığlıklarla kendime geldim. Beşinci kattan aşağı koşarak indim. ?Vurdular…? lafı çınlıyordu kulağımda. Hemen Agos?a gidip abimi kurtaracaktım. Bir taksiye atladım, Osmanbey?e, dedim şoföre. Sahile çıktık. Radyoyu açtırdım. İşte o zaman duydum öldüğünü.

Çocukları
DELAL (BAYDZAR) DİNK
İnanamıyordum ?Hayır? diye çığlık atıyordum
(…) 19 Ocak günü Brüksel?deki işyerimdeydim. Bilgisayarımın başında çalışıyordum ama kendimi iyi hissetmiyordum. Hatta çalışma arkadaşlarımdan biri, çok kötü görünüyorsun, evine gidip dinlensene, dedi. Onu bile yapacak halim yoktu. O sırada Guillaume geldi yanıma; gözleri dolu doluydu. Titriyordu. Bir şey konuşmam lazım seninle, dedi. O önden gitmeye başladı, ben de arkadan… İşte o an bir şey oldu. Zaman yavaşladı. Sonra da dondu. Guillaume koridordaki boş odalardan birine soktu beni. Kapıyı kapattı ve ?Baban…? dedi. Yok diye bağırdım. Sus! Bir şey söyleme, dedim. Vurulmuş, dedi. Hayır diye bağırıyor, susturmaya çalışıyordum onu. Sustu… Hastanede miymiş? Kurtulmuş değil mi diye sordum sonra. Ölmüş, dedi. İnanmıyordum. Hayır diye çığlık atıyordum.
Baktı gerçekten inanmıyorum, çıkarıp Hürriyet?in internet sayfasını gösterdi bana… Orada okudum. Babamın öldürüldüğünü yine o Hürriyet gazetesinin haberinden öğrendim… İnandım.

ARARAT (ARAT) DİNK
Koştum, koştum… Yerde yatarken gördüm
Acayip bir trafik var. Dolapdere? deydik. İndim artık, çünkü ilerlemiyor trafik. İnerken 100 lira attım taksiye. Yokuştan yukarı koşmaya başlamıştım ki, birden fark ettim ki, babamın öldüğünü kabul etmiş gibi davranıyorum. Yok, ölmüş olamaz, dedim. Geri döndüm ve paranın üstünü istedim şoförden. O 100 lirayı bıraksaydım, babam ölmüş gibi davranmış olacaktım. Kabul etmiş olacaktım. Gittim ve paranın üstünü aldım. Koştum, koştum… Sonra, işte yerde gördüm babamı. Yok yok, önce görmedim de… Dışardan görünmüyor zaten. Oraya ilk vardığımda, polis kordonu falan… O anda babamı hâlâ orada sağ görürüm hissine kapıldım. Daldım polislerin arasından, bırakmazlar, iki saat konuşurlar şimdi, sorular sorarlar falan. Daldım hızla aralarından. Yardım kordonu. Kapıya doğru ilerlerken, işte o zaman gördüm babamı… Yerde yatarken gördüm.

SERA DİNK
Telefonu çalıyor ama cevap vermiyordu
Taksim?de arkadaşlarımla yürüyordum. Kızlardan birisinin telefonu çaldı. Telefonu açtı ve karşıdaki sesi dinlerken bembeyaz kesildi. Bunu görünce elim içgüdüsel olarak kendi telefonuma gitti. Babamı aradım, çünkü yolunda gitmeyen bir şey varsa, hep babamı ararım ben. Telefon çalıyor ama cevap vermiyordu. İşi vardı babamın herhalde, duymuyordu. Birazdan aradığımı görüp bana geri döner diye düşündüm. Sonra arkadaşlarım beni Agos?a götürdüler. Gazetenin önünde kalabalık toplanmıştı… Yerde birisi yatıyordu. Ben alışmışım bir kere, son sözü hep ondan duymak isterim. Elim telefona gitti yine. Telefonla babamı aradım ki bana olanları anlatsın ve kendisinin iyi olduğunu söylesin, böylece içim rahatlasın ama yine cevap vermedi.
Telefonu kapatmamla yerde yatan kişinin babam olduğunu anlamam bir oldu… Sonrası yok…

Eşi
RAKEL DİNK
Kanını gördüm kaldırımın üzerinde
Sabah saat on buçukta evden ayrıldı diye hatırlıyorum. Her zamanki gibi az da olsa yaptı kahvaltısını. Ayrılırken biraz keyifsizdi. Bir şey takılmıştı kafasına. Öperek yolcu ettim. Üzülme, dedim, çok da önemli değil bu sıkıntılar. Akşama döndüğünde geçer, dedim. Önemli olan varlığımız, gibi bir şeyler söyledim. Böyle bir konuşma oldu aramızda.
Sonra o işine gitti. Benim de dua toplantım vardı, oraya gittim. (…) Telefon çaldı. Oğlum, mama nerdesin? Dua et, diyordu. Sesi titriyordu. Dedim oğlum, sen nerdesin, orada kal ki ben geleyim. Kendisine bir şey oldu sandım. Yok bir şey mama, sen dua et…
Onun telefonu kapandı, Sera aradı. Mama, babam, dedi. (…) Evdekilere de bağırıyorum. Kimse bana engel olmasın. Agos?a gideceğim. Benimle gelmek isteyen varsa gelsin diye. İki arkadaşımla bindik taksiye. O yol da bir türlü bitmek bilmedi. Gittimse Ararat?la Sera?yı orada gördüm. Orada sarıldım onlara.
İnsanoğlu çok garip! O an çocuklarımın boynu bükük artık diye düşündüm. Eziklik, babasızlık, kanatlarının kırılmış olduğu… Böyle düşünceler üşüştü zihnime. Bu düşünceler içinde sarıldım onlara.
Ben gittiğimde eşimi kaldırmışlardı. Kanını gördüm kaldırımın üstünde. Sonra hep üzüldüm, niye uzanıp oraya, yanına yatmadım diye. Sonra hep üzüldüm… Çıkarken Agos?tan, baktım orayı sabunla suyla yıkıyorlar. Temizlemeye çalışıyorlar. Sanki temizlenirmiş gibi. Suyla sabunla temizlenir mi dökülmüş kan?
Balıkçı sepetinde üç kardeş
HRANT: En eski anım…
Hatırladığım en eski anım, evden kaçan ve sokaklarda kaybolan üç çocuk… Anasından babasından kaçan üç kardeş…
Hep kavga ederdi annemle babam. O gün de anam camdan bağırıyordu, babanıza gidin diye. Babam da, ananıza gidin, diyordu. Biz arada kalmıştık. Ne olduysa artık, birden yokuştan aşağı koşmaya başladım. Kardeşlerim de yanımda. Kumkapı sokaklarında bir aşağı bir yukarı koştuk, koştuk, koştuk… Bu ne kadar sürdü bilmiyorum. Sonunda polis buldu bizi. Kumkapı?daki balıkçı barınağında… Bir balıkçı sepetinde… Üçümüz birbirimize sarılmış, uyumuşuz orada. Aç ve susuz tabii. Üç gün sonraymış, dediler. Meğer biz ortadan kaybolunca polisi haberdar etmişler. Ben yedi yaşındaydım. Hosrof beş, Yervant da iki… En eski anım budur işte…

YERVANT: Abim beni çok yıkadı, bense onu bir kez…
(…) Ahcik Ninem (Hrant Dink?in anneannesi) o sıralar İstanbul?dadır. Kızının ve bizim perişan halimizi görünce, kalkar Gedikpaşa Protestan Kilisesi?ne gider. Yetimhane Müdürü Hrant Küçükgüzelyan?a, ?Torunlarımı yetimhaneye al, yoksa sokaklarda başıboş serseri olacaklar? der. ?Alamayız, yerimiz yok,? cevabını alır. (…) Sonra Küçükgüzelyan?ın kendi annesi bizim bu balıkçı sepetinde yatma olayını duyar, gider başkana, Kumkapı?da üç Ermeni çocuğun sokaklarda yatıp kalktığını söyler. Bunun üzerine başkan, çocukları getirin diye haber salar. Başlangıçta bir tek Hrant?a bile hayır derken, üçümüzü birden kabul eder. (…) Daha ilkokul yıllarından itibaren beni koruyan, kollayandı Hrant.
Bana sahip çıktığını hiç belli etmezdi. Mesela, daha önce anlattığım o çiş hikayesinde, benim çarşafımı kendi çişli çarşafıyla değiştiren çocuğu Hrant sıkıştırmış ve itiraf ettirmiş ona. Ben bunu yıllar sonra o kişiden dinleyip öğrendim. Ama abim hiçbir zaman anlatmadı bunu bana.
Benimle ilgilenmez gibi yaparak ilgilenirdi. Daha uç yaşında olduğum için herhalde, bunu çaktırmadan yapardı. Benimle daha çok yemekhanede, çamaşırhanede çalışan kadınlar ilgilenirdi o zamanlar.
Ama hamam günleri Hrant yıkardı beni, çünkü ben başkasına müsaade etmezdim. Abim beni çok yıkadı, bense onu bir kez… 23 Ocak 2007?de…

‘Suçlu’ Bulunan Maktul -Ali Bulunmaz
(7 Ekim 2010 tarihli Cumhuriyet Kitap)

‘Ya ben tehlikeyi çok sevdim, ya tehlike beni. Ama inanılmaz derecede de masumdum.’

‘Ne yapayım ki benim başka bir silahım yok. Biraz aklım var belki ama çokça da duygularım. Ben ne siyasetçiyim ne politikacı. Hayatım boyunca o an nasıl davranacağımı hiçbir zaman önceden hesap etmedim. O an ne hissettiysem öyle davrandım, öyle konuştum.’

Hrant Dink

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanını üniversite yıllarımda okumuştum. Nedendir bilinmez, o gün yeniden okumaya başlamış, 19. sayfaya geldiğimde, bütün gün kapalı olan televizyonu açan kardeşimin ‘Hrant Dink’i vurmuşlar’ seslenişiyle elimden bırakmıştım kitabı. Şaşırmamıştım, tepki verememiştim; Türkiye’de her şey olabilirdi, her şey ‘normal’di çünkü. 19 Ocak 2007 günü, Huzur, tam 19. sayfasında kaldı. Kitabı durduran ayraç hâlâ ve o günü anlatırcasına orada.

Sonrası biliniyor zaten; katiller, tanıklar, istihbarat rezillikleri, duruşmalar, yeni tehditler, yeni katil adayları, yeni hedefler ve olası kurbanlar. Hani fıkra ya da karikatür gibi derler ya, aynı öyle. Zaten hemen her işimiz böyle, kara mizah.

Öldürülen bir insanın ardından hiç akla gelmeyecek kişiler ‘dost’ oluveriyor. Ama belli süre sonra maskeler düşünce gerçek dostlar kalıyor geriye. Tûba Çandar’ın Hrant kitabındaki gibi. Dostları, Hrant’ı yaşamak ve yaşatmak için anlatıyor. Bilmeyenler öğrensin, anlamayanlar anlasın, bilenler ansın diye’

İMECE HAYAT

İlk bakışta, ‘Her Ermeni bir belgedir’ diyen Hrant’ın yakın akrabaları karşılıyor bizi. Çandar’ın ‘Sahipsiz Çocuk’ dediği bölüm, okumaya başlamadan bile ipucu veriyor. Dolayısıyla Hrant’ın sözü biraz biçim değiştirip, evrenselleşiyor: Her insan bir belgedir.

Böyle olduğu için belki roman gibi başlıyor her şey; aile büyükleri, dünyaya geliş, Anadolu, kimlik, kimsesizlik’ Çandar’ın aktardıklarının arasına, akrabalarının tanıklığı ve yaşanmışlıklarının sesine Hrant’ınki karışıyor, Malatya’dan ve Sivas’tan. Çocukluğunun neşesi de var bu seste, o dönemin alacakaranlığı da. Anne ve babasının kavgalı gürültülü yılları da. O ortamdan kaçan Hrant ve kardeşleri, sokaklara taşan hayatlar.

Ölüm ya da öldürüm bir hayatın önüne geçtiğinde, yaşananların anlamı atlanıyor çoğu zaman. Hrant’ın çocukluğu, yetimhane yılları, yetimhane kampının inşasında önemli rol üstlenmesi ve her şeyden öte, orada kazandığı insan sevgisi. Tüm hayatına yön veren güç işte bu. Bir de paylaşım; yetimhanede kardeşleri ve arkadaşlarıyla geçirdiği yıllardan ona kalan paylaşma arzusu. Çandar’ın aktardıklarından kolayca anlıyoruz bunu.

O paylaşımcılık duygusu Hrant’ı kaçınılmaz biçimde sol ve sosyalizmle tanıştırıyor. TİKKO günleri, aynı zamana rastlayan aşk ve isim değişikliği; Hrant’ın Fırat’a dönüşmesi. Ama sadece isim olarak ve kâğıt üstünde.

Hrant’ın biyografisi, Türkiye tarihinden bir kesit olmakla beraber, ondan ayrı da kimi zaman. Bazılarının ‘ötekileştirmeye’ çalıştığı, Hrant’ın ısrarla ayrı düşmediği bir tarih bu. Kimseyi dışlamadan ve düşman bellemeden yaşadığı bir hayat.

Hayat demişken, Hrant’ın hayatı hep imece. Sürekli kardeşleri, eşi Rakel ve yakın dostlarıyla yapıyor ne yapıyorsa; ortaklaşa yaşıyor yani. Çandar’ın hazırladığı kitap da böylesine imece. Kalanlar, buruk bir coşkuyla Hrant’ı anlatıyor. Onlarca göz, ona dair ne varsa gördüğü ve olduğu gibi anlatıyor. Hrant’ın bir zamanlar uğraştığı fotoğrafa benziyor her şey.

‘Düşünen ve yapan bir insan’

Bir insanı en iyi yanındakiler, yıllarını onunla paylaşanlar tanır. Çandar’ın kitap için görüştüğü kişiler de Hrant’ın çevresindeki çember. Dolayısıyla bir bakışıyla, sözü veya hareketiyle ne anlatmak istediğini kavrayabilecek kadar yakın isimler. İşte belki bu yüzden, belli bir zaman sonra kimlik ve kültür yitip gidiyor, geriye insan kalıyor. Hülya Demir Hrant’ı özetlemiş: ‘Hrant insanı severdi. Derin bakardı insana. Anlamak üzere bakmaktı bu.’

Hrant’a dair bir tanımlama da oğlu Arat’tan: ‘Babamın bir deli yönü vardı. Öfke, cesaret ya da coşku. Herkeste olan duyguların aşırısı vardı onda. Ancak bir delinin yapacağı şeyleri yapardı bazen. Babam haksızlığa gelemez, susmayı sindiremezdi. Öfkesini bastırmaz, haklı olduğuna inanırsa taviz vermezdi. Evde olduğu gibi dışarıda da böyleydi bu. Zaten böyle bir ayrım yapmayacak kadar da doğaldı. Çabuk parlar, çabuk sönerdi. Ama o parladığı an, bunun sonucunu düşünmeden hareket edebilirdi. En büyük zaafı bu tür delilikleriydi (‘) Hani insanlık tarihi düşünenler ve yapanlar olmak üzere iki tür insanın tarihidir ya, babamda beni şaşırtan şey, bu ikisini aynı bünyede barıştırabilmesiydi. İnsanın eylemesine engel olan bir farkındalığa sahip olabilmesine rağmen eylem üretebilmesiydi.’

Tuzla Kampı, Beyaz Adam ve Agos. Hrant’ın hayatındaki belli başlı ‘delilikler’in başında geliyor. Bunlardan Agos’un ayrı bir yeri var, çocuğu gibi adeta. Adı ‘sabahın toprakta açtığı uzun yarık, suyun aktığı, tohumun filizlendiği ve bereketin fışkırdığı yer’ anlamına gelen gazetesi. Yaşamında, inşa edilişinde büyük emeği geçen Tuzla Kampı’na ya da ekmek teknesi Beyaz Adam’a benzer bir yeri var Agos’un, belki daha da fazla. Kızı Sera, Agos için şunları söylemiş kitapta:

‘Şimdiki aklımla düşündüğüm şey, ‘Agos olmasa babam yaşardı.’ Bunu söylemek çok üzücü aslında, çünkü babama sorsan hayatı boyunca yapmış olduğu en iyi şey Agos’tu. Onun çocuğu gibiydi Agos. Aslında çok doğru bir işti, tam da babama göreydi. Babam Agos’u çıkararak bu ülke için iyi bir şey yaptığına inanıyordu, çünkü bu ülkeyi seviyordu.’

Çandar’ın çalışmasında, Hrant’ın eski yazılarından parçalar var. Agos’un kuruluşuyla birlikte köşesinde kaleme aldığı yazılar bunlar. Gazeteyi biraz da ‘Ermeni toplumu içinden entelektüeller ve sosyal bilimcilerin nefes alabileceği yere dönüştürme’ amacıyla kurduğunu belirtirken, bazen ders alınacak özeleştirilere de girişiyor:

‘Gazete çalışanları bana ‘patron’ demeye başladı son son. Halbuki ne kadar da uyarmıştım onları. Gazetede genel yayın yönetmeni oldum olalı başıma gelecekleri önceden çok iyi biliyordum. Karar verme erkine kim sahipse bir ölçüde o iktidar oluyor. Tehlikeli bir gelişme bu. Çok önceden sezip işin ciddiyetinin farkına varsanız da ister istemez bu durumla baş başa kalıyorsunuz. Alışkanlık başlıyor diğer ortak çalıştığınız kişilerle aranızda. Nihai kararı siz veriyorsunuz, o zaman bir ölçüde özgürlüğünü yitiriyor yanınızdakiler.’

Agos bağlamında, özeleştiri yanında eleştirilere de kulak vermek gerek. Hrant’ın yöneticiliğinin başarısızlığından tutun da kadrolaştırdığı isimlerin tecrübesizliğine kadar pek çok konuda onunla anlaşmazlığa düşen yol arkadaşları var. Hrant’ın bunu da belli bir vakitten sonra normal karşıladığı gerçeği de yer alıyor kitapta.

Öbür tarafta yalın bir gerçek daha var: Hem Hrant hem de çalışma arkadaşları, Agos’un büyük bir aile olduğunu tereddütsüz kabul ediyor. O aileden bir ses yükseliyor, sesin sahibi Hrant: ‘Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip gideceğimi ‘Batı’ denilen o ‘hazır özgürlükler cenneti’nde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşeledim. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum.’

GİTMEK Mİ, KALMAK MI?

Kestirip atsa, bırakıp gitse, anlamak veya anlamaya çalışmak yerine susup bunun keyfini sürseydi ne kolay (!) olurdu her şey. Çandar’ın kitabından ve Hrant’ın yakınlarının anlattıklarından zor bir yol seçtiğini fark edebiliyoruz. Doğu’ya ve Batı’ya gidişi, konuşma ve yazıları, hep bir şeyleri değiştirmeye yönelik. Aslında, Arat’ın babasını tanımlarken dediği gibi tam bir ‘delilik.’

Birine zorken iki tarafa konuşmak, doğru bellenenlerin yeniden düşünülmesini istemek, nereden bakarsanız akıllara seza bir durum: ‘Yıllardır Türkiyeli bir Ermeni olarak değişik adreslere hitaben yazmak ya da konuşmak durumunda kalırken özellikle iki noktaya özen gösterdim. Birincisi hitap ettiğim adrese karşı eleştirel durabilmeye, ikincisi bu adresleri şaşırmamaya ya da birbirine karıştırmamaya. Türklerle konuşurken Türkleri eleştirdim ama buradan Ermeniler kendine pay çıkarıp yerdi ya da övdü. Ermenilerle konuşurken de Ermenileri eleştirdim ama bundan özellikle Türkler kendine pay çıkarıp yerdi ya da övdü. Bu tür doğru bir duruşun önünde sonunda her kesim tarafından en doğru haliyle anlaşılabileceğine ilişkin ümidimi hiç yitirmedim.’

Kavramlarla iş gören, derdini bunlarla anlatmaya çabalayanların durumu zor. Hele Türkiye gibi ülkelerde. Herkes slogan bekliyor sizden, bunu kabul etmediniz mi hem kendi ‘cemaatinizde’ hem de karşı ‘cemaatte’ homurtu başlıyor. Hatta karşı ‘cemaat’ kendine uygun sloganı duymadığında saldırganlaşıyor birden. Hrant’ın yaşadıklarında böylesine bir yan vardı.

Tûba Çandar, Hrant’ı anlatır ve anlattırırken, yakın; çok yakın tarihin korkutucu kimi olaylarını hatırlatıyor bize. Bunlardan en önemlisi Hrant’ın tehdit edilmeye başlanması: Şu meşhur ‘zehirli kan’ cımbızlamaları, ‘Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu’ komedisi ve ardından tosunların harekete geçişi’ Bunların hepsi, bilindik sona doğru ilerlenen günlerde yaşanan gelişmelerdi. Gayet de ‘normal’di aslında. Şovenizmi alkışlayanlar ve ‘biraz daha’ diyenler için Hrant’ın tehdit edilmesi, Agos önünde ‘protesto’ adı altında kan donduran gösteriler düzenlenmesi son derece ‘normal’di; daha da fazlası olmalıydı elbet(!) Daha fazlası, Hrant’a açılan davadan ve edilen hakaretlerden ‘daha fazlası’ gerekliydi. Suratına tükürmek mi? Hayır, bunu yaptılar, yetmedi. Linç girişimi mi? Bunu denediler, hem de mahkeme kapısında, tutturamadılar’

Aslına bakılırsa kalabalığın içinde bir yalnız adamla yüzleşiyoruz kitapta; ne orada ne burada tam olarak anlaşılamamış, belki bundan tedirgin, biraz kırgın ama en zor zamanda bile kendini yılgınlığa teslim etmeyen bir insan. Dava sürerken Hrant, ‘suçlu’ ve ‘hain’ yaftasını yerken kimi zaman kendi cemaati tarafından bile yalnız bırakılan bir adam olarak beliriyor karşımızda. Çandar, arkadaşlarının ağzından gitmeye hazırlanan, bunalan, kendisi ve her şeyden önemlisi ailesi tehdit edilen biriyle yüzleştiriyor bizi, sona doğru.

Son, yalnızlığın zirve noktası; gitmek mi, kalmak mı; hangisi daha çok yalnızlaştırır? Hrant, kalmayı seçti, sonunda, evet sonunda, 19 Ocak 2007 günü tamamen yalnızdı: Agos önünde toplananlara inat, tek başınaydı. ‘Bir gün bu ülkeden gidecek olursam yürüyerek gitmeyi isterim’ demişti; ardından on binler yürüdü, hepimiz yürüdük Hrant’ın sözleriyle: ‘Ağıt toplumuyuz biz, acıyı kazanç bellemişiz. Siz ölüm ilanımı veredurun, bu da benim yaşadığımın ilanıdır.’

Bırakalım Türklüğü, Ermeniliği bir kenara; bir insandan ve onun cümlelerine kulak tıkanışından, o insanın hayatının elinden alınışından söz ediyoruz. Hedefe konan, öldürülen; cinayet öncesi ve sonrası resmi savunmayla suçlu ilan edilen biri Hrant: ‘Suçlu’ bulunan bir maktul. Türkiye’ye özgü trajikomedi bu. Çandar’ın Hrant adını taşıyan kitapta, bütün yönleri var o kara mizahın.

Şimdi Huzur’un 19 ile 20. sayfası arasındaki ayracı kaldırsam, romanı okumaya yeniden başlasam diyorum, huzursuz oluyorum, tozlu rafta kalıyor kitap. Gözüm takılıyor, 19 Ocak’a geri dönüyorum ister istemez. Sonra, ‘Neden bu yazıyı yazdım?’ diye kendime soruyorum. Yanıtını da kolayca buluyorum: Hâlâ insanlığım öldürülmediği ya da cellat olmayı seçmediğim için…

Kitabın Künyesi
Hrant
Yazar : Tûba Çandar
Yayıncı: Everest Yayınları
İlk Basım: Eylül 2010
Sayfa: 712

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir