konstantiniyye-oteliCervantes’ten beri roman okuruz. Aslında hikayelerle olan ilişkimiz çok daha eski tarihlerden gelir. Destanlar, masallar, hatta mağara duvarlarına çizilen resimler var. İnsanın günlük hayatı ve içinde yaşadığı toplulukla ilişkisi değiştikçe, onun hikayesini anlatma yolları da değişti.

Ve elbette hayatın değişmeyen yönleri gibi, anlatının da değişmeyen yönleri devam etti. Biliyoruz ki, iyi romanlar insanları kabaca “iyiler ve kötüler” diye ayırmıyor. Sadece Don Kişot gibi hayalci, serüvenci, diğerkam kişileri veya Sanço gibi hesapçı, temkinli, kurnaz kişileri somutlaştırmakla yetinmiyor, romanlar. Belki bundan daha çok, her kişinin içindeki serüvenciliği, hesapçılığı, diğerkamlığı ortaya çıkarıyor.

Marquez gibi, Yaşar Kemal gibi romancılar sayesinde, insan topluluklarını da birer kişilik gibi algılayabildik. Topluluklar, kendilerini oluşturan kişilerden, onların toplamından farklı birer özne olarak beliriyor.
Bazen tek tek bireylerin içine sığmayan acımasızlıkların, kötülüklerin eyleyeni oluyor, “toplum” denen şey. Bazen roman kahramanımızın elini kolunu bağlayan, özgürlüklerini kısıtlayan bir varlık, bazen de o sırada yaşamakta olan kişilerin kaybettiği eski erdemlerin, kadim değerlerin sürdürücüsü.

Açıklamadan anlatılan büyük konuları Dostoyevski gibi ustalardan öğrendik. Kısa bir söz veya minik bir hareket aracılığıyla, insanın içinde kopan fırtınalara tanıklık ettik. En akıl almaz tercihlerde bulunan insanların, öyle davranmalarına neden olan buz gibi gerekçeleri gördük.

Zola’dan, Jack London’dan, Saramago’dan biliyoruz; roman yazmak, daha güzel bir dünya için mücadele etmenin yollarından biri. Bir okura, içinde yaşadığı hayatı biraz uzaktan göstermek; insanlara bildikleri konuları biraz daha farklı açıdan anlatmak; kanıksanmış yargılarla ilgili bir şüpheye neden olmak… Bir el uzanıp yakamıza yapışırcasına, omzumuzdan tutup sarsarcasına etkileyen, hayata müdahale eden romanlar biliyoruz.

Kafka sayesinde, Milan Kundera sayesinde kavradık; felsefenin ve bilimin yerine geçmez edebiyat (sanat), ama onlar gibi bir düşünme yolu. Ne yaşadığımızı anlamadan yaşayıp gitmekle ne okuduğumuzu anlamadan bir romanı bitirmek arasındaki ilişkiyi fark ettik.

BİZİM OTEL

Konstantiniyye Oteli. Otelimiz. Bir süre konuk olup gideceğimiz dünyamız. Birkaç yüzyıldır, birkaç bin yıldır, kısacık zaman dilimleri içinde birbirini etkileyen, birbirine değen, birbirini görmeyen onca hayat. Livaneli’nin romanı. Romanımız.

İstanbul’da bir otel bu. Eski bir Bizans sarayının kalıntıları üzerine inşa edilmiş. Derinlerdeki altyapının üzerinde yükselen yabancı ortaklı bir işletme. Bu çok lüks otelin açılış gecesini anlatıyor roman.

Romanın başı ile sonu arasındaki süre birkaç saat. Geceye katılan 300 davetli, masalara dağılmış oturuyorlar, kalkıp dolaşıyorlar, birbirlerini gözlüyorlar. Çoğu, bir anlamda kendini pazarlamak için çırpınıyor; yeni ilişkiler geliştirmek, ticari fırsatlar yakalamak, haklarında oluşmuş olumsuz kanaatleri çürütmek derdindeler.

Sermaye sahibi olmadığı halde o dünyada kendilerine yer edinmiş konuklar da var. Bilim insanları, haberciler, bürokratlar; içinde yaşadıkları dünyaya sağladıkları “fayda”nın derecesine göre ulaştıkları “başarı”larıyla, varlıklarını sürdürenler. Aynı “başarı” ile toplumu yozlaştıranlar; yani sınıfsal ve kültürel bağlardan kopuk bir hayat yanılsaması yaratanlar.

Ve bu yozlaştırma işlemlerinin hedef kitlesinden insanlar da orada. Masaların arasında dolaşıyorlar, konuşmaları dinliyorlar, soruları yanıtlıyorlar. Otelin açılış gecesine davetli değil, görevli onlar; garsonlar, temizlikçiler, aşçılar.

Masalardaki sohbetler sayesinde davetlilerin hayatlarına tanık oluyoruz. Aynı şekilde, davetli olmayan kahramanların hayatına da uzanıyoruz. Roboski’yi görmemek için, onlarca yıldır katledilen insanları görmemek için bu kez gözlerimizi kapama fırsatı bulamıyoruz. Yok sandığımız, hapishanelerde büyüyen insanları tanıyoruz. Taksicilerin dertlerini, aklına ikide bir günah düşen müminleri, IŞİD’e katılmak için para biriktirenleri, din engelinden dolayı bir araya gelemeyen sevgilileri, fırsatçıları, yüreği kararmışları, Gezi Parkı’ndaki yiğit gençleri, güzel insanları… İnsanları görüyoruz.

Hatta otelin üzerine inşa edildiği bölgedeki mezarlıklar, yüzlerce yıl önce yaşanmış olaylar, hırslar, mücadeleler, İstanbul’un binlerce yıllık tarihi de görüş alanımıza giriyor. Çeşitli kahramanları, halen yaşayan ve eskiden yaşamış insanları ile, bunların bir araya gelmesini aşan varlığıyla, roman kahramanı olarak İstanbul’u okuyoruz.

BİZİM PINAR

Feridüddin Attar’dan beri, Binbir Gece Masallarından beri; daha roman diye bir edebiyat türünün bulunmadığı tarihlerden beri tanıdığımız bir anlatı biçimi bu. Birkaç saatlik hikayenin içinde ilerlerken, anlatı çeşitli kollara ayrılıyor. Kimi açılış gecesinin yaşandığı günlerdeki memleket hikayelerine doğru yol alıyor, kimi geçmiş yüzyıllara, kimi de gelecek yıllara. Ana yoldan ayrılan bu yan yollar bazen birdenbire genişliyor, akıp gidiyor. Yokuşlar, canavarlar, hüzünler çıkıyor karşımıza.

Her bir hikaye kolu, sadece kendi başına da var olabilecek nitelikte. Marquez’den, Dostoyevski’den, Zola’dan beri alıştığız tatların bir kolajı gibi. Mağara duvarına ilk kez bizon çizildiği günden beri iç içe yaşadığımız acıların bir galerisi. Ayrı ayrı da ilerlese, bu anlatı kolları derinlerden bağlı birbirine.

Son sayfasını da çevirip kitabın kapağını kapayınca, başınızı kaldırıp uzaklara bakıyorsunuz. Hemen kalkıp otelin bulunduğu Sultanahmet’e gitmek geliyor içinizden. Orada oteli bulamayacağınızı biliyorsunuz, ama bir pınar göreceğinize eminsiniz.

Küçük bir dere oluşturmuş, çağıldıyor pınar. Çeşitli kollara ayrılıyor. O küçük derede değilse de, ondan ayrılan kollarda yüzebilirsiniz. Yüzünüze sıçrayan damlalar sizi serinletir. Bazı damlalar da yüreğinize çarpar, yakar!

Kim bilir yeryüzünün hangi katmanlarından, hangi zamanlarından geçip oraya ulaşmıştır o damlalar. Ve her bir damlada, içinden süzülüp geldiği katmanların tadı kalmıştır. Burukluğu kalmıştır.

Zafer Köse
zaferxkose@gmail.com

15/10/2015, Cumhuriyet Kitap

Previous Story

Rusya’nın Ortadoğu’ya inmesinin 10 sebebi – Akdoğan Özkan

Next Story

Nazım Hikmet’in televizyonda yaptığı konuşma görüntüleri

Latest from Makaleler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van

George Orwell’a ilham veren kitap: Biz

George Orwell‘ın 1984’ünü neden sevdiyseniz, Yevgeni Zamyatin‘in Biz‘ini sevmeniz için en az 1984 kadar nedeniniz var. Üstelik Biz, 1984’ten çok daha önce, 1920 yılında
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ