Ne denli zordur bir facianın üzerine bir şeyler yazmak. Soma’nın enkazı yüreklerimizde bütün acılığıyla dururken, dün Ermenek’te yaşanan dram ve umutsuzca bekleyiş.

Doğrusu isyanımı kendime fısıldamak mı? Ağaçlara, göğün maviliğine belki de…Çünkü yanı başımdan görmeden, duymadan geçiyor kalabalıklar. Caddeler, sokaklar tıka basa onlarla dolu; ama hiç umurlarında değilmiş gibi kayıtsızlar. Yoksulluğumuz bundan biraz.

Dile gelmeyecek dramatik şiirleri var her birinin. Kendilerine böyle bir şiir yazıldığının farkında olamayacak kadar yerin derinliklerindeler. Kimi bir gün önce işe başlamış, diğeri yeni doğmuş oğlunu koklayamamış, bir başkası da yüzme bilmiyor; sağdan soldan gelecek su baskınlarına hazırlıksız. Aslında hiçbirinin bir hazırlığı yok hayata dair. Öylesine nefes almak bütün erek.

Önümde bir resim. Zonguldak madeninde yıllarını harcamış babasının baretinden kendi hayatına bakan liseli bir kızın resmi. Ev ve aile ışıkta, baba karanlıkta. Hayatın ona sunduğu şans bu kadar. Diğerlerini aydınlığa taşırken, hiç tanımadığı insanları sıcak tutarken, kendisi karanlık ve soğuk bir delhizde. Yarışmada birincilik almış bu resim. Yaşanılan dramlar bir resme, türküye mal olunca bir şey oluyor. Kendi başına yeterince anlamlı değil çünkü. Sonra aynı resim Soma’dan sonra daha bir anlamlandırıldı insanlarca. Çünkü burada yaşanılan acı tarifsizdi, ardından gelen derin sessizlik de…

Tam da bu noktada düşüncelere daldım, binlerce madencinin kaderci yaşamını, sessizce, tevekkülle bekleyişini… O karanlık tünelden girildikten sonra ölümle yaşam arasındaki çizginin soğan zarı misali inceliğini. Onlara reva görülen yaşamın bedbahtlığını. Ölüm kapıyı bu kadar kolay mı çalmalı?

Bir yazıda okumuştum. Soma’nın, Ermenek’in, Kobane’nin, Filistin’in, Suriye’nin, Irak’ın üstüne hep yağmur yağıyor diyordu. Ben de insanlığın acı yağmurları akıyor demek isterdim. Her yere, her şeye. Elimizde kalıyor insan-dışılık bütün kötücül yaşanmışlıklarıyla…

Umut! Her zaman var… Tıpkı Kemal Özer’in enfes mısralarındaki haykırışında olduğu gibi:

“Zonguldak, Soma, Ermenek
Yerin derinliklerinden geldiler
Ellerinde susmak bilmeyen bir yeraltı güneşiyle
Ne kadar diplere bastırılsa
O kadar boğulmak bilmez yankısıyla yüreklerinin
Ağır ağır geldiler
Sonra hergün geldiler artarak geldiler
Kadınları çocukları ve alkışlarıyla
Yoğurt mayalar gibi geldiler
Pişkin ekmekleri bölüp de paylaşır gibi
Su gibi ateş gibi
Her gün yeni ağızlar eklendi ağızlarına
Yeni yollarla tanıştı ayakları
Her gün yeni kabuklar çatladı
Yeni kulaklar işitmeye başladı söylediklerini
Bir kent oldular sonunda
Ve adını değiştirdiler ülkenin”

Previous Story

Walden – Ormanda Yaşam – Henry David Thoreau

Next Story

Peynirin gizemli dünyası

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ