Kafka’nın Hayata Bakan Pencereleri – John M. Grandin

kafkaFranz Kafka, bir yanda sanatçı yaratıcılığının kişisel krallığı, öbür yanda, babasının çevresindeki burjuva hayatı, mesleği ve nişanlısı ile bölünmüş bir dünyada yaşadı. Yeteri kadar bibliyografik belge onun, her ikisinin de taleplerini karşılamaya çalışırken, yalnızca uzlaştırılamaz olduklarını gördüğünden, bu bölünme yüzünden acı çektiğini gösterir. O, günlüğüne edebiyat dışındaki tüm etkinliklerden nefret ettiğini ve yalnızca yazmak için yaşadığını aktardı (21 Temmuz 1912). Ama böyle ifadeler, onun evlenme girişimleri, bahçe işleri, ağaç işçiliği, müzik, diller gibi birçok deneyimle çelişir.

Kafka’nın yazınsal yaratıcılığının ötesindeki günlük hayatla ilişkileri, aşk ve nefretten biriydi. O evlendiği, bir aileye sahip olduğu ve toplumdaki yerini bulduğu bir dünyaya özlem duydu ama aynı zamanda bunların tümünü küçümsedi.

Kafka’nın kutuplaşmış dünyası ve çoğu zaman kararsızlık, çelişki, suçluluk ve umutsuzluk dolu duygularıyla ilgili olarak verilenlerin ışığında, hem kişisel, hem edebiyat hayatında pencere’nin neden önemli bir simge haline geldiği kolaylıkla anlaşılabilir. Kafka’nın ve onun kahramanlarının dünyaya bakışı çoğu zaman, oldukça çelişkili duyguları olan yalnız bir bireyin penceresinden toplumun hareketlerini seyredişi gibidir. Hüküm’de Georg Bendemann derin düşünceler içinde penceresinin cadde, ırmak, köprü ve tepelerden oluşan manzarasının önünde, camın ardındaki dünyadan elini eteğini çekmiş bir halde oturur. Gregor Samsa’nın bir işadamı olarak önceki yaşamıyla tek bağlantısı sevgiyle anılan penceresi aracılığıyladır. Pencereleri camsız ve parmaklıklarla çevrili olmasına karşın, açlık sanatçısı da artık ait olmadığı dünyaya içerden bakan, yabancılaşmış Kafka figürü kalıbına uyar. Kafka için kendini bir pencere pervazının bu dünya ile ilgili olmayan tarafında görmek de alışılmadık şey değildir. 9 Kasım 1903’te, arkadaşı ve akıl hocası olan ve onu Darwin, Nietzsche ve bir süreli yayın olan Kuntswart ile tanıştıran Oskar Pollak’a şunları yazar: “Sen benim için daha pek çok şeyin yanında, içinden caddeleri görebildiğim bir pencere gibiydin. Bunu kendi başıma yapamazdım, çünkü ne kadar uzun olursam olayım pencere pervazına ulaşamam.”

Pencere bir ayraçtır, Kafka’nın dünyasını ayıran bir simgesel referans noktası; o aynı anda hem dış dünyaya girişi yasaklayan bir engel, hem de ileriki zamanda belirsiz bir katılıma dair bir umut ve olasılık olduğu duygusunu uyandıran bir geçittir. Dahası o, kişiyi kitlelerden koruyan ve kişinin kendi dünyasını tanımlamasına olanak sağlayan bir kalkandır. Pencereler bir geçit yaratır ama bu, bazen çekici ve konfor sağlayan bir geçitken bazen de ürkütücü ve bu yüzden de büyük bir yalnızlık, yabancılaşma, suçluluk ve kararsızlık kaynağı olan bir geçittir.

Oskar Pollak’a yazdıklarında, ondan mecazi anlamda “caddelere açılan bir pencere” olarak söz eder Kafka, bu nedenle bir laytmotifin sıklığıyla Kafka’da sürekli tekrarlanan ve burada rahatlıkla “hayata açılan pencere” olarak anlaşılabilecek bir söz kullanılır. 1903’te söylenen bu sözler, Kafka’nın yazılarının çoğunu kolayca öbürlerinden ayıran ve hayatı boyunca devam eden bir felsefi duruş ya da bir bakış açısının kurulmasına yardımcı oldu. Penceredeki duruş ve caddelere bakış, örneğin, Kafka’nın ilk yayımlanan kitabı 1910 tarihli, Betrachtung’un (Gözlem) geniş bir bölümüne hükmeder ve fiili katılımın tersine izleyerek keşfetmeyi akla getirir. Dikkat edilmesi gereken, bu çalışmanın özgün başlığının çoğul olmasıdır ve bu yüzden de dünyaya bir dizi bakış ya da görüş kavramına uygundur. Bu bakış açısına göre, başlığın İngilizce çevirisi olan Meditation (Derin Düşünce), içeriden dünyaya bakış kavramı tamamen kaybolduğundan, oldukça yanıltıcıdır.

Böyle bir “Betrachtung” için açık bir örnek, tam başlığı bize Pollak’a mektuptan tanıdık gelen iki anahtar sözcüğü içinde barındıran ve aynı şekilde pencereyi, yalnız ve yabancılaşmış bir yazarın dünyevi yollara bağlantı aracı olarak kullanan “Sokak Penceresi” isimli kısa parçadır:

“Her kim yalnız bir hayat yaşar ve yine de ara sıra kendini bir yere ait hissetmek isterse, her kim günün bir saatinin, havanın, iş durumunun vb. şeylerin değişikliklerine göre ne pahasına olursa olsun aniden, tutunabileceği bir el görme arzusu duyarsa, sokağa bakan bir pencere olmadan uzun süre yapamaz. Ve eğer o, hiçbir şey arzu etmeyen bir halde yalnızca penceresinin pervazına giderse, bir ahaliye, bir gökyüzüne ve yine ahaliye doğru çevirdiği gözleriyle dışarı bakmak istemeyen ve kafasını biraz yukarıda tutan bezgin bir adam da olsa, bütün bunlara rağmen aşağıdaki atlar, onu yük arabalarının ve karmaşanın silsilesine ve böylece sonunda insanoğluna has ahenge doğru çekecektir.”

İlk cümlede bize, yalnız bir kişinin doğrudan olmasa bile öbürleriyle ilişki kurmaya ve onların desteğine ihtiyacı olduğu söylenir. Bir camın öbür tarafından ilişki kurmak yeterlidir, ama ikinci tarafı olmadan varoluş dayanılmaz olabilir. Yazar, halkından tipik bir Kafka çelişkisiyle söz ettiği için, onun bir oyuncu ya da sanatçı olduğu düşünülebilir; bu sözleri söyleyen kişi, kitlelerden ayrı yaşar, bir üstünlük duygusu hisseder ve yine de eşzamanlı acıyı dindiremez ama bazen gıpta eder, kıskanır ve sokakların uyumunun ve karmaşasının cazibesine karşı koyamaz.

İlk kez 1910’da yalın bir biçimde “Pencerede” adıyla yayımlanan “Dalgın Seyrediş”te, yazar, bir kez daha içeriden dışarıyı seyreder: “Bu sabah erkenden gökyüzü griydi, ama şimdi pencereye gidip bakarsan şaşırırsın ve yanağını pencere kanadının mandalına dayarsın.”1 Tıpkı “sokağa bakan pencere”nin belli bir duygusal vurgu ve önemle sık sık tekrarlandığı gibi, burada ilk kez kullanılan, gerilim zamanlarında pencere mandalına dönüş fikri de Kafka’da sürekli yinelenir. Örneğin, Felice’e Mektuplar’da şu cümleyi görürüz: “Geçmişte defalarca, geceleyin pencerenin kenarında mandalla oynayarak durdum…” (29-30 Aralık 1912) Dava’da: “Pencereye doğru gitti, bir eliyle mandala tutunarak pervaza oturdu ve aşağıdaki meydana tepeden baktı.”2 Ve çok sonra Şato’da: “Sonra Frieda aceleyle pencereyi kapadı ama eli mandalda, başı yana eğik, gözleri açık ve yüzünde sabit bir gülümseme ile camın arkasında durmaya devam etti.”3 Betrachtung derlemesindeki bir öbür pencere görünümü “fiimdi birden anladım ki yalnızım… ama pencereden bakmanın tadını çıkarıyorum.” Aynı zaman periyodunda Kafka günlüğüne (14 Kasım 1911), tek belirgin konforu “penceresinin manzarasıyla avunmak” olan yalnız bir bekâr erkeğin sosyal ortamını tanımlayan bir kısa düzyazı taslağı ekler. Bu imge, Kafka’nın yaratıcılığının bu döneminde, 19 fiubat 1912 tarihli günlük kaydında kendini tekrarlar: “Keyifli tek bir cümle yazdığımda örneğin, ‘Pencereden dışarı baktı,’ zaten kusursuzdur.”

Kafka’nın kendi pencereleri de, belki kendisinin de bir parçası olabileceği caddelerle simgelenen hayata açılan bir geçit ve geçişe dair bir umut sağladıkları için, hayata bakan pencerelerdir. Kafka’nın burjuva yaşamın bir parçası olmamak için verdiği mücadele, hiçbir yerde, onun Felice Bauer ile ilişkisinde ve hüsranla sonlanan evlilik girişimlerindekinden daha açık olamaz. Felice ile yazışmaları (özellikle 1912-1914) aile, evlilik ve normal orta sınıf bir yaşam olasılığı kavramlarını kabullenebilmek için gösterdiği muazzam gayreti resmeder. Kafka için bu, onun iç dünyasında yer alan ve onu böyle bir yaşamdan ayıran eşikten ya da pencere pervazından öteye geçiş olasılığını içeren bir mücadeledir. 15 Ağustos 1913’te, bir ümitsizlik dönemi ardından hiç düşünmeden, günlüğüne her şeye rağmen evliliğin makul olduğunu kaydeder. Betrachtung’un ruhuyla, anlamlı bir biçimde, bunun pencere pervazında erişilen ve kalıcı hale gelen bir inanç ve karar olduğunu ifade eder: “…her şeye rağmen… evlilik sınavından geçme fırsatını verebilen olasılıklar olduğu kanaatine vardım… Elbette, belli bir noktaya kadar bu zaten pencere pervazındayken kavradığım bir inanç.” Pencere benzetmeleri, özellikle Kafka’nın kendini Felice’e yakın hissettiğinde ve birlikte bir gelecekleri olduğu konusunda umutlu olduğu zaman, bu yazışmada sık sık rol alır: “Bugün dışarıdaki karanlık geçitte ellerimi yıkarken, her nasılsa, senin, biraz huzur aramak için pencereden ileri adım atmak zorunda olduğum hakkındaki düşüncenden etkilendim.” (2 Nisan 1913) “Sonra bana birazcık seni hatırlatan bir kız geldi. Büyülenmiştim ve pencereye gitmek, dışarı bakmak, kimseyi görmemek ve tamamen senin olmak istedim.” (24 Kasım 1912) Kafka’nın Felice ile yazışmalarından çoğu, gelecekleri için umutlu olmaktan çok uzaktı, ama burada gördüğümüz gibi, referans noktası gene pencerede: “Gözdem, seni o zamanlar bilseydim (Felice on beşindeyken)! Sanırım bu zamana dek ayrı kalmazdık. Aynı masada oturup aynı pencereden sokağı izliyor olabilirdik.” (20-21 Aralık 1912) Ve Kafka, o ve onun mektupları olmadan, Felice’in çok daha iyi durumda olabileceğini düşündüğü için kederlenir ve ailesinin mektuplar Felice’e ulaşmadan onları imha etmelerini diler. Bu gerilim de bir pencerede yer alır: “Ve onlardan hiçbiri, onun pencereyi biraz aralayarak ve Felice dönmeden önce mektubu o pencereden atarak çoğu zaman ona iyilik yaptığını bilmiyordu.” (23-24 Ocak 1913) 1907 Eylül’ünde Kafka, Hedwig W.ye mektubunda benzer bir imge kullanmıştı. Görünen o ki, ona sonradan pişman olduğu tutkulu bir mektup yazmıştı ve sonra da pencere pervazında yırtarak parçalara ayırmıştı: “Nefis ateşli bir mektup yazdım sana ama sonra bu güzel pazar gününde, pencere pervazına dayanarak yırttım onu. Çünkü yavrucuğum, yeteri kadar endişen var.” (8 Eylül 1907)

Kadın-erkek ilişkileri, tutku, değişim ve pencere pervazında yazışmaların imha edilmesini içeren bu ilk alıntılar, hiç kuşkusuz, yıllar sonra yazılan Şato’daki unutulmaz Amalia olayının atalarıdır. fiato görevlisi Sortini, Amalia’yı bir köy festivalinde görmüştü ve belli ki fiziksel olarak ondan etkilenmişti ve bir sıkıntının içine sürüklenmişti. Ona, yatak odasının penceresinden verdiği ve hemen ona gelmesini istediğini belirten tutkulu ve müstehcen bir mektup yazdı. Bununla birlikte Amalia, Kafka’nın kararlı, öbürlerinden etkilenmeyen, güçlü ve gururlu karakterlerinden biriydi. Yalnızlığı seven özgün bir karakterdi. Sortini’yi reddetmenin, onu ve hatta onun ailesini yalnız bırakmak demek olduğu gerçeğine rağmen, mektubu küçük parçalar halinde yırtıp pencerenin dışında bekleyen ulağın yüzüne fırlatarak, pencerenin ardındaki dünyasının saflığını ve bozulmamışlığını korudu.

Bu yüzden, iç ve dış dünyaları birbirinden ayıran sınır olan pencere, kadın erkek ilişkileri ve Kafka’nın cinselliğe olan karmaşık tutumuyla bağlantılı olduğundan yeni bir boyut kazanır. Camın arkasından görülen hayattan, karşı cinsin bir üyesiyle ilişki çok önemlidir, çünkü, birinin kendi özel dünyasından ayrılmasını talep eder ve geri dönüş yeteneğini tehdit eder. Bu nedenle Kafka’da, pencereler ve kadınlar çoğu zaman birbirleriyle yakından ilişkilidir; pencere hayata açılan simgesel bir geçittir ve bir birliktelik, öbür yana geçiş için potansiyel olarak zorlayıcı bir nedendir. Pencereler dişiliği simgelediği için de, bu ikisi zaman zaman özdeşleşir.

Örneğin Dava’daki kadınlar, Josef K’nın suç ve adaletin önemli konularına saplantısına bir seçenek oluşturur. Onlar mahkeme ya da bir dava tehdidiyle karşılaşmaz ama daha çok dert çeken kişi için bir bedensel ve cinsel çıkış noktası olarak oradadırlar. Romanın açılış bölümünde Fräulein Bürstner’in odasında Josef K. sorguya çekilirken, onun çok belirgin penceresine görsel olarak hemen kapılabilirsiniz. Pencere aracılığıyla izleyicileri görürüz: yaşlı bir çift ve bağrı açık bir gömleği olan, kışkırtıcı bir biçimde üçgen keçi sakalını sıvazlayıp duran güçlü bir adam. Kafka’ya göre duygusal önemi olduğunu bildiğimiz pencerenin mandalından sarkan, Fraulein Bürstner’in bluzudur. K. bir gece önce “susamış bir hayvan” gibi seviştiği Fräulein Montag’la, yemek odasında Fräulein Burstner’le olan ilişkisini tartışırken pencereler kadınlarla ve cinsellikle daha da fazla özdeşleşir. Bu oda Freud’iyen yorumlamaya katkıda bulunmaya yetecek ölçüde alışılmamış bir biçimde düzenlenmiştir: Oda, girişinin her iki tarafına köşeli olarak yerleştirilmiş iki dolapla oldukça dar ve uzun bir görünüme sahiptir. Girişten, Fräulein Montag’ın durduğu en uçtaki pencereye kadar uzanan çok uzun, oval bir masa ile tamamen kaplanmış biçimde betimlenir.

Dava’daki pencere motifine devam ederken, Kafka sürekli olarak onu, davanın baş kişisinin dünyasıyla dışarıdaki doğal günlük dünya arasındaki ayrımı tamamlamak için kullanır. Belirgin bir biçimde gösterişli kadınlarla ortak özellikler taşıyan öbür alanlar daha parlak ve havadarken, hukuk büroları, mahkeme odaları, avukat Huld’un yatak odası, Katedral ve Titorelli’nin sanatçı dairesi karanlık, boğucu, donuk, klostrofobik ve hava geçirmeyecek biçimde kapalıdır. O ilk sorgulamasına giderken satıcılar, çocuklarla dolu ve insanlar tarafından zaptedilmiş birçok açık pencerenin ve hayvan yataklarının olduğu canlı bir cadde dekoruyla betimlenen bir mahalleden geçer. Bununla birlikte, mahkeme odasına girince açıklık kaybolur, hava kapalıdır, güçlükle nefes alınabilir ve yalnızca sis görünen iki pencere vardır. Kendisinin yardımcılarım diye adlandırdığı ve genelikle cinsel olarak istekli kadınlar, pencerelerden hiç de uzak değildir. Huld’un evindeki utangaç yardımcısı Leni, K.’ya iki pencereden süzülen ay ışığıyla aydınlanmış bir oda gösterir ve K. Leni ayrıldıktan sonra pencereden ona bakar. Mahkeme jürisindeki çamaşırcı kadın da K.’nın fiziksel olarak kendisiyle ilgilenmesini ister. O, sürekli kızıl sakalıyla oynayan başka bir adam için K.’yı terkederek asıl hünerini gösterdiğinde, pencerede adamın boynuna sarıldığı açığa kavuşur. K. yeni ortaya çıkan bir “Niçin olmasın?” tutumuyla ona tutulur ve bu “penceredeki kadın”ın artık ona ait olduğunu hisseder. Bu yüzden, K.’nın kadınlarının kendileri hayata bakan pencerelerdir; tutunacak bir el ve sayesinde davadan kaçabileceği, hayatın sokaklarına ve hatta muhtemelen “Sokak Penceresi”nde söz edilen ve özlemi çekilen “insanoğluna has ahenge” katılabileceği bir yol sunarlar.

‹ki dünyanın bölünmesi ve onların kadınlarla ilişkisi, Kafka’nın 1912 tarihli Hüküm adlı yapıtında da tümüyle yansıtılır. Georg Bendemann, yakında mal mülk sahibi bir kadınla evlenecek olan bir işadamı, görmüş geçirmiş, başarılı biriydi. Bir yandan “Dünyaya açılan pencere”sinde oturup, bilinçsizce yolun karşısındaki tepelere, köprüye ve ırmağa bakarken, öbür taraftan da St. Petersburg’daki arkadaşına mektup yazarak dışarıdaki dünya ile ilişkisini sürdürür. Bununla birlikte arkadaşına yazarak, kendisininkinden çok farklı bir dünya ile ilişki kurar. Arkadaş, bu dünya ile ilgili olmayan, başarısız, içine kapanık ve münzevidir; baba da dünyadan elini eteğini çekmiştir ve arkadaşla birlikte, Georg’un dünyevi hayatını ve sürüncemede kalan evliliğini kınayan bir dünyayı temsil eder. Onun kendi penceresine önemli ölçüde karşıt biçimde, babanın penceresi sıkıca kapalıdır ve boğucu bir atmosfer yaratır; yalnızca gün ışığını ve toplumun aktivitelerine girişi engelleyen yüksek bir duvar manzarasına sahiptir. Baba, Georg’un bir kadını olduğu için ona kızgındır ve nişan yüzünden hoşnutsuzdur. Onun bakış açısından, dış dünya makul değildir, Georg’un eşiği geçme ve burjuva olma girişimleri ölümle cezalandırılabilir.

Dışarıdaki günlük etkinliklerin dünyasından uzaklaşma, Kafka’nın Amerika adlı romanında da aynı biçimde belirtilir. Pencereler burada da iki dünya arasındaki ayırıcı sınırlardır; dış dünyaya bir geçit sağlarlar ama aynı zamanda da bir sanatçı olan baş kişi ile o dünya arasındaki engelleri oluştururlar. Açılış bölümünde Karl Rossmann, geminin ateşçisi olan yeni arkadaşıyla, geminin penceresiz ve karanlık iç kısmından, mürettebatın bulunduğu aydınlık ve sık pencerelendirilmiş, kıç omuzluğa çıkar. Çok belirgin bir biçimde sunulan, mürettebatın yerleştirildiği, tüm görüşmeler ve sorgulamaların yapıldığı bu pencereler sayesinde Karl yeni dış dünyanın, New York şehrinin canlı hayatı ile ilk kez tanışır. Onun dünya zevklerine düşkün amcası bir pencerede durur ve sanki bir rüyadaymışçasına, Karl’ı hızla karanlık geçmişten başarılı iş dünyasına ve fiziksel esenliğe doğru uzaklaştırır.

Karl artık ışığın dünyasındadır; aydınlık, onun savurganca döşenmiş odasına iki pencereden girer. O, bunların arasından, artık bir üyesi olduğu, altı kat aşağıdaki şehrin, yoğun ama heyecan verici hayatını gözlemler. Bununla birlikte, tipik Kafka kararsızlığıyla, bu yeni pencereden hayata, kaygı ve içsel kuruntuları olmadan bakamaz. Sokaklardaki yaşamın tüm sıra direkleri büyüleyici ışıklarla aydınlanmaktadır ama bu Karl’a “her an şiddetle tuzla buz olabilecek”4 bir camın altındaki tek parça bir kafileymiş gibi görünür. Onun, amcasının dünyasıyla ilişkilerinin tehlikeli haline ilişkin korkuları, çok geçmeden sürekli hale gelir. Karl, Mr. Pollunder’le birlikte, görünüşte basit bir ziyaret için amcasının arkadaşının evine gittikten sonra, çok geçmeden işinden kovulduğunu öğrenir. Artık yasaklanmış olan ışığın dünyasından, geçmiş görüntülerle birbirini tutan dönüş yolu, iki cam kapı arasından olabilirdi. Bununla birlikte, artık olasılık azaldığından Karl, Pollunder’in geniş evindeki camsız koridorların uçsuz labirentlerinde avareliğe terk edilmişti. Amcası tarafından azarlandıktan sonra da, gecenin karanlığına sürüklendi.

Karl’ın dışarıdaki ışığın dünyasının üstesinden gelmek için sonraki girişimi, Hotel Occidental’da asansör operatörü olarak kısa süreli kariyeri sırasındadır. Bu bol pencereli binada, baş aşçı bir taraftar ve hatta Karl’a güvenen ve tapıyormuş gibi görünen potansiyel eşi Theresa’yı bulur. Öbür benzetmelere bakıldığında, olası cinsel rastlantılar için Theresa’dan söz edişler de pencerelerle ve böylece öbür geleneksel simgelerle ilişkilendirilir: “Karl (Theresa’nın verdiği) ısırdıkça garip bir hoş koku veren elmayı yavaşça yerken bitkin bir halde sol yanındaki korkuluğa yaslandı ve gözünü aşağıya, karanlıkta hafifçe ışıldayan asılı muz öbeklerinin arkasındaki ambarların büyük camlarının çevrelediği aydınlık bir direğe dikti.”

Bu yeni keşfedilmiş dünya da Karl’ın ayaklarının altından çekildiğinde, o bir kez daha bir cam bölmenin öbür tarafındaydı. Sorgulama ve gerçeği söylemek gerekirse Karl’ın asansördeki yerini korumaktaki başarısızlığına ilişkin dava, otel lobisinin ortasındaki asansör kabininden farklı olmayan camdan bir ofiste yapılır. Kafka, geçen kalabalığa (Açlık Sanatçısı’ndaki sahneleri hatırlatan) bir görsel uyarım sunan bu alanı tanımlamak için çok özen gösterir. Aynı zamanda Dava ve Şato’daki sahnelere de benzer. Bu ofisin, kişilerüstü, mekanik ve neredeyse gerçeküstü memurlardan bilgi almak için, yüzlerce kişinin sıralanması gereken bir bürokrasi olduğunu öğreniriz. Bu cam kabin, dış dünya ile Karl’ın hayran olduğu ama aynı zamanda da gözünü korkutan, görünüşte sınırsız olan bilgi deposu arasındaki arabuluculuk işlevini görür.

Bir pencerenin ardından Oklahoma Doğa Tiyatrosu’nun yeni dünyasına bakan Karl Rossmann ile bitirilen roman Kafka ile örtüşür. Onun sokaklardaki hayata dair girişimlerinin tamamı başarısızlıkla sonuçlanmış, her sapağın sonu, yalnızca daha büyük bir düşmanlık ve insanoğluna daha da fazla yabancılaşmaya çıkmıştı. Varlığını sürdürmek için tek umudu, herkese açık olan Doğa Tiyatrosu ile simgelenen sanat dünyasındaydı. Kafka’nın kendisiyle olduğu gibi, gönül rahatlığı, sanatsal yaratıcılığın iç dünyasında bulunabilirdi. Bununla birlikte buradaki başarı, görülebilen ama kişinin gözlemlerinin amacına ortak olunamayan camdan bir kalkana dayalıydı.

Kafka’nın hikâye tarzındaki düzyazısında olduğu gibi, günlükleri ve yazışmaları da, kendisinin de simgesel ve yazınsal anlamda pencerelere yakın olduğunu ve dış dünya ile sağladıkları bağlantıya onun da ihtiyacı olduğunu gösteren pencere göndermeleriyle doludur. Prag’ın çatılarının üstünden fevkalade bir manzaraya sahip Langengasse’deki odasına taşınmasından kısa süre sonra Felice Bauer’e, penceresinden seyredebileceği güzel bir manzara olmadığında kendisinin perişan bir adam olduğunu yazar. (21 Mart 1915) 24 Kasım 1914’te Felice’e, odasındaki açık bir pencerenin önünde çalıştığını ve uyuduğunu ve onun da aynı aptalca alışkanlığa sahip olup olmadığını bilmek istediğini anlatır. 1 Kasım 1912’de açık bir pencere önünde sert ve sıkı bir biçimde jimnastik yaptığını yazar. Nişanlısına ve arkadaşlarına yaptığı açıklamalardan, Kafka’nın genellikle penceresinde çalıştığını biliyoruz: “Pencerede okurum” (Nisan 1909’da Max Brod’a); “Penceredeki koltukta oturarak okumayı tercih ederim, aksi takdirde okumam” (fiubat 1918’de Felix Weltsch’e); “Pencerenin kenarında oturuyorum” (24 Kasım 1912, Felice Bauer’e). Kafka seyahate çıktığında, bir seferinde Ludwig Gleim’in Halberstadt’daki evine ziyarete gider ve daha sonra Max Brod’a gönderdiği, evin bir resminin olduğu kartpostala yine ayrıcalıklı sözcüklerini kullanarak coşkunlukla şunları yazar: “Cadde üzerinde on altı pencere! Bu Alman şairleri ne kadar da zenginler!” (7 Temmuz 1912) Greta Bloch, Grillparzer’in odasını tasvir ettiğinde Kafka benzer biçimde kıskanmıştı: “Laf arasında, eski ve ulaşılamaz bir arzu: geniş bir pencerenin önündeki masada oturmak, pencereden ardına kadar açık bir görüşe sahip olmak… Ne güçlü arzu!” (12 Mayıs 1914) Kafka, 1917’de bulunduğu Schönborn-Palais’yi ilk ziyaret ettiğinde, bir sürü geniş pencere üstüne yorum yapar ve apartmanları “bir rüyanın yerine getirilmesi” diye adlandırır. (1917 fiubat’ının ilk günleri.)

Kafka’nın pencerelere olan büyük merakı, büyüyüp yetiştiği Prag’daki çevresi incelendiğinde bir ölçüde anlaşılabilir. Örneğin, onun Haus Minuta’dan (1889-96) ya da Zeltnergasse 3’teki dairesinden görülen kendi Altstadt manzarasının, “Sokak Penceresi”, “Dalgın Seyrediş” ve öbür çalışmalarına yansıdığı gayet net biçimde imgelenebilir. Kafka, Zeltnergasse’deki hayatın akışını, muhite hâkim olan Teinkirche’nin karşısına inşa edilmiş dar görüşlü evin bir ön penceresinden izleyebilirdi ya da bir arka pencereden kilisenin yükselen duvarını… Binanın minicik avlusunun arka tarafını kaplayan bu duvarın ortasında, kilisenin güzel Gotik pencerelerinden biri belli belirsiz görünür. Gariptir ki duvarın arasına yapılmış, kiliseyi ve apartmanı ayıran, Kafka ailesinin kilisenin buhurla dolu, gizemli, karanlık ve oldukça yüksek iç kısmını bizzat görebildiği, büyük temiz camdan bir pencere de vardır (bkz. Gustav Janouch, Kafka lebte in Prag adlı fotoğraf). Kafka’nın Pariserstrasse 36 apartmanındaki penceresinin de Hüküm’ün açılış dekorunu etkilediğine hiç şüphe yoktur. Moldau’nun karşısındaki tepeleri ve parkları gören, Kafka’nın kendi manzarası, Georg Bendemann’ınkine çok benzer. Kafka, günlüğünde bize, sabahın erken saatlerinde, bu öyküyü tamamlarken gördüklerini anlatır: “Pencerenin dış tarafı nasıl da maviye döndü. Bir yük arabası geçip gitti. ‹ki adam köprüden karşıya yürüdü.” (23 Eylül 1912) Muhtemelen ailesinin Altstädterring’deki daha sonraki bir dairesinde Kafka, penceresinden eski şehrin ve hayatının tüm arenasının manzarasına tepeden bakabiliyordu. Arkadaşı ve ‹branice öğretmeni Friedrich Thieberger’e anlattığı gibi onun hayatı, çevresi bu küçük pencereden görülebilen küçük bir çemberin içinde geçti: “Pencereden aşağıdaki Ringplatz’a baktığımızda,” dedi Kafka, “burası benim okulumdu, orada yolun karşısındaki binada üniversite ve biraz daha ilerde solda ofisim. Bu küçük çemberde…” ve parmağıyla birkaç küçük çember çizdi, “tüm hayatım kuşatıldı.”

Kafka’nın penceresi bir yandan onun tanıdığı, görebildiği ve yükümlülük hissettiği topluma hem hakiki ve hem de simgesel bir giriş sağlarken, kendini çok yabancılaşmış hissettiği dünyaya karşı bir kalkan da oluşturuyordu. Üniversitede ve bürokratik mesleğinde disiplini sayesinde başarılı olmuştu ama bize tekrar tekrar anlattığı gibi, en çok da odasında yazarak geçirebildiği saatlere değer veriyordu. Bununla birlikte, görünüşe bakılırsa ne iç ne de dış dünyada hiçbir zaman bütünüyle var olamayıp, yalnızca ikisinin arasındaki pencerede yer alabildiği için, ailesine karşı suçluluk ve yükümlülük duyguları çok büyüktü. 29 Ekim 1912 tarihli bir günlük yazısında bu durumu kendisinin çizgiyi nadiren aştığı, yalnızlık ve topluluk arasındaki bir sınır bölgesi olarak anlatır. Bize “sınır bölgesi”nin, bu ne varlık ne yokluk durumunun, Robinson Crusoe’nun terkini bir cennete dönüştürdüğünü anlatır.

Kafka’nın kişisel düş kırıklığı, o günlerde Yahudiler için yalnızca iç karartıcı bir portre sergileyen Prag’daki sosyo-politik durumla şiddetlenmiş olmalı. Hem Çek hem de Alman milliyetçiliğindeki antisemitizmin artması, ‹mparatorluk’un ayrışması ve eli kulağında olan savaş tehlikesi onun camın arkasına çekilmesine katkıda bulunmuş olmalı. Brod ve öbürleri eski Kutsal Topraklar’da yeni bir ev için planlar yaparken, kronik kararsız Kafka, gerçekte oraya ait olmadığını bildiği halde yalnızca Eski Prag’ın dar sokaklarını ve geçitlerini betimleyebildi. Zamanın tatsız olaylarını gözlemleyebildiği camın arkasındaki sahipsiz ülkeden başka ne sosyal ne de metafiziksel anlamda kalıcı bir evi olmadı. Eğitimli kişiler, Kafka’nın çalışmalarındaki penceresinin betimlemesiyle kesin biçimde ilişkili olan kabin motiflerini tanımladı çoğu zaman. Kafka bu durumundan bir çıkış yoluna sahip değildi; onun ne toplum için ne de kendi içsel yazınsal dünyası için pencereyi terkederek açıkça kaçabileceği bir çatlağı gösteren hiçbir imge yoktur dünyasında. Friedrich Thieberger’e bunları hatırlatan sözleriyle Kafka, her insanın bir çemberin orta noktası olduğunu, kendi “radyan”ını izlemesi, sonra dairesini çizmesi ve tamamlaması gerektiğini öne sürer. (23 Ocak 1922 tarihli günlüğünde) Böylece Kafka, birçok kez orta noktadan kaçmaya ve bir raydan oluşturmaya çalıştığını (“Örnekler: piyano, viyolin, diller, Germen bilimleri, antisiyonizm, ‹branice, bahçe işleri, marangozluk, edebiyat, evlilik girişimleri, kendi dairem.”) ama tamamının başarısızlıkla sonuçlandığını yazar. O, kendi dünyasında bir tutuklu, yalnızca dışarıda akıp giden dünyayı izlemesine olanak veren ama asla kırıp dışarı çıkamadığı cam kabinin içinde bir kötürüm olarak yaşar. “Kanun Önünde”nin baş kahramanı gibi, devinimsiz, yılmış bir seyirciydi ve hiçbir zaman bir katılımcı olamadı.

Kafka’nın penceresinin “Sınır Bölgesi”ni terk etmek ve toplumda bir katılımcı olmak (mesleği, nişanlanması, vb.) için gerçekten mücadele ettiğine ilişkin yeterli kanıt vardır. Yalnızca Kafka’nın yapıtlarında bile, karşı yön için sürekli bir ‘aradaki bölge’yi terk etme, penceresinin perspektifinden ayrılma ve tamamen iç dünyaya çekilme girişimi görürüz. Buna belirgin bir örnek, Sortini’nin fiziksel talebini içeren mektubu pencereden atarak kendini toplumdan tecrit eden ve iç dünyasına çekilmeye zorlanan, Şato’daki Amalia karakteridir. Amalia’nın romandaki kadın kahraman olarak tanımlanması önemli bir noktadır; o büyük bir dayanılıklılıkla durumunu kabullenir, doğru olanı yaptığını bilir ve birçok Kafka baş kişisine tanıdık olan bir “yücelik” atmosferiyle kuşatılır.

Gregor Samsa, kendi kimliğini korumak için savaşmak zorunda olan bir başka Kafka figürüdür. Başlangıçta onun odası, üç yanı aile üyeleriyle çevrili herkese açık bir kabin gibidir ve kapı sayesinde onların hepsi de odasına girme ve yararlanma hakkına sahiptir. Gregor’un tek kişisel seti yazarın, “bir pencereden dışarı bakmanın sürekli ona verdiği özgürlük hissi,” diye andığı penceresidir. Bununla birlikte, bu başkalaşımın (dönüşüm) ardından, Gregor’un penceresi, onun alışılmış besini olmakla birlikte, eski öneminden bir şeyler kaybeder. Sonraları pencereden yalnızca sis görünür. Işık, dışarısı, eski aktiviteler ve amaçların tümü, onun kendini tamamen özel iç dünyasına vermesiyle yavaş yavaş yok olur. Birkaç yorum, Dönüşüm’de Gregor’un bir böceğe dönüşmesinin Kafka tarafından belki de pozitif bir başkalaşım olarak görüldüğünü öne sürer. Gerçekten de 1 Mart 1913’te, Kafka bununla ilgili olarak Felice Bauer’e aşağıdakileri yazdı. Yalnızca Brod’un evindeki duruma atıfta bulunmuş olması olasıdır ama büyük olasılıkla, Gregor ve Kafka’nın pencerelere karşı tutumları göz önünde bulundurulursa, onun sözleri, hikâyenin bu biçimde anlaşılmasını destekler: “Max’ın evinde hoş bir akşamdı. Hikâyemle çılgın bir anlam çıkarmaya çalışıyordum. Ama sonra kendimizi koyuverdik ve çok güldük. Eğer biri kapıyı ve pencereyi dünyaya karşı sürgülerse, o kişi, zamanla bir suret yaratır ve güzel bir hayatın gerçekliğine ilk adımı atar.” (1 Mart 1913)

Pencere imgelerinin böyle çözümlenmesiyle sağlanan bakış açısından yola çıkılarak Gregor’un, hayattan elini eteğini çekip penceresinin ardına çekilerek ironik bir biçimde kendini gerçekleştirdiği öne sürülebilir. Hiç kuşku yok ki, dönüşümünden önce bildiği hayata dair bir övgü de vardır yapıtta; hayattan çekilmesinin ve ölümünün gerekliliği onun için sağlam ve samimi bir inanç haline gelir. (“Ortadan yok olması gerektiğine ilişkin kararı, kız kardeşinden bile daha güçlü tutunduğu bir şeydi…”) Yaşam için savaşmaya can atmaz, daha çok “huzur dolu düşüncelere dalmak” ister ve uygun bir biçimde, son nefesini verirken şafağın ilk renklerinin dolduğu penceresinin farkına varır. Ölümünden sonra, pencereler ve sokaklardaki hayat artık Gregor’la değil, onun vaktiyle asalak olan ailesiyle ilgilidir. Onlar, ki artık kendi dönüşümlerine maruz kalıp dış dünyanın aktif birer katılımcıları olmaya başlamıştır, bu gerçeği ve Gregor’un penceresinin parlak ışığı altında ölümünü kutlarlar. “Doğruldular, pencereye gittiler ve sıkıca birbirlerine kenetlenerek orada kaldılar.”

Kafka’nın yazışmalarındaki ve günlüğündeki bir yığın pencere göndermesinin hiçbiri, hayata karşı mühürlenmiş tüm pencere ve kapılarıyla onun “güzel yaşam”ın böylesi bir gerçekliğini tecrübe ettiğine dair herhangi bir belirti taşımaz. Penceredeki mücadelesinin endişe ve umutsuzluk dolu olduğunu öne süren çok sayıda kaydın tersine, o belki de kendi içsel dünyasından vahim bir biçimde uzaklaşmıştır. 19 Nisan 1916’da Kafka, babasıyla ve penceredeki belli belirsiz duruşuyla ilgili sıkıcı bir kâbusunu kaydeder günlüğüne. Babası, sokaktan geçen bir alayı görmek için pencereye fırlar ve sokağa doğru keskin bir eğimi olan ve tuhaf bir biçimde geniş görünen pervazdan sarkar. Kafka olası bir düşüşü önlemek amacıyla panik içinde babasının giysisini kavrar ama sonra babası sanki oğlunu da sokağa doğru çekmek için şeytani bir biçimde daha da aşağıya sarkar. Kafka, babasıyla birlikte aşağı çekilmemek ve ayaklarını sabit bir yere geçirebilmek için bir yol arar. Fiziksel gerilimi çok yüksektir ve düşmeden önce uyanır.

Kafka’nın Babaya Mektup’una ve öbür çok sayıda biyografik belgeye dayanarak Hermann Kafka’nın oğlundan korktuğunu, onun edebiyat tutkusuna anlayış göstermeyen ya da sempati duymayan zalim bir baba olduğunu ve bu yüzden baba-oğul çatışmasını anlatan bu rüyanın olağandışı olmadığını görebiliriz. Bununla birlikte Kafka’nın, oğlunu bu denli geniş ve tehlikeli bir biçimde aşağıya eğimli pervazı olan penceresinden çeken babayı anlatan kâbusu, bu mücadeleyi pencere imgesi bağlamına yerleştirir ve onun en büyük korkularını tertemiz özetler. Penceresi onun dış dünyadan çekilmesini mümkün kılar ama onun zırhı, camın kendisi kadar incedir. Babası tarafından böylesine şiddetle ve ansızın zarar görmüş olma düşüncesi onların ilişkileriyle örtüşür ve ailesine duyduğu sorumluluk ve suçluluk duygusuyla ilgilidir.

Bu pencere pervazını, karşılıklı olarak birbirinin dışında tutulan iki dünyanın arasındaki bu ayracı aşmak, Kafka için kökten bir değişiklik demektir. Babasının dünyasında yaşayabileceğini gösteren hiçbir kanıt olmadığından, camdan, çok aşağıdaki sokağa düşmek Kafka’nın endişesinin boyutunu anlatır. O, kendi iç dünyasının el değmemişliğini koruyamazsa ve tayfın iki ucu arasındaki pencerede oturma dengeleyici eylemini daima başaramazsa o zaman belki de pervazdan düşmek tek seçenek olacaktır. Hem günlüklerinde hem de mektuplarında, pencereden sarkma olasılığının Kafka için gerçek bir bedel olduğuyla ilgili birçok kayıt vardır. Kendilerini camın arkasındaki katışıksız kişiliklerine adayan Gregor, Amalia ya da Açlık Sanatçısı’nın tersine Kafka, onun için hem fiziksel hem de entelektüel anlamda ölüm demek olmasına rağmen, camdan sarkmayı çok düşünür. Bu gibi kayıtlar, 1911’de artan bir sıklıkta görülür ve özellikle 1912-1913’te, Kafka’nın hayatının yönüyle ilgili kararsızlıklarla boğuştuğu bir sırada depreşir. 9 Kasım 1914 tarihli bir günlük kaydında, Kafka kendini günün ilk saatlerinde genişçe açılmış kolları, kavisli karnı ve bacaklarıyla, neredeyse kapalı olan penceresinin içinden geçerken gözünde canlandırır. 14 Aralık 1911’ de, kaygı verici biçimde, “Babam çekişmeye devam etti, ben sessizce pencerede dikildim,” diye yazar. 1911’in Noel gününde ruh hali, durumuyla ilgili olarak daha şiddetli bir hal alır: “Pencereye çarpmak, tüm gücünü kullandıktan sonra takatsiz bir biçimde, ağaç ve cam parçalarının arasından pencere pervazından geçmek.”

Kafka’nın ifadeleri, ne-ne de pozisyonunu terk edip topluma karışmak için bir köklü girişimin simgesel betimlemeleri olarak yorumlanabilir. Bununla birlikte benzer kayıtlar, gelecek yılda Kafka’nın gerçekten de kendi ölümüne doğru böyle bir atlayışa niyet ettiği ve hayata ‘bakan’ pencerenin, en azından potansiyel olarak, ölüme ‘açılan’ pencere’ye dönüştüğünü netleştirir. 8 Mart 1912’de, “Sonra koltukta, bir saat boyunca pencereden aşağı atlamayı düşündüm,” diye yazar. Ekim’ de, bölünmüş ve hüsrana uğramış benliğinin önündeki seçenekleri düşünürken depresyonu artar ve 8 Ekim 1912’de arkadaşı Max Brod’a, ailesini ve kendi ihtiyaçlarını eşzamanlı uzlaştıramadığını yazar ve, “Kusursuz bir berraklıkla fark ettim ki, artık bana açık olan yalnızca iki olasılık var; ya herkes uyuduktan sonra pencereden atlamak ya da önümüzdeki iki hafta içinde her gün fabrikaya ve kayınbiraderimin hukuk bürosuna gitmek. ‹lki bana hem yazılarımdaki bozulma hem de fabrikayı yetim bırakma yüzünden duyduğum tüm sorumluluktan kurtulma fırsatını sağlayabilir. ‹kincisiyse, kesinlikle yazılarımı kesintiye uğratacak. Uzun süre pencerede dikildim ve cama baskı yaptım ve düşüşümle köprüdeki geçiş ücreti tahsildarını korkutmak için uygun olabilecek birçok an vardı,” diye anlatır. Bu ifadelerin ciddiyetini değerlendirmek için okuyucu, Kafka’nın 1907-1913 yılları arasında Niklasstrasse’de on beş katlı bir binada ailesiyle birlikte yaşadığının ve atlayışının kesinlikle ölümüyle sonuçlanacağının farkına varmalıdır. Max Brod’a, yazmaya başlamadan önce gerçekten de atlamak için “kesin kararlı” olduğunu ama sonradan gücünün azaldığını yazar. Kafka’nın arkadaşına yazmakta şifa bulduğu ve bu tanıdık imgeleri neredeyse doğal bir şeymiş gibi görmesi de olasıdır. Bununla birlikte yalnızca iki buçuk ay sonra Felice Bauer’e yazarken (29-30 Aralık 1912) yine ciddiyetle bu konudan söz eder ve intiharla ilgili eski duygularını yansıtır: “Geçmişte defalarca, geceleyin pencerenin kenarında mandalla oynayarak ve pencereyi açıp kendimi aşağı atmayı neredeyse bir görevmiş gibi addederek durdum. Ama bu uzun zaman önceydi ve şimdi senin beni sevdiğini bilmek, daha önce hiç olmadığım kadar kendimden emin olmamı sağlıyor.” Gerçekte o, yalnızca haftalar önce pencereden sarkmakla ilgili yazmışken, burada “uzun zaman önce” diye söz etmesi dikkat çekiyor. Onun böyle anıları geçmişte daha gerilere iterek baskılamaya çalıştığı görülebilir. Mektuplarda romantikliğinin yoğun çoşkusuna kapıldığı için aslında Max Brod’a yazdığı mektubu hatırlamadığı da iddia edilebilir. Ancak konunun ciddiyeti ve günlük kayıtlarının sayısı göz önüne alındığında böyle bir şey olası değildir. Bir pencereden atlamayı yeniden düşünmesi uzun zaman önce olmadığı için, onun kendisine ve/ya da Felice’e karşı tamamen dürüst olmadığını söylemek daha olasıdır. Yalnızca üç hafta içinde, 21 Ocak 1913’te Felice’e, “Bu sabah kalkmadan önce ve kesintili bir gece uykusundan sonra o kadar üzgündüm ki, mahzunluğum içinde kendimi atmak için değil de (ki bu hüznüm için çok neşeli olurdu) pencereden düşmek için çok büyük bir istek duydum,” diye yazar. Ve 28 Mart 1913’te, sabahın 4:30’unda gözüne uyku girmediği için hayallerinin Felice’ine yazdığı mektupta, “Pencere açıktı ve hızla dönen düşüncelerimin içinde her çeyrekte bir, durmadan pencereden atlıyordum, sonra trenler geldi, birbirinin peşi sıra rayların üstünde uzanan cesedimin üstünden, boynumdaki ve bacaklarımdaki iki kesiği derinleştirip genişleterek geçtiler,” diye anlatır. 15 Ağustos 1913’te günlüğüne, “Sabah… Yatakta acılar… Tek çare pencereden atlamakta görünüyor,” satırlarını kaydeder.

Pencereden atlamak (örneğin; 6 Temmuz 1916: “Felice’le yaşamanın imkansızlığı… yüksek pencereden atlamak.”) ve genellikle intihar (Günlük, 15 fiubat 1914 ve 15 Ekim 1914) ile ilgili sonraları da referanslar olmasına rağmen bu tür örneklerin çoğunluğu, Kafka’nın zihninin yoğun bir biçimde ilk büyük çalışmalarıyla (Betrachtung (Gözlem), Dava, Dönüşüm) ve ailesinin talepleriyle meşgul olduğu 1912-1913 döneminde görülür. Kafka’nın kendini pencereden atmak hakkında sonradan daha az yazdığı gerçeği onun bu problemlerini çözdüğü anlamına gelmez. Onun pencere imgeleri önemli bir rol oynadığından yazmasının tedavi edici bir değeri olduğu biçiminde bir tahminde bulunulabilir. Ayrıca belki de intihar fikri, o kendini asıl eylemi gerçekleştirmekten aciz olduğuna inandırdığı için zamanla azalmıştır. Herhalde Kafka için sorunun, veremden öleceğini öğrendiği ana kadar çözümlenmediği kabul edilebilir.

Max Brod, Kafka’nın yalnızca imgeler ve metaforlar içinde düşünebildiğinden, felsefi tartışmalara eğilimli olmadığına dikkat çeker. Onun pencere imgelerini kullanmasıyla ilgili yukarıdaki özetleme, Brod’un onun eserlerinin ayrılamaz oluşunu açıklayan gözlemlerini destekler. Dışarıdaki toplumu seyreden, aynı anda hem o topluluğa katılmak hem de kendi özbenlik duygusunu korumak için mücadele eden soyutlanmış bir bireyle ilgili pencere imgesi, aslında Kafka’nın temel halidir. Kişi, pencerenin “sınır bölgesi”nde başarısızlıkla özdeşleşmeye eğilimli, yılmış bir seyirci olarak kalabilir (örneğin, Kafka, Joseph K.); kesin bir itaat içinde pencereden babanın talihsiz dünyasına dalabilir (örneğin, Georg Bendemann); ya da toplumdan tümüyle kopmuş bir biçimde pencereden kendi özel dünyasına çekilebilir (örneğin, Gregor Samsa). Kesinlikle böyle bir özet, Kafka’nın karmaşık dünyasından yalnızca kısmen söz edebilir ama elbette onun hayatı algılamasında pencere simgesinin temel bir unsur olduğunu anlatabilir.

İngilizceden çeviren: Yonca Yalçın Çakmaklı
http://www.notosoloji.com/

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir