ahlâk_ve_modernlik“Devlette…(insan) hayali bir egemenliğin düşsel bir üyesidir, gerçek bireysel hayatından mahrumdur ve gerçekdışı bir evrensellikle donatılmıştır.” (Marx)

Ulusçuluk, kendisine tabi olanlara rehberlik eden bir kimlik biçimi inşa ederek işler. Benim ulusal kimliğimi bilmek, nasıl davranmam gerektiğini ve kimin böyle yapmam gerektiğini söyleme hakkına sahip olduğunu bilmek demektir. Bu standart oluşturucu kurallar, gerçekte yapmak isteyeceğim şey üzerine kendilerini dayatan ödevler biçimine bürünmezler; devlet tarafından zorla uygulanabilir olsalar bile. Bunlar daha ziyade, -gerçekten- ne yapmak isteyeceğim konusunda beni bilgilendirirler.

Daha dar bir şekilde kavranan bir özkimliğin isterleriyle sıklıkla uyuşmazlık içindedirler. Bir kimsenin ulusal kimliği başkalarına yardım etmeyi ya da zarar vermeyi, hatta kendine zarar verme riskine atılmayı gerektirebilir; çok sıklıkla da araçsal olarak irrasyonel eylemleri gerektirecektir. Ama ulusal kimliğin kendi ödülleri de vardır. Bireylere, başka koşullar altında mevcut olmayan hazlar ve iktidarlar, imkânlar ve anlamlar sunar. Ulusçuluk ahlaki bir kimlik olarak etkilidir; çünkü ulusal kimliğe bürünen bireye bir şeyler önerir.

Ulusçuluğa atfedilebilecek dar görüşlülük, yabancı düşmanlığı, tahrip ve ölümden sorumlu bir ideolojiye karşı söylenebilecek çok şey var. Ama belki, bu özbenliksizliği, kahramanlığı ve yaratıcılığı teşvik eden bir bağlılığın lehine söylenebilecek bir o kadar şey daha olabilir. Bilançoyu yapmak için vakit muhtemelen çok erken. Ulusçuluğu henüz yeterince iyi anlamış olmadığımız gibi, söz konusu hesabı çıkarabileceğimiz sarih bir ahlaki konum da yok. Son değerlendirme ne olursa olsun, ulusçuluğun güçlü yanlarının (bireylere kendi dar iştiyaklarının ve duygudaşlıklarının sınırlarının ötesine gitme esinini sağlama kapasitesi) hakkının verilmesine ihtiyaç olacaktır. Gelgelelim, bu değerlendirme, ulusçuluğun işleme tarzındaki kaçınılmaz yanılsama öğesini ortaya çıkarma ihtiyacını da duyacaktır. Ulusçuluk kahramanlık, adanma, çaba ve yaratıcılığın esin kaynağı olmuştur; ama bu ancak olmadığı şeymiş gibi yaparak mümkün olmuştur.

Ulusçuluğun yanılsama içerdiği iddiası, aşina olunan bir iddia. Birçok liberale göre, nihai gerçeklik kendine yeterli bireyden ibaret olup, başka herhangi bir kolektif kimlik biçimi önerisi, tutu- numsuz bir öneridir. Öte yandan, kimi Marksistlere göre, tek sahici kolektif kimlik sınıf kimliğidir, öyle ki bir ulusal kimlik nosyonu ancak bu daha temel gerçekliği karartma işlevi görür. Hem liberal bireyciye hem de Marksiste £Öre, ulusçuluğun iddialarının ölçülebileceği ve noksan olduğunun bulunabileceği daha temel bir gerçeklik vardır. Ama burada başvurulan bir “temel gerçeklik” nosyonu hayli kuşkulu bir nosyon. Her toplumsal kendilik -birey bile- kurumsal yapılar ve toplumsal bilinç içinde ve bunlar aracılığıyla varolur. Ulusal kimlik, büyük ölçüde, insanlar kendilerini bu şekilde kavradıklarından ve bu şekilde kavramaya teşvik edildiklerinden ötürü varolur. Ama bu kendi başına, ulusal kimliğin, başka herhangi bir kimlik biçiminin bir yanılsama olmasından daha fazla bir yanılsama olduğunu düşünmemiz için bir neden sunmamaktadır.

Benedict Anderson, yakın bir geçmişte, ulusçuluğa dair “yanlış bilinç” görüşüne karşı benzer bir çizgi içinde karşı çıktı:
Ulus hayalidir; çünkü en küçük ulusun üyeleri bile öbür yoldaşlarının çoğunu tanım ayacak, onlarla karşılaşmayacak ya da onları işitmeyecektir, ama ortaklıklarının hayali her birinin zihninde yaşar…Gellner, “ulusçuluk, ulusların uyanarak özbilince varmaları değildir; ulusçuluk, olmadıkları yerde ulusları icat eder” hükmüne varırken benzer bir noktaya işaret eder. Gelgelelim , bu formülasyonun eksikliği şu: Gellner ulusçuluğun olduğundan başka türlüymüş gibi yaptığını göstermeyi o kadar çok istem ektedir ki, “icadı”, “tahayyül etme” ve “yaratma”yla bir tutmaktan ziyade “uydurma” Ve “yanlışlık”la bir tutar. B öylece de, avantajlı bir şekilde ulusların yanına konulabilecek “hakiki” cemaatlerin varolduğu imasında bulunur. Aslında, yüzyüze ilişkilerin geçerli olduğu ezeli cemaatlerden daha geniş tüm cemaatler (belki onlar bile) hayalidirler. Cemaatler, yanlışlık/sahiciliklerine göre değil, tahayyül edilme stillerine göre ayırt edilirler”.

Bu açıklamaya göre, ulusun (ya da başka bir grubun) oluşumunda rol oynayan tahayyülü bir yanlış ya da yanılsama olarak görmek, bir romanı ya da müzik parçasını yanlış ya da yanılsama olarak görmek kadar yersiz olur. (Anderson’m kitabının birçok güçlü yanlarından biri de romanlar ve müzik gibi kültürel yapıntıların bir ulusal kimlik duygusunun biçimlenişinde oynadıkları role dair aydınlatıcı bir açıklama sunmasıdır).

Anderson’m bir “tahayyül edilmiş cemaat” olarak ulus anlayışı, aydınlatıcı bir anlayış. Gelgelelim, bu anlayış, bir anlamda “doğru” ve “yanlış” olan cemaatler arasında gözetilen aynmı silmiyor. Aslına bakılırsa, bu ayrım, Anderson’ın ulusçuluğun gelişimine dair açıklamasında iistü örtük olarak bulunmakta. Anderson’ın ikna edici bir şekilde gösterdiği üzere, ulusçuluk bir yapıntıdır; ama karakteristik bir şekilde sanki şeylerin doğal düzeninin bir parçasıymış gibi yaşantılanır. Ulusçuluk, tarihsel durum ve yaratıcı tahayyül tarafından yaratılmış bir olumsallıktır; ama kendisini tarih ve tahayyül yoluyla dışavuran bir zorunluluk olarak kavranır. Uluslar göreceli yakın bir zamanın ürünüdür; ama kendilerini ebedi olarak sunarlar. Bizzat Anderson’ın dinle kurduğu analoji tesirlidir. Ulusçuluk ve din insani ürünlerdir; gelgelelim, etkililikleri birer insani ürün olarak yaşantılanmamalanna bağlıdır. İkisi de kendi kendileri üzerine bilgi geliştirilmesine dayanamaz. Anderson ve öbür kimselerin ikna edici bir şekilde savundukları üzere, ulusçuluk, insani tahayyüllerin ürünüdür; ama bu bilgiyi bastırarak işler.29 Belli türden insan cemaatlerini oluşturmada yaratıcılığın – Anderson’ın kullandığı anlamda tahayyülün- hakkını vermek, zorunlu olarak doğruluk ve yanlışlık kavramlarının rolünü bertaraf etmiyor. Ulus, yalnızca tahayyül edilen bir cemaat olması anlamında değil; oluşumundaki farkına varılmamış yanlışlığın -yanılsamanın- oynadığı zorunlu rolden ötürü hayali bir cemaattir.

Anderson, daha genel programatik önermelerinde sık sık, sanki herhangi bir insan toplamı, kendisini bir cemaat olarak tahayyül edebilirmiş (ya da “tahayyülde içerilir”miş) gibi yazar; sanki uygun bir yaratıcı “tahayyül” yalnızca zorunlu değil; ama bir cemaati oluşturmada yeterliymiş gibi yazar. Bu, bilincin rolünü çok abartmaktır. Her türden toplumun bir cemaat oluşturduğu söylenemez. En azından başka bir koşul daha var: Cemaatin çeşitli üyelerinin birbirleriyle belli bağımlılık ilişkileri içinde ve başkalarıyla da bağımsızlık ilişkileri içinde varolmaları, bunun bilincinde olmaları ve bu bilincin temel ve oluşturucu bir anlamda birbirleriyle girdikleri ilişkilere dahil olması. Bu koşullara kesinlik kazandırılmasının zor olduğuna kuşku yok, ama özellikle ulusun “tahayyülü”, ulusun üyeleri arasında varolan -ya da varolduğu tahayyül edilen- ilişkiler şebekesini kendi malzemesi olarak alırken, bu koşullar bilmezden gelinemez. Bu, tahayyül edilmiş bir cemaatin hayali bir cemaat olabildiği başka bir boyut daha çıkarır: Cemaati oluşturduğu savunulan ilişkilerin cidden hatalı kavrandığı durum. Mitolojik bir soy çizgisi ve ırksal olarak çarpıtılmış bir genetik teori tarafından bir arada tutulan bir “Ariler” cemaatinin yalnızca tahayyül edilen bir cemaat olmakla kalmayıp hayali bir cemaat olacağına (bu yanılsamanın gerçek etkileri olsa da) kuşku yok. Asla varolmamış bir geçmişe duyulan nostalji üzerine, ancak uç durumlarda ya da simgesel bir biçimde (savaş ve savaşın yadedilmesi, spordaki ulusal başarılar gibi) varolabilecek bir girişimci cemaati üzerine inşa edilen ve uyumsuz öğelerin bilinçten uzaklaştırılmasını gerektiren modern bir ulus devlet de yalnızca tahayyül edilen değil, hayali bir cemaattir.

Ulusu tahayyül etmenin, modern hayatın daha sıradan görünümlerinde yadsınan belli ihtiyaçlara -kimlik, istikrar ve anlam- yanıt verdiğine kuşku yok. Bu, ulusçuluğun gücü hakkında bir şeyleri açıklar; aslında, ulusçuluğun gücü, geçerliliğiyle hemen hemen ters orantılıdır. Tam da modern toplum cemaat oluşturmadığı için ulusçuluk yalnızca tahayyül biçiminde varolur. Ulusçuluk fenomeni, insanın cemaat oluşturma ve tikelliği aşma kapasitesi hakkında bir şeyler gösterir. Gelgelelim, ulus, cemaati, varolması gereken bir şeye yönelik bir iştiyak olarak değil; zaten varolan bir şey olarak tahayyül eder. Ulusçuluğun ne olduğunu ve nasıl işlediğini açıklamak, ulusçuluk için zaruri olan yanılsamayı tahrip etmektir; böyle bir açıklama, zorunluluğu olumsallığa, doğalı toplumsala ve özdeşliği benzerliğe dönüştürür. Ulusçuluk bu süreç karşısında ayakta duramaz.

Ross Poole
AHLÂK ve MODERNLİK
İngilizceden çeviren: Mehmet Küçük
Ayrıntı Yayınları

Previous Story

Freud’da Toplum, Kültür, Din Felsefesi

Next Story

Umberto Eco: Ölüm cezası üzerine diyalog

Latest from Felsefe

Nietzsche

FRIEDRICH NIETZSCHE: Felsefede “Akıl”

Felsefede “Akıl” 1 Soruyorlar bana, nedir filozoflardaki bütün bu alerji diye?… Sözgelimi tarih duygusu eksiklikleri, oluşun düşünülmesine bile duyduktan nefret, Mısırcılıkları.[17] Bir davayı tarihsellikten
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ