İçeri’den – Reyhan Yıldız “Zamanın acılara hükmü yok”*

(*) Türkiye’nin karanlık dönemlerinde göz altılara, işkencelere, sürgünlere, tabutluklara, Filistin askılarına, maruz kalmış, hücreleri yaşamış ve tanıklık etmiş 16 isim yaşadıklarını anlattı. Konuşanlar, yaşananların insanı boyutunu yeniden önümüze koyarken, yakın siyasi geçmişimize dair de tarihe not düştüler.
Vedat Türkali, M. Halim Spatar, Kemal Burkay, Seçkin Selvi, İsmail Beşikçi, Ali Sirmen, Ragıp Zarakolu, Faruk Pekin, Nevzat Çelik, Taha Akyol, Fethiye Çetin, Necmiye Alpay, Halil İbrahim Özcan, Sadık Albayrak, Mert Özmen ve Pınar Selek. Hapishaneye, işkenceye, acıya ve direnmeye dair söylenecek bir söz varsa onlardan başka kim söyleyebilir ki.
Bu ülke çok darbeler gördü. En son darbenin yani 12 Eylül 1980?nin üzerinden tam 29 yıl geçti. Çatışmalar, ihbarlar, işkenceler, yalanlar ve korku herkesi başka bir insan yapmıştı o günlerde. Yıllarca süren o büyük göz altıları, bütün ülkeye yayılan sessizliği, işkence hanelerde atılan çığlıkları o günleri yaşayanlar unutmadı o acıları. Unutamadı çünkü zamanın hükümsüz kaldığı acılardandı onlar. Konuşanlar ve bugüne kadar yaşadıklarını anlatmayanlar, o günleri belleklerinden silmek için hatırlamayı bile ret edenler kapalı kapılar ardındayken, dışarıdaki yakınları da akıllara durgunluk veren kederlerin tanığıydı. Çünkü 12 Eylül 1980 günü ülkenin tam ortasına büyük bir bomba düşmüştü. O bomba memleketin her karesini aynı oranda etkilemişti. Alt üst olan aileler, evlatlarını günlerce nerede olduğunu yaşayıp yaşamadığını bilmeden arayan analar, babalar, eşler, kardeşler. Bombanın teğet geçtiği insanlar ise, barutun kokusuyla sinmiş ve korkmuştu. Memleket yangın yeriydi. O günler Türkiye tarihinin tanık olduğu en büyük işkenceleri yaşattı aydınlarına gençlerine, işçilerine, işçi önderlerine…

Acının da limiti vardır
1951 Tevkifatıyla başlamıştı süreç. Bu tarihte, TKP?ye yönelik büyük gözaltılar yaşanmıştı. Sonra 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980. Türkiye demokrasisi de, aydınlarına bu üç tarihte uyguladığı baskı ve zulümlerle büyük yaralar aldı.
Demokrasinin, insan haklarının rafa kaldırıldığı, ?anayasaların yerine baba yasaların? işlediği hapishaneler dönemiydi aynı zamanda bu tarihler. İçeri alınanlar yaşları, cinsiyetleri, yaptıkları işin, hatta suç işleyip işlemediklerinin de bir önemi yoktu. İçeri?den kitabı bu gerçekleri, yaşayanların ağzından bir kez daha getirip koyuyor önümüze. Okudukça yüreğimiz yeniden harlanıyor, gözlerimiz nemleniyor, kızgınlıktan avuç içlerimiz terliyor, damarlarımızdaki kanın deveranı delice hızlanıyor.
Kitaptan bir kez daha anlıyoruz ki, işkence onu yaşayanların sadece bedenlerine değil, ruhlarına, geleceklerine, kendilerine olan güvenlerine, karşı da bir saldırı. Acı içinde kıvranırken bile, arkadaşını ele vermemenin derdinde, biraz daha, biraz daha acıya katlanarak, ifade vermeyenlerin yanı sıra, çözülürken hesap yapıp ne kadar az zararla kurtarabilirim arkadaşımı hesabını, ölüm yanı başında beklerken yapanların da hikâyesi var bu kitapta. Mert Özmen, gözaltına alındıktan sonra işkenceden hastanelik olanlardan. Ve hastaneye kaldırıldığı zamanları da hatırlamıyor. ?Ben konuşmadım hakkımdaki iddiaları kabul etmedim, kimseyle ilgili ifade de vermedim ama herkesin acı eşiğinin, acıya dayanıklılık limitinin farklı olduğun da işkencede öğrendim. (…) Tırnaklarımı düşüren falaka başladığında fakındaydım saatin kaç olduğunun. Bir saat sonra şu noktaya gelmiştim, kafamın içinde sorup duruyordum kendi kendime, ?dayanamayacağım artık, kabul etsem mi?? Tahmin ediyorum falaka on dakika daha devam etseydi kabul edecektim ama o ara bitirdiler. Bittiğinde altı saat sürdüğünü öğrendim. Benim 1-1,5 saat sandığım şeyin altı saattir sürdüğünü, ve acı limitimin sadece on dakikayla kazandığını…?

Diyarbakır cezaevi…
O günün delikanlıları, genç kızları bugünün olgun yaşlarını sürüyorlar. Siyasette, edebiyatta toplumsal hayatımızda önemli yerlere sahip isimler çoğu. O gün girdikleri yolda bugün düşünce bazında devam edenler de var. Bunlardan Kemal Burkay ve İsmail Beşikçi, Türkiye?de daha ?Doğu Sorunu? olarak anıldığı gönlerden bugüne Kürt sorunun nasıl geldiğini göstermesi açından anlattıkları ayrıca önemlidir. Burkay; yaşayan herkesin ?cehennem? olarak nitelendirdiği Diyarbakır Cezaevi?yle ilgili şu saptamayı yapıyor: ?Diyarbakır Askeri Cezaevi, bunlardan farklıydı. Burada işkence cok daha sistemli,çok daha amansızdı. Burası CIA?nın yetiştirdiği işkence kadrolarının elinde, insanların adeta kobay olarak kullanıldığı bir deneme alanı, laboratuardı. Kürt yurtseverleri burada fizik ve moral olarak çökertilmek, teslim alınmak, Kürt ulusal hareketi bu yolla pasifize edilmek istendi. Ama bu yıllar süren akıl almaz uygulamalar, aynı zamanda Kürt hareketinin terörize olmasında da önemli bir rol oynadı? diyor.
Tabii o günü yaşayanların geçtiği eğitim, hazırladıkları savunmalar göz önünde bulundurulduğunda, azımsanmayacak bir bilgi birikimine sahip oldukları da görülür. İşte bu yüzden İçeri?den kitabı Türkiye?nin yakın geçmiş siyasal tarihi olma özelliği de taşıyor. Aynı zamanda duyarlılıkla anlatılmış bir kişisel tarih. Ama öyle bir kişisel tarih ki; aynı zamanda Türkiye?nin de tarihi. Necmiye Alpay Ankara ünlü DAL timi tarafından sorgulanır ve işkencelerden geçirilir. İşkenceler bittiğinde ise hücresine konur. İşkencenin ve sorgunun bittiği dönem bayram denk gelir. Alpay, bir Ramazan Bayramı anısını söyle aktarıyor: ?Bayramda, (çok öfkelendiğim bir şekilde) bir polis yedi-sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğuyla birlikte hücremin kapısın açıp bana şeker ikram etti. O çocuğun oraya getirilmesine hâlâ sinirlenirim. Oğlunu getirmiş ?ablaya şeker ver gibi? bir şeyler söyledi. Her şey sanki çok normal çok insaniymiş gibi, çocuk orada bizim o bitlenmiş halimizi gördü. Umarım işkence seyrettirmemiştir.?
Okudukça; ?Bu ülke vatandaşına, gençliğine bütün bunları nasıl reva gördü? dedirtecek vicdanları zorlayacak, isyan duygularını harekete geçirecek hikâyeler belleklere kazınacak.
Reyhan Yıldız?ın geniş bir zamana yayılan çalışması, genç nesillerin o günleri bilmesi, yaşananların aktarılması açısından da önemli bir belge niteliğindedir.

?Siz ancak ceketimi asarsınız?
Reyhan Yıldız?ın kitabına aldığı isimlerin çoğu ilk kez anlattı yaşadıklarını. Onca yıldan sonra bile zor karar. Hatta bu kitap için yaşadıklarını anlatırken bile kalkıp gitme isteği duyanlar da olmuş. Geçen onca zaman belleklerdeki o görüntüleri silememiş. Yaşadıkları büyük travmalardan sonra sokakta yürümeyi, normal sofrada oturup yemek yemeyi, komutsuz konuşmayı unuttukları o günleri hâlâ yüzleri değişmeden anlatmaları mümkün olmamış. Ama o günlerden öyle kahramanlar geçti ki tarih bunu da yazdı. Abdullah Baştürk?le ilgili olarak Faruk Pekin?in anlattıkları işte bu türden: ?Hapisten çıktıktan sonra Baştürk?e İsveç?ten büyük bir ödül verildi, bir Mandela?ya verildi, bir de Abdullah Bey?e. Ben de gitmiştim onunla ödül törenine. Başbakan bakanlar hepsi oradaydı. İşte Takkeci, o Abdullah Bey?i sorguluyor. Kapıya kadar geçirirken, tam çıkacağı sırada: ?Asılacaksınız Abdullah Bey? diyor. Abdullah Bey?in cevabı: ?Siz ancak benim ceketimi asarsınız.? Büyük laf.?
(*) Rozerin Doğan’ın 02/10/2009 Tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki’nde Yayınlanan “Zamanın acılara hükmü yok” Adlı Yazısı

Müjgan Halis’in 27.09.2009 Tarihli Sabah Gazetesi’nde Yayınlanan Reyhan Yıldız’la Söyleşisi
Yolu cezaevinden geçen yazarlar,İçeri’den kitabında, içeri’deki zamanlarını, yaşadıkları acıları, gözlemlerini ve deneyimlerini anlattı. Yazar Reyhan Yıldız, resmi tarihi ‘kazananların’ yazdığını, kitabının mazlumların ve yenilenlerin tarihi olduğunu söylüyor
Yaşamlarının bir dönemini cezaevinde geçiren yazarlar bir kitapta buluştu: İçeri’den. Reyhan Yıldız’ın 16 yazarla birebir görüşmeler yaparak kaleme aldığı kitap, Literatür Yayıncılık tarafından yayımlandı. Kürt açılımının tartışıldığı bugünlerde, Kemal Burkay ve İsmail Beşikçi’nin Türk solundaki ‘doğu meselesi’nin nasıl ‘Kürt sorunu’na dönüştüğünü özetleyen tanıklıkları özellikle dikkat çekici. Yıldız, bir dönem cezaevinde kalmış ve ağır işkenceler görmüş yazar Mert Özmen’le tesadüfen başlayan tanışıklığının, bu kitabın çıkış noktası olduğunu söylüyor. Yazma nedeniyse; özellikle 12 Eylül’den sonra hafızasızlaştırılan yeni kuşağa bu ülkenin siyasi tarihini aydınların deneyimleri, gözlemleri üzerinden anlatırken cezaevindeki koşullara, işkenceye ve F tipi cezaevlerine dikkat çekmek.

– Kitabı yazmaya ne zaman başladınız?
– Yazar Mert Özmen’le 2006’da tanışmamla başladı her şey. Özmen’le uzun bir röportaj yapmıştık. Çok özel bir insandı. Röportajı başka yerlerde yayınlamaya içim el vermedi, kesilip biçilecek, özünü kaybedecekti. Başka yazarlarla da konuşup röportajları bir kitapta toplamaya karar verdim.

– Kitaptaki isimleri belirlerken bir kriteriniz var mıydı?
– Bir dönem kitabı olmasını istemedim. Amacım, ulaşabildiğim en uzak tarihten başlayıp günümüze kadar getirerek, farklı dönemlerde, farklı nedenlerle cezaevinde yatmış yazarlarla konuşmaktı. Böylece bir anlamda Türkiye’nin yakın siyasal tarihine yazarların gözüyle tanıklık edilecekti.

– Hangi dönemleri kast ediyorsunuz?
– 1951’deki TKP Tevkifatı’ndan tutuklananlar da var kitapta, 12 Mart öncesinde ve sonrasında içeri atılanlar da, iki darbe arasında yolu cezaevine düşenler de, 12 Eylül’de içeri alınanlar da, daha yakın dönemde içeriye girenler de…

– Çok ağır tanıklıklar. Yazarken zorlanmadınız mı?
– Çok etkilendim, zaman zaman psikolojim bozuldu ve yazmaktan vazgeçtim. Bırakmak istedim ama çevremdeki insanların motivasyonuyla tekrar başladım. Düşünün, insanlar 30 yıl sonra bile yaşadıklarını anlatmaya zorlanıyorlar, bunu dinlerken yaralanmamak mümkün mü?

– Neden böyle bir kitap yazmak istediniz?
– Tarihle çok ilgiliyim. Bizim çocuklarımız yakın tarihimizi hiç bilmiyor. 12 Eylül işçi muhalefetini kestiği gibi, işçi çocuklarını da hafızasızlaştırdı. Biz 12 Eylül’ü nispeten hatırlayan son kuşağız, bizden sonraki kuşaklar için bu tarih hiçbir şey ifade etmiyor maalesef. Son 50-60 yılda yaşananları insanların hayatlarına, yaralarına dokunarak anlatmak istedim. Kişisel tanıklıkları çok önemsiyorum, çünkü tarih tarih kitaplarından öğrenilemiyor; sayısız rakam, sayısız coğrafi nokta ve sınırlı sayıda büyük ‘adam’ın ismi… Savaşın ne olduğunu anı kitaplarından öğrenmiştim, içeride olma halini ve işkenceyi de buradaki tanıklıklarla kavradım.

– Sizin hayatınızda ya da yakın çevrenizde bu türden olaylar oldu mu?
– 12 Eylül’de babam gözaltına alındı, yedi yaşındaydım, net olarak anımsamıyorum ama sanıyorum iki-üç gün gözaltında kaldı. Babam Cumhuriyet gazetesi okuruydu, sendikalı bir işçiydi, bunlar o dönem haftalarca gözaltında tutulmak için yeterli sebepti. O günlerde gözaltı süreleri 90 küsur güne kadar uzuyordu.

SADIK ALBAYRAK
(Osmanlıca’dan çevirdiği Mustafa Zihni Paşa’nın İslamda Devlet Yönetimi Hilafet adlı kitaba yazdığı sunuş yazısı nedeniyle 1982- 1983 yılları arasında dokuz ay kadar Silivri Kapalı Cezaevi’nde yattı. Kitaplarından bazıları: Sömürüye Karşı İslam, Türkiye’de Din Kavgası, Çağdaş Devrim Yobazları, Taşlaşma-Çağdaşlaşma’dır.)

HER TİP İNSAN VARDI
“… Her tip insan vardı Silivri’de ama siyasiler çok azdı ve kimse görüşünü, örgütünü söylemiyordu. Mahkûmlar kendilerine yiyecek içecek verenlere yalakalık yaparlardı. Cağaloğlu’ndan arkadaşlarım vardı, onlar bana kitap getirirlerdi, mahkûmlar sırf bana yaranmak için o kitapları okur görünürlerdi… Bir insan fikir ve inançları toplumda yansıma bulmamışsa her zaman mahkûmdur, cezaevinin tek farkı voltaların kısa olmasıdır. Aslında bir fikriniz yok ise Edirne’den Kars’a kadar volta atıyorsunuz demektir. Aksi durumda ise nerede olursanız olun kendinizi özgür hissedersiniz.”

VEDAT TÜRKALİ
(Başta Sultanahmet Cezaevi olmak üzere pek çok cezaevinde yattı. Eserlerinden bazıları Bir Gün Tek Başına, Mavi Karanlık, Güven, Kayıp Romanlar, Yalancı Tanıklar Kahvesi’dir.)

CAMİ HOCASIYLA
“Kızım nasıl anlatayım, o ayrı bir roman olur… Hoca bir köşede oturmuş, 8 senedir orada Kuran’ını okuyor… Hâlâ çok gülerim. Bir gün dedim ki, ‘Hocam siz 8 yıldır bu köşede mi yaşıyorsunuz?’ ‘Evet ama,’ dedi, ‘vaktimi boş geçirmedim’. ‘Ne yaptınız,’ dedim, Kuran’ı azim-üşşan’da ne kadar elif, ne kadar be, ne kadar cim… varsa (gülüyor) onun dökümünü yapmış adam… Koğuşa karavana filan gelmez. Ticani tekkesinden devamlı siniyle yemek gelir kalaylı kaplarda. Hep beraber sofraya oturulur. Tahta kaşıklarla gireriz. Çorba, pilav, et gelir, öyle şeyler. Tabi yemekler aynı kaptan yeniyor. Tam üç lokma alırsın, hemen bırakırlar kaşıkları, Hoca elini açar, ‘eüzibillahi….’ diye… Hoca benden pek hoşnut ayrıldı. ‘Ben aslında Marx’a karşı değilim,’ dedi. Hoca hukuk mezunu bu arada. ‘Ben Lenin’e karşıyım, Lenin din afyondur diyor,’ dedi. Ben de, ‘o söz Marx’ındır,’ diye hiç bozmadım tabii.”

PINAR SELEK
(1998’de Mısır Çarşısı eylemi nedeniyle cezaevine girdi, iki buçuk yıl yattı. Maskeler Süvariler Gacılar&Ülker Sokak: Bir Alt Kültürün Dışlanma Mekânı, Barışamadık, Su Damlası, Sürüne Sürüne Erkek Olmak kitaplarını yazdı.)

ACIDAN ÖLMEK İSTEDİM
“Bana çok acı çektirdiler şubede, çok, ölmek isteyebileceğim kadar çok acı… Askıda çok kaldım, ters askı, bir yandan da dövüyorlardı… Ters askıda vücudunun alt üst olduğunu hissediyorsun. En çok acı vereni askıydı, askıda kolum çıktı, acayip bağırdım, sonra beni indirdiler, baktılar kolum çıkmış. Kolumu taktılar orada ama ters takmışlar. Çektiğim acıyı anlatamam, korkunçtu. Sonra ne oldu tam hatırlamıyorum, bayılmışım. Kolumu taksın diye bir doktor getirmişler, birlikte çalıştıkları bir doktor mu hiç bilmiyorum. Doktora da demişim ki, ‘Bir daha yüzebilecek miyim?’ O da ‘Zor’ demiş…”

MERT ÖZMEN
(1983’te yakalandı, iki buçuk yıl cezaevinde kaldı. Cezaevinden çıktıktan sonra Karşımda Buruk Acı, Sezen Aksu Şarkılarıyla Büyüyen Kız Çocuğu, Koruyucu Meleklerin Şarkısı, Bir Yazarın Romanı kitaplarını yazdı.)

VÜCUT DİRENİYOR
“Selimiye’de yaklaşık bir ay kaldım… Ben orada karşılaştığım şiddetin onda biriyle sokakta karşılaşsam ölürüm yani. Herkes ölebilir, ama orada karşılaştığında, insanın biyolojik mekanizmasında, psikolojik kontrolü altında bir başka tür savunma mekanizması oluşuyor ve o şiddete karşı kendini bir biçimde koruyor. Şöyle bir şey hatırlıyorum, bütün gün tazyikli soğuk su yiyorsun kışın açık havada, normalde zatürreeden ölmen lazım, nezle dahi olmadım. Bu bana özgü bir durum değil, benim gibi binlerce insan aynı muameleyle karşılaşmıştır, birçoğuna da bir şey olmamıştır.”

KEMAL BURKAY
1966’da bir yazısı nedeniyle tutuklandı, beş aylık tutukluluktan sonra beraat etti. 12 Mart döneminde de bir süre tutuklu kaldı. Yaşamanın Ötesinde, Prangalar, Dersim, Dehak’ın Sonu, Can Taşır Dicle’nin de aralarında olduğu birçok kitaba imza attı.)

MUSA ANTER’LE
“…Sansaryan Han’ın üst kattaki hücrelerinden birine konduk. Bu kısımdaki öteki hücreler boştu ve ilk ziyaretçiler bizdik. Oradaki hademe ‘suçumuzu’ sordu. ‘Bir suçumuz yok,’ dedik. ‘Tabii tabii, camiden geldiniz!’ diye alay etti. Sonradan anladık ki fuzuli sorgucumuz herkese aynı numarayı yapıyor. Az sonra yaşlıca bir adam getirdiler. Gözlerim bir yerden ısırıyordu ama çıkaramadım; bu kim diye düşünürken onun da gözü bize takıldı ve beni tanıdı ki, yavaş sesle ‘Musa, Musa!..’dedi. O zaman anladım Musa Anter olduğunu. On yıl kadar önce İstanbul’da tanışmış, ama unutmuştum… Sorgucu Musa Abi’ye yaklaştı, beylik sözü tekrarladı: ‘Neden geldin, suçun ne?’ ‘Kürtçülük…’ diye cevap verdi Musa Abi. Adam bu cevabı beklemiyordu, şaşırdı ve şöyle dedi: ‘Canım, Kürtçe diye bir şey yok ki!..’ ‘Nasıl yok?’ dedi Musa abi, ‘Ben onun sözlüğünü yazdım!’ Sorgucu burada tıkandı, sus pus oldu…”

HALİM SPATAR
(1951 TKP Tevkifatı’nda ve 12 Eylül’de de tutuklandı. Beethoven ve Devrim Çağı, Sanat Tarihi ve Sınıf Mücadelesi, Sultan’ın Orgu, Mevsim Sonunun Sisi İçinde, Müzik Neyi Anlatır, Mozart’ın Yapıtlarındaki Masonik Örgü kitaplarını çevirdi.)

ERDAL’I GÖRDÜM
“Mamak’ta bunalıma girenler vardı, bazı solcular işkence, hapis, baskı vb. sonucu namaz kılmaya başlamıştı. Çoğu kendi içine gömüldü. Zaten aynı koğuşta kalsanız bile rahat konuşamıyorsunuz. Askerler konuşturmuyor. Mamak’a ilk geldiğimizde, yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren, yanı başımdaki hücrede kalıyordu. Özellikle geceleri neler yapıyorlardı çocuğa, gürültüler, böyle kapısına vurmalar, hücre içinde âlem ettirmeler. Bir gün ben koridordan geçerken askerler kapısını açtılar, gencecik, taptaze, gençliğinin baharında; gülümseyerek bakan, unutamadığım bir yüz gördüm. Hep gözümün önüne gelir.”

Kitabın Künyesi
İçeri’den
Reyhan Yıldız
Literatür Yayıncılık
2009
445 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir