İnsanı Aramak / Ellerin Dili 2 – Nejdet Evren

?Doğal seçmecilik? insanı bir biyolojik tür olarak tanımlamaya ve onu diğer canlı türler arasında ve ilişkilendirerek empirik yöntemlerle yerini belirlemeye, bunu yaparken tüm ön-yargılardan uzaklaşmaya yönelik bir çalışma/veri sunmaktadır. Elde edilen verilerin sosyal/tarihsel/politik insan tanımı ile toplumlara uyarlamaya yönelen mantıksal pozitivizm ?Viyana okulu- temsilcilerinden T.H.Huxley gibi düşünürlerin ?yeni dünya? dedikleri ilkel ve modernitenin kıyaslanmasına, birinden diğerine üstünlük sağlanmasına yönelik yaptıkları alfa, beta, gama sınıflandırmalarının Darwin?in evrim teorisinin saptırılmasına neden oldukları göz-ardı edilmemelidir.

Pozitiviz bilimi göklere çıkartarak ona ayrı bir don biçmek istemiştir; bilim tarafsızdır, çünkü bilim objektif davranır; buna, bunu söyleyenler ne kadar inanmıştır? Bilim insanı -ki nedense hep bilim adamı deniyor, sanki bilim adamların işi, kadınlar, homo seksüller, bi-seksüeller bilim yapamaz gibi- ne kadar bağsızdır? teknolojinin verileri ve maliyet değerlerini kim karşılamaktadır? ve bunun karşılığında bilimsel çalışmalardan neler beklemektedir?

Bilimsel özerklik ile bilimsel çalışmaların tarafsızlığı neredeyse aynı kavşakta buluşan iki ayrık yol gibidirler. Kavşağın tümünü ise bilimsel etik kuşatır. Bilimlerin etiği, özerklikleri ve taraflılık/sızlıkları ile sıkı bir etkileşim içerisindedir. Tüm bilimsel çalışmalar düşüncenin yoğrulmasına/yoğunlaşmasına göre biçimlenir; yoğrulmamış düşünce hamdır, işlenmesi gerekir. Düşüncenin işlenme biçimi verilerin değerlendirilmesi ve varılan sonuçları doğrudan etkileyen ögedir. Düşünceyi biçimlendiren ögeler aynı zamanda bilimsel çalışmaların da sınırlarını/sınırsızlıklarını, özerkliğini/kuşatılmışlığını belirleyen en temel unsurdur. Düşünce kendi içinde özerk olamadığı sürece çoğu kez tüm faaliyet/eylem alanlarında özgür olduğu kanısı/sanısı içinde davranır ve yakınmaz. Düşünceyi sansürleyen kendisidir. Bilimlerin etiği uğraş alanlarındaki vardıkları sonuçların neye hizmet ettikleri/neyi korudukları/neyi hedefledikleri ile belirlenir. Bunu belirleyecek olan da yine o uğraşı içindeki bilge kişiler olsa gerek. Kaf Dağı?nın ardındaki bilgiye ulaşmak gerektiği yönünde bilimsel çalışmaya ışık tutan ön-görü/özendirme/özerklik onun keşfine engel olmasa da/olamasa da yer ve zamanını tayin etmek konusunda karar vermeye yetkin değildir. Maddenin temel taşı olan atom çok öncelerden bilinmekteydi ve onun parçalanabileceğine ilişkin keşif/tesbit/pratik öyle bir yer/zamanda ortaya çıkacaktı ki; ardılında Hiroşima ve Nagazaki?nin hayal-et-leri kalacaktı geriye…Burada çok ince bir çizgi vardır; tül gibi ardılını/arkasını gösteren; varla yok gibi; bu tül, bilim insanının kendisidir.

Bilgiye ulaşma isteği ile bilimin etiği bir-diğerini zorlayan/törpüleyen/bir diğerine göre kendisine yer açmaya çalışan çatışık iki olgudurlar. Bilgiye duyulan merak bu isteği sürekli canlı tuttuğu gibi buna ulaşmaya çalışan kişinin yargılarını olumsuz yönden etkilemeye hazır bir denek taşı görevini yerine getirir ve bilme isteğini sürekli özendirir. Bilgiye ulaşmak için izlenecek yol/yöntemin, amaca götüren tüm yolları meşru/etik görüp görmemeye bağlı olarak etiksiz/etiksizleştirecek iki ayrı olgulardır. Bilimin etiği/bilimsel çalışma yapanın etiği ile örtüşür. Bilim kendisini üreten bilgilerin dışında soyut bir varlık değildir. Bilinmeyenlerin sonsuzluğu bilgiye duyulan açlığı sürekli canlı tutar. Bilimsel çalışmaların iyisi/kötütü, doğrusu/yanlışı olmaz, bunlar ancak o olguların keşfinden sonra ortaya çıkacak durumlardır denebilir. Ancak, bilim insanı salt bilgiyi arayan, olguyu keşfeden kişi değildir; o, aynı zamanda ön-görebilen kişidir. Bilimsel çalışmanın etiği bu ön-görüde gizlidir.

?İnsan, yeryüzünün her yanına yayılmış ve ardı arası kesilmeyen göçleri sırasında, en değişik koşulların etkisinde kalmıştır. Bir yarıkürede Ateş Ülkesini, Umut Burnunu, Tasmanya?yı ve öbür yarımkürede Arktik bölgeleri yurtlanmış olanlar, bu günkü yurtlarına varmadan önce, bir çok iklimden geçmiş ve yaşama alışkanlıklarını bir çok kez değiştirmiş olmak gerekir. İnsanın ilkel ataları da, öbür hayvanları gibi, geçim araçlarından daha çok çoğalma eğilimi göstermiş ve bundan dolayı, arada bir, varolma savaşının ve onun sonucu olarak da, amansız doğal seçme (natural selection) yasasının etkisine uğramış olmalıdır. Böylece, her türlü yararlı değişim, ya arada bir ya da sürekli olarak, saklanmış ve zararlı olanlar ayıklanmıştır…İnsan bugünkü en kabasaba durumunda bile, şimdiye kadar yeryüzünde görünmüş en başat (dominant) hayvandır. (1)

Ayakların sesi, diyalektik süreçte ellerin dili olacak ve ilk aletiyle insan taşı yontup, madeni işlemeye başlayacaktır. İnsan kendini yaratmaya başladıktan sonra bir tanım ile doğaya her türlü katkı diğer tanım ile yabancılaşma denilen kültürel bir birikim ile bir yandan yetkinleşirken diğer yandan da kendini aramayı sürdürecektir. İnsan yeryüzünde var-oldukça ne olduğunu her yönden tartışacak/irdeleyecek ve iyisi kötüsüyle kendini orta yere koyacaktır. Bunu belki de sözde değil eylemde/öz-de insan olmak için yapacaktır. Sir C. Bell ?…şöyle demektedir: El, bütün araçların yerini tutar, ve zeka ile birlikte, insana evrensel egemenlik bağışlar. ? ve Darwin sözü alarak der ki; ? Oysa eller ve kollar, eskiden olduğu gibi, hareket etmek ve vücudun bütün ağırlığını taşımak için kullanılsaydı, ya da,..özellikle ağaçlara tırmanmaya uyarlansaydı, silah yapımına, ya da taşı ve zıpkını tam amaçlanan noktaya atmaya elverecek kadar yetkinleşemezdi. Böyle kaba işlemler, ellerin ince işler için kullanımının büyük ölçüde bağlı olduğu dokunma duygusunu da köreltirdi…Eller tutmak için yetkinleşirken, ayakların taşımak ve hareket etmek için yetkinleşmesi, bütün hayvanlar aleminde geçerli olan fizyolojik işbölümü ilkesine uymaktadır.? (2)

Tarihsel bellek ve zemin bulduğu kişisel zihin olmadan bilinç var olamazdı. Bilinç, bellekteki bilgilerin kullanılmasından/tercihlerin yapılıp-sıralanmasından ve eyleme dönüştürülmesinden başka nedir ki? İkiyüzelli milyon yıl öncesine geri döndüğümüzde bilinç denilen olgu yoktu. Doğal türler var olma savaşımlarını kendince vermekteydiler. İnsan türü de diğerlerinden pek farklı değildi. Sayısal olarak insan çok az ve sınırlıydı. Türün sürdürülmesi için gerekli doğurganlık oranı, büyüme zamanı yönlerinden diğer türlerden daha az yaşama şansına sahip görünmekteydi. Ormanda, besin zincirinin bol olduğu dönemlerde bir sıkıntısı olmayan bu tür, çölleşmeye başlayınca/kuraklık dönemi ile birlikte orman dışına sürüklendi. Çırıl-çıplaktı. Yıldırımın yaktığı ağacın gizemli ateşini mağarasına taşıdı, sonra onu denetimi altına aldı. Sürekli avlanarak günü-birlik yaşamak yerine avladığı hayvanları bir çit ile çevreledi ve istediğinde avlayacağı bir denetimli yapı oluşturdu. Bazı türlerin evcilleştiklerini gördü. Toprağın yapısını değiştirdi, taneli bitkileri işledi, çoğalttı, bir kış mevsimini geçirebileceği birikimi yarattı. Çanak, çömlek ile ateşin,toprağın renkli dansını ve şekil değiştirmesini gözlemledi, madenlerin şekillendirilmesi ile yeni aletler geliştirdi; tüm bunları aktaracağı ortak bir dil yaratmak zorundaydı ve bunu önce çivi ile tabletlere işledi; imgeler önce temsil ettikleri nesnelerin şeklinde iken giderek soyut biçimlere dönüştüler; dil doğumunu muştulamaktaydı. İnsan dil ile doğdu. Bilinç insan türünün ortak dilidir.

?En aşağı balıklardan biri ile en yukarı maymunlardan biri arasında, bir maymun ile insan arasındakinden çok daha büyük bir zihin gücü farkı olduğunu da kabul etmeliyiz; ne var ki, bu açıklık sayısız aşamalarla doldurulmaktadır.? (3) ve ?…insanın zekice yaptığı işlerin çoğunluğu, sağduyunun değil, benzemenin (imitation) sonucudur; ama insanın eylemleri ile aşağı hayvanların eylemlerinin çoğu arasında şu büyük fark vardır: insan, benzeme gücü ile, örneğin bir taş baltayı ya da kayığı, ilk denemesinde yapamaz. İşini yapa yapa öğrenmesi gerekir.? (4)

Ellerin dili insanın eylemselliğidir; sonuç doğuran ve yaratan… ?İnsan? sosyolojik bir olgudur/canlıdır. Tarihsel-kültürel birikimin sonucunda türler arasından farklılaşan, doğa güçlerini denetimi altına alarak her koşulda türünü sürdürmeyi başaran bir canlıdır. İnsanı insan yapan olgu, abartısız olarak imgesel düşünme yeteneğini geliştirip, dil/konuşmayı yaratmasıdır. İnsan, biyolojik olarak evrimleşme sürecini henüz tamamladığında, kültürel/insanlaşma sürecinin emekleme aşamasındaydı. Gordon Childe şu tesbitte bulunmaktadır, ? Homo Sapiens iskeletlerinin jeolojik kayıtlarda ilk ortaya çıkışında, aşağı yukarı 25.000 yıl önce, insanın vücut gelişimi artık durmuştu, oysa kültürel gelişimi henüz başlamaktaydı.? (5)

El-ayak-dil-göz-beyin diyalektiğini şekillendiren doğal belirlemeciliğin etkileri yazıyla anlatılmaya başlanınca, önceleri sözlü olarak aktarılan kültürel mirasın kalıcı bir yöntemle aktarımı sağlanmış ve bu şekilde olguları temsil eden imgeler, kuşaklar-arası uzlaşmayı doğurmuştur. Bu durum, giderek olgudan soyutlanan imgelerin, düşün-selini zenginleştirmesi ile karşılıklı ve diyalektik bir etkileşmenin/çoğaltmanın zeminini hazırlamıştır. Düşünce/idea çıktığı olguya yönelmiş ve ?yaratıcı aklın sentezi? ni kullanarak olgu ile iç-içe geçmiştir. Olgu ve insanın karşılıklı etkileşimleri/tepkileşimleri bu sayede hız kazanmıştır. Tam bu noktada Gordon Childe şunu vurgulamaktadır; ? Demek ki, insanın gelişmesine katkıda bulunan gelişim aşamaları gerçekte hem birbiriyle hem de insanın kendi oluşturduğu kültürel değişiklik ve gelişmeyle yakından ilgili ve bağlantılıdır.? (6)...? Gerçekten de dil, özü açısından sosyal bir üründür; sözcükler ancak bir toplum içinde ve bu toplumun üyeleri arasında sessiz bir anlaşma yoluyla anlam kazanır ve nesneleri ya da olayları ifade eder.? (7) Bu tespitler, ?Kendini Yaratan İnsan? tanımı ile birebir örtüşmektedir.

?Çağ? denilince yüz-yıllık bir zaman dilimi çağrışım yapmakta ise de, arkeologlar için bu ifade on-bilerce yılı içermektedir. Uygarlaşma sürecindeki insan topluluklarının ?üretim biçimleri?ne göre oluşturdukları kültürel dokuya ilişkin yazılı kalıtları yaklaşık 5 bin yıllık bir geçmişe ışık tutmaktadır. Oysa ki, o dönemde ?insan? tür olarak biyolojik evrimini tamamlamış bulunmaktaydı. İnsanın bu aşamaya gelmesi için geçen yaklaşık 500.000 yıllık karanlık dönemde neler olmuştu? Bu soru paleontologların, jeologların, antropologların, arkeologların ve tarihçilerin eldeki objektif verilerle fantastik dünyaları/düşlemleri ve metayı zorlayan akıl yürütmeleri ile açıklanmaya/aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Yazılı dönemin daha önceki döneme göre kısalığı/genç oluşu bu dönemdeki kültürel sıçramayı göz-ardı etmek için bir neden değildir. ?Kandini Yaratan İnsan? adlı eserinde Gordon Childe, insanlaşma sürecinin anlaşılabilmesi için doğal süreçlerin bilinmesine ve asıl olan ?kültürel tarih? in ?üretim araçları ve ilişkileri? ne koşut nesnel/objektif diyalektik etkileşimlerin önemine vurgu yapmaktadır.

Uygarlık kendi yatağında akar; bir o yana bir bu yana çekiştirmekle akışına engel olunamaz. Bu akış içerisinde ?politik tarih? yaklaşımı yerini daha bilimsel olan ?kültürel tarih? yaklaşımına bırakmış ve bu sayede insanın öz-geçmişini doğru değerlendirerek ?aynı denize akan ırmaklar gibi- toplumların kucaklaşabilmelerine ön-ayak olunmuştur. Kültürlerin renkli dansına ise diyecek yoktur.

Günümüz insanları için çok sıradan görünen bir kısım ?en basit araçların- balta, bıçak, çapa vs. oluşum/üretim biçimleri ve süreçleri kayda değer bir emek/zamanı gerektirmiştir. Bu değerin biliniyor olması ile bilinmiyor olması arasındaki fark ise, uzay teknolojisinin gerek ve kullanım biçim ve amacının biliniyor olup olmaması ile tüm bilimsel çalışmaların anlam ve öneminin biliniyor olup olmamasıdır; süreçlerin/yaşanmışlıkların kendileri bile ibret vericidir/heyecanlandırıcıdır/özendiricidir; ki, çanak-çömlek denilip beş-para etmez sanılan çömleğin Neolitik Döneme damgasını vuran toplumsal üretimin en önemli öğesi olduğunu bilmek gibi… Gordon Childe diyor ki; ?Çömlek sanatının yapıcı niteliği insan düşününde tepki yarattı. Çömlek yapımı insan yaratıcılığının önemli bir ürünüydü. Kil hamur iyice plastikti, insan dilediğince bu hamuru yoğurabilirdi. Oysa taş ya da kemikten bir alet yaparken nesnenin biçimi ve boyutuyla sınırlıydı; bu nesneyi ancak parçalar kopararak biçimlendirebilirdi. Oysa çömlekçinin işinde böyle bir sınır yoktur. Hamurunu biçimlendirir, eklemlerin sertliği ve dayanıklılığını umursamadan dileğince hamuruna yeni parçalar ekeler. ?Yaratıcılık? , olmayan bir biçimin elle yaratma süreci yinelenerek, insan düşününe girmesi demektir.? (8)

Yazan: Nejdet Evren
Nisan 2010, Batı

KAYNAKLAR
(1) İnsanın Türeyişi, Charles Darwin, Onur Yayınları Beşinci Baskı, Ekim 1985, Öner Ünalan çevirisi, S:58/59

(2) Age, S: 62/63
(3) Age, S: 79
(4) Age, S: 82

(5) Kendini Yaratan İnsan, Gordon Childe, Varlık Yayınları, Dokuzuncu basım,2007, Filiz Ofluoğlu çevirisi, S:32
(6) Age, S: 26
(7) Age; S: 28
(8) Age, S: 72

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir