Öykücü Jale Sancak, bu kez bir romanla okurlarının karşısına çıktı. Fırtına Takvimi isimli bu ilk romanda Sancak’ın öykücülüğünün izlerini sürüyoruz. Sancak, üç farklı hikâyeyi, üç farklı yolculuğu ve yolları Yelnehir’de kesişen kahramanlarını yine öykü tekniğiyle bir araya getiriyor. Sancak ile Fırtına Takvimi ve bu ilk roman deneyimi üzerine konuştuk?
Gazetede okuduğunuz üçüncü sayfa haberlerinden hareketle yola çıkmışsınız bu romanı yazmaya. Aslında birbiriyle çok ilintili farklı öyküler okuyormuş gibi hissetim ben. Bugüne dek hep öykü yazdınız. Bu ilk roman deneyiminiz üzerine neler söylemek istersiniz?
Üç ayrı öykü var romanda, üç farklı yolculuk, ne var ki bu yolculukta kahramanların yolları birbiriyle kesişiyor ve hikâyeleri birbirine akıp karışıyor. Romanı yazarken, öykü tekniğinin bana çok yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Bir okur olarak bitmek bilmeyen, uzadıkça sarkan romanlardan muzdarip olan ben, bu sayede söyleyeceğimi öz olarak aktarma, metni fazlalıklarından arındırma ve sadece can alıcı sahnelerle örme olanağı yakaladığımı düşünüyorum. Öykü böyle bir katkı sağladı. Sözün büyüsüne kapılıp çok da gerekli olmayan şeyleri istif yapmadan da roman yazılabileceğini kavradım.
Öykü yazarı olmanın, roman yazarken getirdiği avantajlar/dezavantajlar söz konusu mu? Roman yazarken sizi en çok zorlayan ne oldu örneğin? Hikâyenin nereye gideceğini en başından biliyor muydunuz; yoksa yarattığınız kahramanlar elinizden tutup sizi bilmediğiniz bir yöne mi sürükledi?
Bir önceki sorunuzda bunu bir parça yanıtladım sanırım. Zorlayan şey konusuna gelince, zaman oldu benim için güçlük yaratan. Çünkü bu romanı bir başka işten arta kalan, dar zamanlarda yazmak durumunda kaldım. Öyküdekinin tam tersine, başından sonuna kadar neler olup biteceğini çok iyi biliyordum, kurgusunu, anlatma biçimini belirlemiştim. Yazarken küçük sapmaların dışında pek değişen bir şey olmadı. Eğer her şeyi en ince ayrıntısına kadar kurgulamazsanız, uzun bir metin olan romanın içinde kaybolmamanız olası değildir.
Öykülerinizde olduğu gibi bu romanda da oldukça bol karakter kullanmışsınız. Bu karakterler iç çatışmalarıyla var oluyorlar hikâyede. Karakterleri gerçekçi, sahici kılmanın yolu nereden geçiyor?
Evet, romandaki kahramanların çoğu ana karakterler. Bunun nedeni birden fazla çatışma kurmak istediğim için. Şöyle diyelim ya da, daha fazla soruna değinmeyi amaçladım. Karakterleri inandırıcı, sahici kılmanın bir yolu da iç çatışmalarını, kendileriyle ve dünyayla hesaplaşmalarını güçlü bir biçimde verebilmekten geçiyor. Onları eylemlerinin yanı sıra iç dünyalarında olup bitenleri, ruhsal durumlarını göstererek gerçek kılabiliyoruz.
Kalabalık bir karakter kadrosuna sahip bu romanda buruk, hüzünlü, iç yakan hayatlarla karşı karşıyayız; Alevi Kevser ve Halil, minik bedeniyle toprak olan Berru, canına kıyan Yücel, Ziyar, Leyla, Levent, Süreyya, Nur vs? Toplumun ve devletin şiddetine maruz kalan insanlar? Ve bu şiddeti kader olarak kanıksıyor insanlar? Bu kaderci anlayış körleştiriyor ve hareketsiz kılıyor insanları, değil mi?
Aslında sadece Kevser bu kader sorusunun üzerinden gidiyor, diğerleri değil. Halil de, Levent de, hatta Süreyya da kader olarak yorumlamıyor. Sınıfsal mesele, bu coğrafyanın gerçekleri veya mezhep konusu üzerinden bakıyorlar olup bitenlere. Şiddetin, baskının ?Süreyya da dahil- nereden geldiğini gayet iyi biliyorlar. Onları durduran şey kadercilikten çok ruhsal durumları ve toplumsal gerçekler. Sözgelimi, Süreyya?nın anne modeli, Levent?in başarısız solculuğu, Yücel?in utanç nedeni sayılan cinsel durumu, bu tür şeyler.
Bu ülkede cinsellik hala bir tabu. Ve hala namus cinayetleri işleniyor ya da ya da sessizce, bir köşede kendi eliyle canına kıyıyor kadınlar. Ve cinsel iktidarsızlık da erkekler için bir tabu; cinsel iktidarsızlığı nedeniyle evlendiği gece canına kıyan Yücel?i görüyoruz romanda?
Maalesef. Sözgelimi, Batman?daki gibi, Yelnehir?de de kadınların çıkışsızlığı onları ölümlere, intiharlara sürüklüyor. Hemen herkesin seyirci kaldığı, sorumluluktan kaçtığı bir durum bu. Yücel ise kutsallaştırılmış erkekliğin, bir başka deyişle üstünlük sağlayan penisin kurbanı oluyor. Bu anlamda toplumun psikolojik şiddet mekanizması hemen devreye giriyor. İktidarsızlığı gizli kaldığı sürece -kalabilirse- sorun yok. Bir biçimde açığa çıktığındaysa nasıl var olabilir artık? Hele de kapalı, tutucu bir çevrede işlevsiz bir erkeklik organı. En sevdiğinin karşısında bile eksikli halde. İnsan olmaktan önce erkek olmak geliyorsa kurtuluşun yok demektir.
Maraş katliamı ve 12 Eylül işkenceleri de dahil oluyor romana. Edebiyatın gayri resmi bir tarih oluşturma işlevi de var ve edebiyatçıyı toplumsal olaylardan bağımsız düşünemeyiz elbette. Ancak son dönemde Alevilik, Kürtlük, Ermenilik, Doğu, öteki sıkça romanlarda kendine yer bulan meseleler. İlk romanınızda bu konulara değiniyor olmanızın tedirgin edici bir yanı da var mıydı sizin için?
Bunu bir başka söyleşide de belirttim. Ne Aleviliğin, ne Kürtlüğün sorunlarını yaşamadım ben. Alevi, Kürt veya Ermeni, Rum falan değilim. İşkenceye de maruz kalmadım. Öyleyse niye bu derdi yazıyorum? İlgi gördüğü, dikkat çektiği için mi? Böyle yorumlanabilir miydi? Belki? ya da değil. Her neyse, önemi yoktu. Hepimiz sorumluyduk olup bitenlerden. Bir insan olarak hayatım boyunca beni sarsmış, acıtmış bu meseleleri kâğıda dökmek, tartışmak istiyordum. Daha çok anlatılması gerektiğini düşünüyorum hatta. Üstelik farklı nedenler ve durumlarla ben de ötekileştirilmiş, şiddetten payını almış olanlardanım.
Edebiyatımızda öykü hak ettiği değeri ve ilgiyi görüyor mu sizce? Öykü ve roman ile ilgili hep süregiden tartışmalarla ilgili olarak siz neler söylemek istersiniz, ilk romanını yazmış bir öykücü olarak?
Öykü herkesin bildiği gibi okunan, değer bulan bir tür değil. Hatta yazanı çok, okuru yok bir tür diyebiliriz. Gerçeği bu. Öykü az anlatması, kısalığı, biraz da kapalılığı nedeniyle okurdan özel bir katılım bekler. Her şeyi açıkça söylemekten yana değildir. Okurun da bu ilişkiye talip olması gerekiyor. Roman beklentisiyle değil, türün özelliklerini kavrayarak okuması gerekiyor öykünün. Aslında çok kolay, eşiği geçip içeriye girdiğinizde çok lezzetli. Sadece birkaç adım, o kadar. Hiç de zor değil. Üstelik bir romanın sayfalar dolusu anlattığını o birkaç sahneyle aktarabiliyor size. Ben kendi adıma ne romanı daha değersiz, ne şiiri biricik, ne öyküyü hepsinden üstün bulmuyorum. Onlar iyi ki var olan edebiyatın, bir başka deyişle bir bütünün parçaları. Hepsi aynı değerde?
Yeni bir roman gelecek mi? Öykü tarafında neler oluyor, var mı yeni bir öykü kitabı?
Şu anda yeni bir roman düşüncesi, hazırlığı yok. Çalıştığım öyküler var. Yarım kalan bir senaryoyu tamamlamak istiyorum. Ancak roman olabilir diyeceğim bir malzemeyle karşılaşırsam elbette yeni bir roman da yazılacaktır.
Yazın yolculuğunuza başladığın günden bu yana beslendiğiniz ve yazınınıza yön veren öykücüler ve romancılar kimler?
Şöyle söylesem: Benim başlıca yazarlarım kimlerdir? Sait Faik, Sevim Burak, Leyla Erbil, Bilge Karasu, Ferit Edgü, Hulki Aktunç, Selim İleri, Tezer Özlü ve bir şair Edip Cansever? Batı edebiyatından, Çehov ve tüm eski Rus romancılar, Thomas Bernhard, İngeborg Bachmann, Christa Wolf, Tabucchi? Uzun bir liste oldu sanırım. Aslında daha da uzayabilir. Saydığım bu adların dışında da, sayısız yapıt ise benim yazma yolculuğunda pek çok kez kılavuzum olmuşlardır elbette.
Not: Bu söyleşi 20 Aralık 2013’te Aydınlık kitap ekinde yayımlanmıştır.