İki ve Keçi ? Mehmet Zaman Saçlıoğlu

Keçiden, sayılardan, yıldızlardan söz ederken insana odaklanan bu kitapta, zaman içinde değişen ve değişmeyen yanlarımız, tutkularımız, korkularımız, aşklarımız, yaptığımız kötülükler ve iyilikler bir keçinin öyküsünde, fantastik, yalın ve sıcak bir dille, kışkırtıcı imgelerle anlatılıyor.

Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun, sanatla felsefe, keçiyle insan, varlıkla yokluk, bedenle bilinç, geçmişle gelecek arasında gezinen düşüncesi, okuru düşle gerçek arası bir atmosferde, kendi varlığı üzerine düşünmeye yöneltiyor.
(Tanıtım Bülteninden)

“İki ve Keçi”ye Dair – Barış Çağrı Genç
(23 Aralık 2010 tarihli Cumhuriyet Gazetesi)

Dinlediğimiz masallarda iki inatçıydılar. Birbirlerine yol vermedikleri için köprüden düşmüş, derede boğulmuşlardı. Biz büyüdükçe devam etti hazin, gülünç, erotik hikâyeleri. Hatta şeytanı betimlerken bile onu kullandık. Onları hikâyelerde bu denli kötü anlatmamızın mutlaka bir nedeni olmalı? Sanırım hem bizimle birlikte yaşayan, hem canı istediğinde en dik kayalara tırmanıp özgürlüğünü ilan eden bu asi yaratığın davranışlarına epey bozulmuş olmalıyız.

Kendinde evcili ve vahşiyi, iyiyi ve kötüyü bir arada barındıran keçinin bu hali, Saçlıoğlu’nun yeni kitabı İki ve Keçi’nin tüm öykülerinde karşımıza çıkıyor: ‘O zaman Tanrı’nın tek ve bir durması daha iyi,’ dedim gözlerine bakarak (…) O zaman Tanrı’yı anlayamayız, iki ayrı tek olmaları daha iyi. Onlar çatıştıkça biz doğruyu göreceğiz. Akıl o zaman çalışmaya başlar. İyi ve kötü karşıtlığı.’

Pan gibi…

Kitapta, yalnızca iyi ve kötünün karşıtlığı sorgulanmıyor, aynı zamanda bireyin içindeki ikilikler de irdeleniyor: ‘Ben ikiyim bu durumda, senin yerine düşünüyor, seni içimde konuşturuyorum’ dedim. ‘Ya tersiyse’ dedi. Şu anda ya ben seni içimde konuşturuyorsam? İyisi mi bunu birbirimizin lehine çevirme, seninle ben yan yanayız ama tekiz.’

Bunları anlatmanın pek çok yolu varken, Saçlıoğlu neden keçi imgesini seçmiş? Bu sorunun yanıtı muhtemelen onun duyarlı kişiliğinde saklı. Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan ‘Topaç’ isimli öyküsünü, tatilde okuduğu, bir oyuncak ustasının ölümünden bahseden haberden etkilenip kapandığı otel odasında yazdığı düşünülürse, yeni kitabın onu yine tatilde yakalamasına şaşmamak gerek:

‘Adanın önüne demir attığımızda kayalarının üstünden bir keçi bize bakıyordu. Biraz aşağıya inince iki renkli olduğunu görmüştük. Yarıya kadar siyah, yarıdan sonra beyaz. Sonra bu keçinin adada yalnız yaşadığını anlamıştık. Yalnızlığa tutsak edilmiş bir keçi. Bu hepimizi yaralamıştı. İnsanoğlunun her tür canlıya ve hemcinsine kendi çıkarı için kötülükler yaptığını biliyorduk ama bu durumdan nasıl bir çıkar sağladığını anlayamamıştık. Bu, cezalandırma gibi bir şeydi. Acımasızca bir şey. Kıyıya, yarıdan kesilmiş mavi bir varil koymuşlardı. İçinde biraz su vardı. Keçi, insanları kendisine yaklaştırmıyordu. Gece olduğunda kıyıdan garip bir ses duymuştuk. Derin bir soluk sesi geliyordu. Sonra yakamoz yaptık denizde geç saatlerde ve ardından ay çıkarken uyuduk. Hepsi beni gerçeküstü bir dünyaya götürdü o gece. Pan’ı anımsadım. İki renkli keçi gibi, bedeninde insanı ve keçiyi barındıran Tanrı Pan’ı. Karşıtlıklar o zaman aklıma geldi ve bu öykünün temel konusunun karşıtlıklar olduğunu o zaman düşündüm. Sonra hızla gelişti öykü. İstanbul’a döndüğümüzde ikinci ve üçüncü bölümünü yazdım. Ama bir şey eksikti. Birinci bölüm birkaç ay sonra geldi. Böylelikle bütünleşti kitap. Aynı Tanrı Pan gibi. Pan, Yunanca bütün demek’ (1).

Kitabın ana ve son öyküsü, mitolojik bir kahramanı, yarı keçi, yarı insan olan Pan’ı anlatıyor. Saçlıoğlu’nun, farklı kültürlerin farklı mitlerinde yer alan keçi imgesinin belki de en çok yakıştığı Pan söylencesini seçmesinin nedenini öğrenmek için onun kaleminden çıkan Pan’a kulak vermeli: ‘Ben, korkunç Khimaira, Büyük Pan, Zeus’u kurtaran kahraman Aigipan, tanrıların oğlu, tanrıların torunu, gökyüzü sonsuzluğundaki Oğlak takımyıldızı, küçük adadaki keçiydim. İki renktim, iki ruhtum, ama bütündüm.’

Pan’da beden bulan iki ruhu kitaptaki üç öykü boyunca irdeliyor Saçlıoğlu. Birbiri içine geçen, birbirlerine yol açan, ama ayrı anlatımlara sahip öykülerle, bu ikililiği farklı yönleriyle okuyucusuna sunuyor. Nereye gideceğini bilmeyen bir adamın çıktığı yolculuğu anlatarak başlıyor kitap. Yolculuğa çıkarken, diğer gezginleri (Homeros’un, Jules Verne’in, Dante Alighieri’nin kaleme aldıklarını) kendiyle karşılaştıran kahramanımız, onların neyi aradığını yolculuğunun sonuna doğru keşfediyor: ‘Onlar da düşlerini aramışlardı özlemle. İçlerindeki ikilik ve zıtlık buradan kaynaklanıyordu. Hepsi kendi içlerindeki kalabalığın ve kalabalıktaki kendi benliklerinin peşine düşmüştü.’

İki kardeş

Saçlıoğlu, farklı kültürler, dinler ve felsefelerden öğelerle beslenen bu öyküsünde, tek ve bütün olarak düşündüğümüz ‘insan’ kavramını, o kavramı oluşturan, derinleştiren ve bütünleyen zıtlıklarıyla ele alıyor. Yolculuğunun sonunda babasıyla karşılaşan karakterine, İsa’nın çarmıhta son nefesini verirken ‘baba’sına sorduğu sorunun aynısını sorduruyor: ‘Neden bıraktın beni?’ Babasıyla tartışan, ona karşı çıkan, onun boyunduruğundan kurtulmaya çalışan kendi değilmiş gibi.

Baba ve oğul arasındaki konuşma, Hegel’in ‘Akla uygun olan gerçektir. Gerçek olan akla uygundur’ sözüyle açılıyor. Bu yüzden, ölmüş babası ile konuştuğuna inanamayan oğlu teskin etme işinin Descartes’a düşmesine şaşmamak gerek: ‘Düşünüyorsun ya, varsın.’ Ama baba yoktur, o yalnızca oğlun hayalidir. Ama oğul bunu gayet iyi bilmesine rağmen babasıyla olan buluşmasının sonlanmasını istemez. Hatta kendisini bırakmaması için, Fecr suresindeki andı ona hatırlatır ve sorar: ‘Sabah olduğunda bu yıldızlar yine var olacak mı baba?’ diye sordum, doğrulanmayı ve sevildiğini bilmeyi isteyen bir çocuk gibi.’

Saçlıoğlu, babayla oğlun, Tanrı’yla insanın, diyalektik idealizm ile diyalektik materyalizmin karşıtlığının ve aynı zamanda bütünlüğünün bulunabileceği bu öyküyü, satır aralarına sakladığı pek çok ayrıntıyla da beslemiş. (Öyküde bahsedilen kelebek etkisi gibi, kullanılan imgeler diğerlerini tetikliyor’) Bu yoğun anlatımın ardından, ağırlığını olay örgüsü üzerine veren ikinci öyküye; ‘insanoğlu yüzünden acı çeken’ keçinin hikâyesine geçiyoruz. Hayvanın acıklı durumu, bu konudaki duyarlılığımızı perçinlerken, kitabın ana ekseni olan ‘iki’ kavramı, bu sefer adanın çevresinde avlanan iki balıkçı kardeşte karşımıza çıkıyor.

Birbirlerine, keçinin iki rengi kadar zıt olan iki kardeşi anlatmanın dışında, ilk ve son öykü arasındaki ilişkiyi ve geçişi sağlayacak detaylar da anlatımın içine yedirilmiş durumda. Adaya yanaşan turistik teknede yaşananlarla, keçinin sürgün edilişinin nedeninden bahsedildiği kısımların Pan’ın hikâyesinin parçaları olduğunu keşfetmemiz, son öyküye geçmemizle oluyor.

Pan’ın korkulan bir yaratıktan, sevilen bir kahramana dönüşme sürecinin fantastik bir dille anlatıldığı son bölüm, öyküden ziyade bir masal. Saçlıoğlu, kendinden önce yaşayan binlerce anlatıcısı gibi, Pan’ın hikâyesini kaleme alırken onu yeniden yorumlamış ve bu mite körpe bir dal eklemiş. Ayrıca mitin detayları ile kitabın ilk iki öyküsünde anlattıkları arasında bağlantılar kuran Saçlıoğlu, bunu masalın içine yedirmeyi başarmış. (Örneğin adaya sürgün edilen keçinin hikâyesinin, Pan’la kesişmesi ya da yolculuğa çıkan oğul ile babasını ziyarete giden Pan’ın yanlarında götürdüklerinin benzerliği) Böylelikle masal, hem kendinden önceki öyküleri tümleyen, hem de onlardan beslenen bir şekil almış. Ama bu bağlantı yalnızca iç içe geçen olaylarla değil, aynı zamanda ele aldığı düşünce ile de sağlanmış durumda. Pan’ın değişimi, kendinde bulundurduğu ikilikten kaynaklanıyor; iyiyi temsil eden insan kısmı, kahraman Bellerophontes ve kötüyü temsil eden keçi kısmı, canavar Khimaira. Bedeninde barındırdığı iki canlı bazen bencil ve çapkın bir yaratığa dönüştürüyor Pan’ı, bazen birilerinin hayatını kurtaran bir kahramana.

Pek çok mitolojik hikâyeyi içeren bu masal boyunca farklı insanlık hallerine değinen Saçlıoğlu, satır aralarında yakın tarihimize de referanslar vermeyi ihmal etmiyor: ‘Köylüler çocuğu bir anda yakaladılar. Neredeyse bir tanrıyı öldürdü diye linç edeceklerdi. Hem benim ölümsüz olduğumu, bir tanrı olduğumu düşünüyorlardı, hem ölecekmişim gibi bana saldıranı cezalandırıyorlardı. Bu kadar mantıksızlık ancak insanoğlunda olur. İnsanoğlunun bu mantıksızlığı binlerce yıl devam etti. Tanrısına saldıranı cezalandırmaya kalkan zavallılar, böylelikle tanrılarına asıl kendilerinin hakaret ettiğini, onun kendini savunmaya bile ihtiyacı olmadığını anlayamayacak kadar cahildiler.’

İnsanoğlunun bu garip halleri tarih boyunca farklı mitlere konu oldu. İçindeki zıtlık ve bütünlük ilham verdi kendine; ağızdan ağza, dilden dile yayılırken değişen öykülerde, kendini oluşturan iki rengi ve ruhu arayıp durdu. İki ve Keçi hiç bitmeyecek bu keşifte yeni bir durak. Bu durakta durup nefeslenmeli, o iki rengi ve ruhu görmek için.

(1) Can Özoğuz; ‘İki ve Keçi’ üzerine Mehmet Zaman Saçlıoğlu ile söyleşi, Sıcak Nal, sayı: 3, Temmuz-Ağustos 2010.

Kitabın Künyesi
İki ve Keçi
Mehmet Zaman Saçlıoğlu
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
İstanbul, 1. Basım
Baskı Tarihi: Temmuz 2010
158 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir