John Berger (5 Kasım 1926, Londra-2 Ocak 2017) İngiliz yazar, sanat eleştirmeni.
Sanat eleştirmeni, şair, ressam, politik filozof, roman, öykü ve senaryo yazarı Berger, her zaman kapitalist üretim ilişkilerinin üzerini örttüğü insani potansiyelleri açığa çıkarmanın önemine inandı.

Plastik sanatlar ve fotoğrafçılık hakkında yazdıklarıyla görsel antropolojiye önemli katkılarda bulunan yazar, romanlarında ve incelemelerinde de Avrupa?nın ezilen insanlarının tecrübelerine yer verdi.
John Berger, 5 Kasım 1926?da Londra, Stoke Newington?da işçi sınıfından bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası 1. dünya savaşı?nda batı kıyısını korumakla görevli bir birlikte de yer almış bir süvari subayıydı. The Observer?a verdiği röportajda ”12 yaşımdan itibaren başka bir yere, daha az boğucu bir yere ait olduğumu düşündüm,” diyor. Annesi işçi sınıfındandı. Babası ise Muhasebeciler Enstitüsü?nün bir kolunun başkanı. Onu Oxford?a St. Edmond Okulu?na yatılı göndermeye, babası Stanley Berger karar vermişti. ”6 ile 16 yaşım arası korkunç yatılı okullarda geçti,” diyor. 1944?de orduya alınan Berger, eğitimi yüzünden hemen subay yapılmak istendi. Ama bunu reddetti ve üstlerine karşı geldiği için Kuzey İrlanda?ya ?sürüldü?. ”Askere alınmış eğitimsiz ve genç insanların arasındaydım,” diyor, ”Bu, işçi sınıfından çağdaşlarımla ilk kez gerçekten tanışmamdı. Onlar için ailelerine ve sevgililerine mektuplar yazardım. Bu ilk kez toplum için yazmaya başladığım dönem olarak görülebilir. Gerçi çok kötü bir yıldı ama şimdi geriye baktığımda beni şekillendiren çok önemli bir deneyim olduğunu görüyorum. ”
Ordudan sonra Chelsea Sanat Okulu?na yazılan Berger için okul yılları da biçimlendirici bir dönemdi: ”Günler resim yaparak, desen çizerek, yazarak ve Henry Moore ile sohbet ederek geçiyordu. Sonunda ait olduğum bir yer bulmuştum. Yaşam birdenbire dopdolu olmuştu.” Berger daha sonra yarı zamanlı desen çizimi öğretmeye ve New Statesman için sanat eleştirileri yazmaya başladı: ”1954?e kadar sadece ressam olmak vardı kafamda ama paramı farklı alanlardan da kazanıyordum. Yazmaya kaydım diyebiliriz.”
Savaş sonrası, öğrenimini sürdürdü ve yine Londra?daki Chelsea school of art?tan mezun oldu.
Sanat alanındaki kariyerine ressam olarak başladı ve 1940?ların sonunda Londra galerilerinde bir dizi sergi açtı. Aynı yıllarda İngiliz komünist partisi?yle bağlar kurdu ve haftalık sol siyasi dergi Tribune için makaleler yazmaya başladı. 1951?den başlayarak New Statesman?de tartışmalarla geçen bir on yıl boyunca sanat eleştirileri kaleme aldı. Berger, bu yıllarda güzel sanatları etkisi altına almaya başlayan ve onun ?çürümüşlüğe göz yumma? olarak nitelendirdiği soyut sanata ve biçimci aşırılıklara karşı gerçekçiliğin önemli bir savunucusu oldu. Gerçekçilik üzerindeki vurgusu soğuk savaş döneminin getirdiği havaya uygundu; bununla birlikte Berger?in sol anlayışı reel sosyalizmi temellendirmekte başvurulan marksizm?den çok, bağımsız bir sosyalist hümanizme dayanıyordu. Ona göre, gerçekçi bir sanat yapıtı, kapitalist toplumsal ilişkilerin koşulladığı bir dünyada fark edilmeden kalan insani potansiyellere dair farkındalık yaratacak bir güç taşımalıydı. Muhakemelerindeki açıklık ve her zaman pratiğe yaslanan bir havayla, Londra sanat çevrelerine meydan okudu ve bu çevrenin önde gelenlerinde öfke yarattı. Sanatın yükümlülüklerine dair girdiği polemiklerde Patrick Heron, Stephen Spender ve Herbert Read gibi sanat kamusunun önemli kişiliklerini karşısına aldı.

1958?de Berger, zamanımızın bir ressamı adlı ilk romanını çıkardı. Roman, hayali bir karakter olan macar ressam Janos Lavin?in ortadan kayboluşunun ardından, onun arkadaşı olan John adlı bir sanat eleştirmeninin ressamın güncesini keşfedişini konu alır. Siyasi gündeme yakınlığı ve bir ressamın çalışma sürecini ayrıntılarıyla aktarması, bazı okurların kitabı gerçek bir öyküymüş gibi değerlendirmesine yol açmıştır. Yayımlandıktan bir ay sonra, kitap CIA bağlantılı, komünizm karşıtı “Congress For Cultural Freedom” adlı, ünlü entelektüellerin de üye olduğu bir örgütün baskılarıyla yayımcısı tarafından piyasadan toplatıldı. Baskılara rağmen, Berger zamanımızın bir ressamı?nın ardından the foot of clive (clive?ın ayağı) ve corker?s freedom (mantarcının Özgürlüğü) başlıklı İngiliz şehir hayatının yabancılaşmışlık ve melankolisini yansıtan romanlarını yayımladı. İngiliz hayat tarzına duyduğu tiksintiyi neden olarak göstererek, 1962?de Fransa?ya yerleşti.

1972?de BBC için hazırladığı “görme biçimleri” adlı belgesel yayınlandı; belgeselin metni de aynı yıl aynı adla basıldı. Belgesel kısmen walter benjamin?in mekanik yeniden Üretim Çağında sanat yapıtı başlıklı denemesine dayanıyordu. Yine aynı yıl, yapıtları arasında en çok biçimsel denemeye giriştiği romanı olan g. ?yi yayımladı. Romantik-pikaresk bir çalışma olan g. İngiltere?nin en prestijli ödüllerinden booker?ı kazandı. Berger, ödülün yarısını İngiltere?de siyahî azınlığın hakları için mücadele veren kara panterler partisi?ne bağışladı; kalan yarısını da Avrupa?daki göçmen işçilerin durumunu inceleyen sosyolojik bir nitelik taşıyan incelemesi yedinci adam?ın çalışmaları için ayırdı. Berger, verdiği edebiyat ürünlerinden incelemelerine kadar, toplumsal tecrübeyi hep yapıtlarının merkezinde tuttu. Yedinci adam?da olduğu gibi, diğer incelemelerinde fotoğrafçı jean Mohr?la birlikte çalıştı. “Another way of telling” adlı ortak kitaplarında, belgesel tekniğini ve fotoğraf kuramını Mohr?un fotoğrafları ve Berger?in denemeleri üzerinden tartıştılar.

Berger, bazı modern sanatçılar hakkında incelemeler de kaleme aldı. Bunlardan en çok tanınanı, Picasso hakkında yazdığı 1965 tarihli Picasso?nun başarısı ve başarısızlığı oldu. Yazıldığı dönemde, birçok sanat eleştirmeninin doktrinerlik ve saygısızlıkla suçladığı kitap, zaman içinde picasso hakkında yazılmış en iyi kitaplardan biri olarak kabul edilmeye başladı. Berger, Picasso?dan başka goya hakkında ressamın sanatını konu alan bir kitap ve rus heykeltraş Ernst Neizvestny hakkında sanat ve devrim başlıklı bir deneme yayımladı. 1970?lerde İsviçreli yönetmen alain tanner?le birlikte çeşitli film projelerinde yer aldı; Salamandre, 2000 yılında 25 yaşına basacak olan yunus, messidor gibi filmlerin senaryosunu yazdı ya da senaryolarına katkıda bulundu.

1980?lerde berger, onların emeklerine adlı bir roman üçlemesi kaleme aldı: domuz toprak, bir zamanlar Europa?da ve leylak ve bayrak. romanlar, 1970?lerde fransa-quincy?de haute savoie köyüne yerleşerek çiftçilik yapmaya başlayan berger?in de somut olarak paylaştığı Avrupalı köylülerin tecrübelerine uzanıyordu. Berger, Avrupa içinde bir tür sürgün yaşayan köylülerin siyasetten dışlanmışlıklarını ve kentlere göçtüklerinde parçası oldukları kentsel sefaleti, yalnız romanlarında değil, yazdığı birçok makalede de ele aldı.

Sonraki dönemlerde Berger daha çok fotoğraf, sanat, siyaset ve kendi anıları hakkında yazdı. Komutan yardımcısı Marcos?la yazışmalarını the shape of a pocket (bir cebin Şekli) adlı kitapta topladı; threepenny review ve the new yorker gibi dergilerde öyküler yayımladı. Yazarın şiirleri, pages of the wound (yaranın sayfaları) adlı tek bir ciltte toplanmıştır; bununla birlikte ve yüzlerimiz, kalbim, fotoğraflar adlı kuramsal denemesi düzyazılar kadar manzum parçalar da içerir. Yazdığı son romanlar, gerçek ailevi tecrübelerinden esinlenerek yazdığı düğüne ve evsizlik ve gecekondu yaşamını bir sokak köpeğinin bakışından anlattığı kral?dır.

Söyleşi: Cem Erciyes, Radikal Kitap, 11 Mayıs 2001

Herkesin bildiği gibi yıllar önce kent yaşamını terk edip köye gittiniz. Bu yazarlığınızı nasıl etkiledi?

Köylüler hakkındaki kitaplarda onların bakış açısını okumadığımı farkettim. Bu tür kitaplar hep onları ziyarete gelmiş birilerinin bakış açısıyla yazılmıştı. Bu durumda yapılabilecek tek şey oraya gitmek ve öğrenmeye çalışmaktı. Tabii bu çok zaman önceydi, neredeyse 30 yıl önce. Ben hiç üniversiteye gitmedim. Köylüler arasında olmak, özellikle yaşlı kadınlar ve adamlar arasında olmak, ilk kez üniversiteyle gitmek gibi bir şeydi benim için. Orada duyduğum, düşündüğüm şeyleri mükemmel biçimde yazabilmek için, yazmayı tekrar öğrenmem gerekiyordu. Bir hikâyeyi, bana anlatıldığı biçimiyle yazmayı öğrenmeliydim. Benim için çok uzun sürdü öğrenmesi. Binlerce örnek arasından size bir tane vereyim. Mesela şehir insanları arasında, hele ki entelektüeller arasında hep kullanılan bir sözcük vardır: ?fakat?. Şehirliler, “Güzel bir kız fakat, basit” derken köylüler, “Güzel ve basit bir kız” derler. Çünkü çelişkiyi kabulleniş söz konusudur.
Herşeye rağmen ben onların dışından biri olduğum içinbir köylü gibi yazamadım. Dışarıdan olmak da köylü tecrübelerini global bir bağlam içinde görebilmemi sağladı. Bu, köylülerin o büyük bilgeliklerine rağmen yaşadıkları köyde yapamadıkları şeydi. Çünkü köyleri dünyanın merkezindedir.

Köylü kavramı geçerliğini sürdürüyor mu?

Dünya çapında tabii ki. Ve belki de hâlâ dünyanın çoğunluğunu onlar oluşturuyor. Yer değiştirseler, kente göçseler bile onlar köylü kalıyor. İngiltere’de daha 18. yüzyılda yok edildiler. Fransa’da ise otuz yıl önce varlardı. Ben yok olmak üzere olan bir kültürün sesini dinledim. Şimdi de hâlâ, Fransa’da her gün biraz daha küçülen cepler var.
Köylü ekonomisi acımasızca yok edilirken, yerine konulan şey kendi felaketlerini de beraberinde getiriyor. Deli dana, şap, her tür yiyecek hakkında artan skandalları kastediyorum. Çünkü tarım, yeni ekonomik düzenin değer sistemine direniyor. Direniyor çünkü, bu kesin biçimde onun doğasına aykırı. Doğanın enerjisini, işgücünün enerjisiyle değiş tokuş etmek diğer ticari meseleler gibi değerlendirilemez.

Doğayı yitirmek, insanların düşünce sistemlerini ne kadar etkiledi?

Küreselleşmenin önlenemez kabülü, ve yalnızca kâr artırmanın önemine dayanan ekonomik düzen, Seattle’dan Prag’a uzanan bir etki yarattı. Bu birkaç yıl önce başladı ve her yerde yavaş yavaş artarak sürüyor. Bunun en önemli özelliklerinden biri köylüler tarafından yaratılmış bir hareket olmaması. Köylüler sadece katılıyorlar, o kadar. Bunun içinde en önemli şey, toprakla olan ilişkinin bu biçimde muamele görmemesi gerektiği yönündeki bilinç. Köylüler hakkındaki roman üçlemesini yazarken, (Avrupa Üçlemesi) onların yaşadıkları kayıpları, dönüşümü anlatmaya çalıştım. Bu kitaplarda anlattığım şeyler birden bire çok önemli, acil, küresel meseleler halini aldı. Tuhaf bir biçimde kâhin sözlerine dönüştüler. Genetik olarak müdahale edilmiş beyinler, fabrikalarda üretilen süt, et ve bunların sebep olduğu felaketler. Zengin dünya ve diğerleri arasındaki fark gün be gün artıyor.

Kral?da da evsizlerden, yeni dünyanın bir başka felaketinden söz ediyorsunuz.

Kesinlikle öyle. Bu, yoksulluğun yeni bir formu. Oysa tüm dünya nüfusunun insani hayat sürmesi için kesinlikle yeterli kaynak var. Belki kolay bir yaşamdan değil ama insanca yaşamdan söz ediyorum. Bu yoksulluk kesinlikle yeni ekonomik düzenin en önemli parçası. Dünyada olup bitenlerin hesabını yapanlar da artık seçilmiş hükümetler değil. Ekonomik düzeni yönetenler, ki bunlar isimleri bilinmeyen kişiler, her gün tüm insanlığı etkileyen kararlar alıyor…

Sokaklarda yaşayan insanlar derin bir umutsuzluğu simgeliyorlar.

Evet, sokaklarda yaşayan herkes yatay bir düşüş yaşamıştır. Bunun şoku, yarattığı izolasyon ve kimseyi görmek istememekten kaynaklanan yalnızlık, olağanüstü bir karamsarlık yaratıyor. Eğer sokakta yaşayan bir kişi, hâlâ özgüvene, bir CV yazıp iş bulma kurumlarına gidecek enerjiye sahip olabilse başka bir yaşam sürebilir. Ama tüm bunlara sahip olmadığı için evsizlik onun yaşam biçimi. Bu vakaların yüzde doksan dokuzunda zaman kavramı ve geleceği belirleme kapasitesi kaybolmuştur.
Bu kitapta olayları saat saat yazmamın sebebi de onların zaman kavramıyla ilgili. Romanlarda yatay bir zaman kavramı vardır. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek anlatılır. Bir sürü roman vardır ki koca bir yaşam süresini aktarır. Bu yatay, ufku olan kurgudur. Oysa yeni yoksulluğun ufku yok, sadece düşey bir hareket var. Önemli olan sadece bir sonraki saat, bir sonraki saatte hayatta kalabilmek…

Olayları bir köpeğin gözünden ya da kendine köpek diyen birinin gözünden anlatmanız bir metafor mu, yoksa önemli bir anlatım biçimi olarak içerdiği şaşırtıcılık mı?

Çok istiyorsanız metafor olarak algılayabilirsiniz, ama ben öyle olduğu fikrinden hoşlanmıyorum. Bir kere şunu söylemek istiyorum. En önemli mesele, bir hikâyeyi anlatabilmektir, sanıldığı gibi hikâye bulmak değil. Etrafımızı binlerce hikâye çevreliyor. Mesele, bunların arasından bir hikâyeyi seçip onu çok çarpıtmadan anlatacak sesi bulabilmekte. Bu konuyu yazmaya karar verince değişik sesler kullanmayı denedim. Sonuç çok kötü oldu. Argüman dolu, acıma dolu, gerçeği kavramaktan uzak bir anlatım çıktı ortaya. Sonra birden hikâyeyi bir köpeğe, ya da kendine köpek diyen birine anlattırma fikri geldi aklıma.

Köpeklerle evsizler arasında da ki ilginç ilişki de size esin vermiş olmalı.

Evet sokakta yaşayan birçok kişinin köpeği vardır. Pek çok sebeple köpeklerle birlikte yaşarlar. Herşeyden önce köpek, bir yere kadar korunma sağlar. Ama en önemlisi köpek dosttur. Yargılamaz; köpek içtenliğe, samimi bir ilişkiye izin verir. Şunu hatırlatmalıyım, bu biçimde düşmenin en korkunç yanı yalnız bırakılmanızdır.
Kral, (King) Avrupa’da kapağında isminiz olmadan yayınlandı. Hatta Selçuk Demirel’den duyduğuma göre Fransa’da kimileri kitabınızı Stephen King’in yeni romanı sanmış.
İyi, belki bu kitabın satışını olumlu etkilemiştir! Tabii isim koymamamın bir nedeni var. İçinde bir mesaj olan, ama etiketi olmayan bir şişe bulduğunuzu farzedin. Tıpkı bunun gibi kitabın içerdiği, ya da aktardığı tecrübe benim için çok önemli. Bir imza ile sunulduğu sürece okuyucu kitabın bu adamdan bir yapıt olduğunu düşünecek. İçeriğini edebi bir mesele olarak ele alacaktır. Bunu olabildiğince engellemek istedim. Adım kitabın sonunda bir yerde küçücük var. Yani bu kitabı ben yazmadım filan gibi bir durum yaratmaya çalışmadım.

Neden Türkiye’de imza koydunuz?

En önemli şeylerden biri kitabın okunması. Kimi yerlerde kapağa isim koymamak işe yarar, kime yerlerde yaramayabilir. Türkiye için yayıncımın sözünü dinledim.

Kitaplarınızın Güney ülkelerinde Anglo-Sakson dünyasından daha çok ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz?

Bunu ben bilemem, siz söylemelisiniz. Ama size ilginç bir şey anlatayım. Britanya’da endüstriyel, proleter bir kent olduğu için yoksulluğu en iyi tanıyanlardan biri İskoçya’daki Glasgow’dur. Kral yayımlandığında, İskoçya’nın en önemli gazetelerinden ikisi, bunlar Glasgow merkezlidir, vakit geçirmeden yarımşar sayfa ayırdılar romana. Bu ilgiyi Londra merkezli gazetelerde göremedik.

1 Comment

  1. görünüre dair küçük bir teoriye doğru adımlar. bu kitap bir ressamın dünyaya bakış açısını anlatıyor…

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Tarihte çocuklar için ilk süreli yayınlar hangileridir?

Next Story

Yoksulluğun ufku yok, sadece düşey bir hareket var. Önemli olan sadece bir sonraki saatte hayatta kalabilmek, Kral (King) Bir Sokak Hikâyesi, John Berger

Latest from Biyografiler

Van Gogh’un kitap tutkusu

Geçtiğimiz haftalarda Paris’in izlenimci koleksiyonuyla ünlü Musée d’Orsay, Antonin Artaud’un Van Gogh: Toplumun İntihar Ettirdiği kitabından yola çıkarak yazar ile ressamı, Artaud ile Van
Go toTop