İsyan Toprakları / Türkiye’nin Unutulmuş Halkları Arasında – Christopher De Bellaigue

İsyan_topraklarıElinizdeki kitap Varto’dan başlayarak, bu topraklarda yaşamış azınlık halkların çok geniş bir dönem aralığında yaşadıklarını ve mücadelelerini aktarıyor.
“Türkler, ülkelerinin bu kısmının modern tarihi hakkında şaşırtıcı derecede az yazdılar. Çünkü 19. yüzyılın sonlarından bu yana geçen dönem tarih olarak değil, siyaset olarak görülüyor ve biraz aklı olan herkes siyasetten uzak duruyor […] Yakın geçmişi keşfetmek istiyorsanız bunu onların kitaplarıyla dolu bir kütüphanede yapmayın, yoksa olanlar hakkında epey tuhaf bir fikre sahip olursunuz. Dışarı çıkın, açık havaya.”

Türkiye’ye 1995’te muhabir olarak gelen Christopher de Bellaigue, uzun yıllar burada kalır. Edindiği bilgilerle New York Rewiev of Books için 19. yüzyılın sonlarından Atatürk Türkiyesi’ne kadar olan dönemle ilgili bir yazı kaleme alır ve kendisini Kemalist olarak tanımlamaya başlar; ta ki Cumhuriyet’i ve Atatürk reformlarını öven yazısı, Harvard’da Ermeni Çalışmaları profesörü olan James Russell’dan eleştirel bir yanıt alıncaya kadar. Yazar bildiklerini ve kaynaklarını sorgulamaya başlar; Türkiye’deki azınlıklarla ilgili çok az ve taraflı bilgi sahibi olduğunu fark edince daha fazla şey öğrenmek ister. Ancak bunu kütüphanelerde kitap karıştırarak yapmak yerine bu halkların yaşadıkları topraklara gitmeye karar verir ve Varto’yu seçer. Elinizdeki kitap Varto’dan başlayarak, bu topraklarda yaşamış azınlık halkların çok geniş bir dönem aralığında yaşadıklarını ve mücadelelerini aktarıyor.

Kitabın Künyesi
İsyan Toprakları
Türkiye’nin Unutulmuş Halkları Arasında
Christopher De Bellaigue
Çeviren: Ersel Ege
Orijinal Adı: Rebel Land. Among Turkey’s Forgotten Peoples
İletişim Yayınları
1. baskı – Şubat 2016
312 sayfa

İçindekiler
TEŞEKKÜR
ADI GEÇENLER
Türkiye ve Komşularının Haritası
ÖNSÖZ
Ayna
Varto Bölge Haritası
Şekillerin Sonsuzluğu
Varto İlçe Haritası
İsyan Toprakları 
Newala Ask Katliamı 
Büyük Adam
Mehmet Şerif Fırat’ın Ölümü
Gümgüm!
Grev Kırıcı
Varto Kuşatması
Derin Devlet
Yüzbaşının Zaferi
SONSÖZ
Gümüş Kemer
KAYNAKÇA

TEŞEKKÜR
İsyan Toprakları’nı araştırırken ve yazarken çeşitli ülkelerden
bir grup insanın yardımını aldım. Kitabın bölümlerine konu olduklarından,
onların çoğuna olan borcum aşikârdır. Yine, zamanını
ve yardımını esirgemeyen aşağıdaki isimlere de son derece
minnettarım.
Eyüp Akbal, Ruşen Arslan, Murat Aydın, Nazım Aykal, Negar
Azimi, Ina Baghdiantz-McCabe, Faruk Balıkçı, Barış Balıkkaya,
Hasan Balıkkaya, İsmail Balıkkaya, Rıza Balıkkaya, Türkan
Balıkkaya, Eric de Bellaigue, İsmail Beşikçi, Hüseyin Bingöl,
Fuat Değertaş, İsmet Demirdöğen, Samvel Felekyan, Behçet
Fırat, Haydar Fırat, Ümit Fırat, Salpi Ghazarian, Deniz Gündüz,
Armen Haghnazarian, Hasan Ali Karasar, Burhan Kaya, Harun
Kaya, Enver Konukçu, Fergin Melik, Violet Mooradian, Cemile
Özkaya, Hakkı Özkaya, Hamdi Özyurt, Dennis Papazian, Sait
Sever, İsmail Sever, Mehmet Emin Sever, Şerif Sever, Norman
Stone, Brian Sarookanian, Faysal Taş, Cemal Teker, Cristine
Ter-Hovanessian, Orhan Tural, Davud Vartaniyan, Ali Rıza
Vural, Halis Vural, Barış Vural, Remzi Yalçın, Hüsnü Yurtsever,
Mümtaz Yurtsever, Amberin Zaman, Armineh Zeitounchian.
Ben ve Yeşim Holland, Amberin Zaman ve Joseph Pennington,
Steve Bryant ve Hande Çulpan’a Türkiye’deki pek çok ge-
cede misafirperverlikleri için müteşekkirim. Bana değişmeyen
bir nezaket ve anlayışla yaklaşan Türkiye’nin Ankara’daki yabancı
basın müdürlüğü memurlarına ve onların İsyan Toprakları’nın
çoğunu yazdığım İran’daki mevkidaşlarına minnettarım;
Mohsen Moghadaszadeh ve ekibine teşekkür ederim. Yazarken
çok zaman geçirdiğim ve az uyuklamadığım Tahran’daki
İngiliz Acem Çalışmaları Enstitüsü [British Institute of Persian
Studies] çalışanlarına da ayrıca minnettarım ve sayelerinde
2008’de yazmayı bitirebildiğim, Oxford’daki St Antony’s College’da
Alistair Horne Cemiyeti [Alistair Horne Fellowship] komite
üyelerine de aynı şekilde.
İsyan Toprakları’na başladığım zamanki temsilcim David
Godwin ve bitirdiğim zamanki temsilcim Peter Straus ve editörlerim
Bloomsbury’den Michael Fishwick, Penguin’den Vanessa
Mobley ve Inigo Thomas, Beck’ten Detlef Felken ve Jonathan
Beck, bana ve bu kitaba olan inançları için teşekkürü
hak ediyorlar. Anna Simpson ve Margaret Stead kitabın yayı-
na hazırlanmasına çok değerli uzmanlıklarıyla katıldılar. Kendi
yayınevi muhtelif Türkiye sehayatlerime sponsor olan ve New
York Review of Books’ta uzun süredir editörüm olan Robert Silvers’ın
dostluğundan her zaman faydalandım. Granta 94’te George
Bowater mahlasıyla We Have No Minorities [Bizde Azınlık
Yok] başlığı altında kitaptan alıntılar yayımlayan eski Granta’lı
Ian Jack’e ve Eylül 2007 sayısında There is no East: Reading
Orhan Pamuk [Orhan Pamuk’u Okumak] başlıklı Orhan Pamuk
portremi yayımlayan Harper’s’dan Roger Hodge’a da ayrı-
ca minnettarım.
Norman Stone, Ben Holland ve Amberin Zaman son taslağı
okuyup önerilerde bulunma nezaketini gösterdiler. Kitabın içeriğine
ilişkin bütün sorumluluk yalnızca bana aittir.
En önemlisi, aileme teşekkür ve sevgilerimi sunuyorum: Bita’ya,
Jahan’a ve Kiana’ya.

ÖNSÖZ
Ayna
Muş’ta bir otel odasında durmuş aynaya bakıyorum. Sağanaktan
kaçıp içeri girdim ve aynanın önünde duraksadım. Pürüzlü
ve lekeli bir ayna bu ve sunduğu görüntü, saçları parlak bir
alnın üzerinde sırılsıklam arabeskler halinde dolaşmış, genç-
likle orta yaş arasında bir yerlerde donup kalmış bir adam, hoş
bir görüntü değil. Bahar yağmurunun damlaları burnumdan
kederle akıp gidiyor; kızarmış mahcup suratım, yoğun biçimde
buğulanarak gri bir haleyle meshediyor görüntüyü. Beni rahatsız
eden, tam anlamıyla sırılsıklam olmanın etkisi veya gözlerimdeki
halsizlik değil, bir havlu, bir kıyafet değişikliği ve
iyi bir gece uykusuyla giderilebilir bunlar; beni rahatsız eden,
önümdeki görüntünün kendime dair hayalimden bu kadar
farklı olması. Bu aynı eski otelin aynı pis odasında, bu aynanın
önünde son durduğumdan beri yalnızca altı yıl geçmiş, ama bu
altı yıl içinde, olgunluğun gelişini gösteren ve şimdi akıl almayacak
kadar çok görünen o geçiş, yenilgi ve ayinlerle dolup taş-
mışım. Kızarmış, kabarmış, yağmurla ıslanmış çehremdeki kara
buluta dikkatle bakarak, dışarıda, Muş sokaklarındaki insanların
da görmesi gereken yozlaşmayı şok içinde görüyorum.
Yabancılara verdikleri bu 205 numaralı odada son kalışımda,
vaktinden önce serpilmiş bir genç adamdım. O zamanlar dış
haberler muhabiriydim ki şehvet düşkünlüğü yerine merakı ve
belli ölçüde uçarı romantizmi ifade etmesi bakımından gazeteci
olmaktan farklı bir şey bu. Anglosakson liberalizminin savunucusu
Economist adına, muhteşem bir görevle gelmiştim Türkiye’ye.
Özgüven ilkemden umulan tüm ağırlığı ve meşakkatsiz
sürgün yoksulluğunu boş vermiştim. Şimdiyse aynadaki yansı-
mam bana bir koca, bir baba ve bir ipotek alacaklısı olduğumu
söylüyor. Fakat beni –özellikle burada– en çok etkileyen şey,
artık bir Türk olmamam.
Şimdi saçımı kurutuyorum. Kapı çalıyor, yüreğimi hoplatacak
denli. Kim olabilir bu? “Çayınız,” diyor komi, suratsız, sıska
bir arkadaş. Geldiğimden beri beni izliyor, birilerinin ondan
sormasını istediği soruları sorup duruyor bana. “Televizyonun
nasıl çalıştığını göstereceğim,” diye mırıldanıyor içeri dalarken.
Bakışlarımız masaya dağılmış nesnelerin üzerine düşüyor: Bir
kamera, defterlerim ve birkaç kalem, bir cep telefonu ve ana
hatlarıyla bir dizüstü bilgisayar. Kendince CNN’i ayarlayıp televizyonu
açık bırakıyor, sonra banyoya girip kırmızının soğuk,
mavinin sıcak olduğunu belirtiyor. Sonra uysal ve uyuşuk bir
ısrarla kapıda dikiliyor. “Başka bir şey lazım mı efendim?” Televizyonu
kapatıp çantamı karıştırdıktan sonra isteksiz bir nezaketle
birkaç lira uzatıyorum. Ayakkabısının siyah izi banyo
zemininde duruyor, ama getirdiği çay güzel ve sıcak.
Kariyerime yerel bir gazetede muhabir olarak başladığım
Hindistan’dan Türkiye’ye 1995’te bir gönül ilişkisi getirdi beni.
Gönül ilişkisi bitti ama Türkiye gönlümü çeldi. Müslüman
ülkelerle Batı arasındaki kaçınılmaz çatışma aksiyomunu Müslüman,
modern ve neredeyse demokratik sayılabilecek bir ülke
olan Türkiye’de test etmek mümkün olacaktı. Türkiye bir krizden
diğerine koşuyordu: Laik düzenin koruyucuları olan generaller
İslâmcı bir hükümeti devirdi, lira küt diye yere vurdu,
Güneydoğu ayrılıkçı bir kavganın içinde toz dumandı, Türkiye
Avrupalı olduğunu düşünüyordu. Bunlar çevredeki diğer sorunlar
kadar büyük sorunlardı ve hikâyeyi tarafsız şekilde anlatabilecek
fazla muhabir yoktu. Yabancı basının en genç üyesi
olmaktan gurur duyuyordum, dışişleri bakanıyla eşit şartlar-
da konuşabilmekten de. Mat, tozu alınmış başkent Ankara’daki
yerimden; martılar rüzgâra karşı nefes nefese kalırken ve kum
döküntüleri sarmallar halinde İstiklal Caddesi’ni kamçılarken,
akşam güneşi Sinan’ın camilerinin kubbelerinden kayarak Bo-
ğaz’a vurduğunda loş, davetkâr ve baş döndürücü olan İstanbul’a
gitmek için bahaneler arıyordum. Londra’daki kasıntılı
muzafferlerden ari – tavla taşlarını gürültüyle çarpan sigara tiryakisi
yaşlı adamlarla ucuz kıyafetler kuşanmış müşfik kadınların
şehriydi burası. Ankara’dan kalkan gece trenindeki duman
altı yemek vagonunda rakının dozunu kaçırırken; yabani, asi
ve sonsuz derecede büyüleyici bir dünyada, Aşil’in hırpani oryantal
kalkanında yaşadığım için ve en çok da bu dünyaya ayrıcalıklı
erişim hakkına sahip olduğum için kendimi kutladım.
Türklerin sıcakkanlılığı ve misafirperverliğinden başka çok
önemli bir avantajım daha vardı. Türk dilini öncelikle aşktan,
sonra ekonomik nedenlerle diğer muhabirlerin aksine tercü-
man çalıştırmayı tercih etmeyerek ve son olarak üvey ülkem
için duyduğum içten ve samimi ilgiden öğrenmiştim. Bir yıl
sonra Türkçem iyiden daha iyiydi, üç yıl sonra Türk olduğum
sanılıyordu, ta ki kumral saçlarım ve mavi gözlerimle peki-
şen bazı yanlış deyimsel ifadelerim “yarı Türk müsünüz yoksa
Türk’sünüz de yurtdışında mı büyüdünüz?” sorularına sebep
olana kadar. İkisi de değildi. Dil konusunda iyiydim, vurguları
taklit etmede de iyiydim ve iki işte de azimliydim. Her yere
şoför ve tercüman eşliğinde giden diğer muhabirler gibi olmadığım
için gurur duyuyordum. Bu canlı, sosyal dile olan gayretim
sayesinde asimile olmayı başardım. O zamanlar gözlerini
bana diken imge canlı ve dinçti, yaşadığı yeri ve yaptığı işi seven
bir adamın imgesi.
Büyükanne ve büyükbabalarımızın Küçük Asya dediği, bizim
Anadolu dediğimiz büyük dikdörtgen kara parçasının batı-
sında, Türkiye’nin küçük bir bölgesinde yaşıyordum. Türk arkadaşlarım
da öyle. Ulusun modern medeniyete doğru ilerleyi-
şini destekleyen arkadaşlarım, bu batı bölgesinde yalnız başına
yaşamaktan memnun değillerdi. Anadolu’nun uzakbatı ucunda,
Ege kıyılarında tatil yapıyor veya batı istikametinde uçuyorlar-
dı: Roma’ya, Paris’e, New York’a. Biz muhabirlerse iç kesimlere
ve Kürdistan İşçi Partisi’nin, kısaca PKK’nin asker alımlarını artırdığı
ve bağımsızlık için kışkırttığı Güneydoğu’ya doğru ters
yönde seyahat ederek bir istisna teşkil ediyorduk ama bunların
iş seyahati olduğu belliydi. Türk arkadaşlarımın çok azı İç Anadolu’ya
kadar gitmeyi düşünürdü. Batıya yönelmiş büyük gemide
güneşle buluşan köprü herkese açıkken ara güvertede niye
sürünesin ki? Ankara’dan rahat bir gece otobüsüne biner ve ertesi
sabah sahilde uyanırsın, kahvaltıda kaymak yer, Helenistik
kalıntılara göz atarak Yunanistan’a doğru akar gidersin. Seninle
birlikte güneşlenenler arasında PKK veya siyaha bürünmüş İslâmcı
kadınlar –laiklerin nefret dolu dilinde “iki bacaklı karafatmalar”–
neredeydi? Başka bir ülkede, tam yerinde bir cevap
değildi, mezelerden ve yaseminli gecelerden mükemmelen ve
tamamıyla ilgisiz olacak kadar uzakta kalmış bir ülkedeydiler.
Yaşadığım Türkiye, kuşkusuz Kemal Atatürk’ün Türkiyesi’ydi.
Atatürk, cumhuriyeti 1923’te Osmanlı İmparatorlu-
ğu’nun enkazı üzerine kurdu ve on beş yıl sonra öldü. Ölü-
münden altmış yıl sonra hâlâ ülkenin en etkili siyasetçisiydi.
Her yerdeydi Atatürk: Büyük bir mağazanın duvarında dijital
olarak çoğaltılmış devasa fotoğraflarda, bir Türk bayrağı-
nın üzerinde dalgalanan silüetiyle televizyon ekranının köşesinde,
sonu gelmeyen farazi akıl danışmalarda (“Atatürk olsa
ne yapardı?”) ve sulu gözlerde. Arkadaşlarım eleştiriye kapalı
derin bir saygı duyuyorlardı ona. Ben kısmen arkadaşlarımı
gücendirmekten kaçınmak kısmen de rasyonalizm ve agnostisizm
değerlerini paylaştığım için Atatürk kültünü anlayışla
karşılıyordum. Atatürk ve onun mirası, arkadaşlarımın söyledi-
ğine göre, komşu İran’ı dünyanın en cahil ülkelerinden birine
çeviren türden bir İslâm Devrimi ile Türkiye’yi ayıran tek şeydi.
Öne çıkardığı Türk kimliği Kürtler gibi asilerin ayrılıp kendi
devletlerini kurmasını önlemişti. Allah korusun, Türkiye başka
bir İran veya başka bir Yugoslavya olabilirdi!
Ankara’ya döndüğümde, iş güç yok, büyük adamın anıtkabrine
kendi başıma hac ziyaretleri yapardım. Kişisel eşyalarının
sergilendiği galeriden ayrılamaz, frak gömlekleri ve mendilleri-
nin canlılığına, şaşırtıcı derecede zarif ayakkabılarına, düğmelerine
ve iğnelerine ve dünya krallarıyla diktatörleri arasındaki
yerine tanıklık eden imzalı fotoğraflarına bakardım keyifle. Çobanıl
bir otoriterdi Atatürk, ama okul çağında bir İngiliz çocu-
ğu için havalı bir şeydi çobanıl otoriterlik.
Nihayetinde İstanbul’a taşındım. En üst kattaki deniz manzaralı
dairemi bulmak için Avrupa tarafını kafam yukarıda yıllarca
dolaştım ve sonunda buldum. Belki de İstanbul’un en pitoresk
yerinde, Faik Paşa Sokağı’ndan inerken ikinci dirseğin
hemen orada, bir 19. yüzyıl apartmanının alışılmadık dik basamaklarıyla
çıkılan beşinci katta bir chambre de bonne1
idi burası.
İki yoksul aile daireden çıkmak istiyordu. Yirmi sekiz bin
Amerikan dolarına benim oldu. Tadilat ve dekorasyon için daha
fazlasını harcadım. İşçilik dökülüyordu, ama önemli değildi.
Manzara benim Lamborghinimdi. Terasımdan Ayasofya’yı, Sultanahmet
Camii’ni, Bozdoğan Kemeri’ni, birkaç Bizans kilisesini,
çok daha fazla camiyi ve bazı kenar mahalleleri görüyordunuz.
Parmak ucunda durunca da Haliç’in küçük bir parçasını,
deniz manzaramı görüyordunuz. Tırmanırken iki büklüm olan
ziyaretçiler yukarı gelince “Vay!” diye bağırırlardı.
Sıcak ve tuzlu yaz akşamlarında yakınlardaki balkonlardan
ızgara et kokuları yükselir, televizyon dizilerinin gürültü-
sü martıların çığlıklarıyla yarışır ve komşu çocukları çatıma taş
atarlardı. Sokağın karşısındaki kocakarı bir sigarayı söndürüp
diğerini yakar, dua eder ve aşağıdaki seyyar satıcıya bir sepet
indirerek sebze meyve alırdı. Hemen yandaki bir arsada Çingene
düğünleri yapılırdı. Altınla bezenmiş gelin oynak bir nakaratla
coşardı. Birkaç blok aşağıda bir kızın tek bir yaz süresince
bir kadına dönüşmesini izledim; sonbahar itibarıyla artık sokakta
seksek oynamıyordu, ama kalçalarını profesyonelce sallıyordu.
Yukarıya doğru, travestiler İstiklal’i dolaşır, barlar ve
lokantalar gürler, çöp leş gibi kokardı. Evet, Faik Paşa hayalini
kurduğumun aksine, kaba sabaydı, ama artık iş işten geçmişti.
Yolun aşağısındaki kız gibi değişiyordum. Sonbahar itibarıyla
ben de gitmiş olacaktım.

Christopher De Bellaigue

1971’de Londra’da doğdu ve son yirmi yılını Ortadoğu ve Güney Asya’da geçirdi. Economist, New York Review of Books, Harpers, Prospect ve Financial Times gibi yayınlar için muhabir olarak çalıştı. İki kitap yazdı; In the Rose Garden of the Martyrs [Şehitlerin Gül Bahçesinde] 2004 Kraliyet Edebiyat Topluluğu Ondaatje Ödülü’ne aday gösterildi, The Struggle for Iran [İran için Mücadele] nedeniyle Prospect dergisi tarafından “yeni nesil Ortadoğu uzmanlarının en iyilerinden biri” olarak tanıtıldı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir