Kapitalizmin Yarattığı iki Olgu: Marksizm ve Polisiye Roman – Ahmet Ümit

ahmet_ÜmitMarksçılık ve polis terimleri genelde birbirine karşıt iki sözcük gibi düşünülür, algılanır. Marksçı düşüncenin ortaya çıkışından bu yana geçen yaklaşık yüz elli küsur yıl, gerek Almanya, Fransa, İngiltere gibi kapitalist ülkelerde, gerekse daha geri sosyoekonomik yapılara sahip olan Asya, Latin Amerika, Afrika ülkelerinde polis en hafif deyimiyle, Marksistlere acımasızca saldırmıştır.

Devrimcilerin yalnızca düşüncelerini değil kendilerini de fiziksel olarak yok etmekten geri durmamış, teknolojinin yeni buluşlarını kullanılarak modern işkence evleri oluşturmuş, inançlarına en sıkı biçimde sanları insanları bile kararsızlığa düşürecek korkunçlukta ölüm biçimleri icat etmiştir. Hükümetler bu amaç doğrultusunda milyarlar harcamaktan, insan haklarını çiğnemekten, sahtekârlıklardan, yalan söylemekten hiçbir zaman çekinmemiş ve etik bir kaygı duymamıştır.

Bütün bu olanlardan sonra Marksizm ve polisiye sözcüklerinin bir arada anılmasının yaratacağı gerilimi ya da paradoksu haklı bulmak gerekir. Ama kimileri işi daha da ileriye götürerek Marksçı düşünce ile polisiye romanı bir araya getirilmemesi gereken, birbirine karşıt iki olgu gibi değerlendiriyor. Polisiye romanın “polis” sıfatına bakıp, bu roman türünü “polis”in, yani erki korumakla görevli kurum ya da kişilerin romanı olarak algılama yanlışlığına düşüyorlar. Bu durumda, burnundan kıl aldırmayan, o çok bilmiş “züppe” eleştirmenlere karşı yıllarca kendini kahramanca savunan ve edebiyat tarihinde hak ettiği yere oturan polisiye romanın, “Devrimin Tartuffe’lerine karşı da yeni bir cephe açmaktan başka çaresi kalmıyor.

Aslına bakarsanaz bu cephe epeydir açık. Bu cepheyi ilk açanların arasında kimler yok ki: Öncelikle Bolşevik Partisi Politburo üyeliğine kadar yükselen Nikolay îvanovıç Buharin’den söz edelim. Buharin iflah olmaz bir polisiye roman tutkunuydu. Bu tutku o kadar fazladır ki, elindeki romanı bırakamadığı için parti toplantılarına geç kaldığı bile olmuştur.

Tanınmış Marksist iktisatçı Ernest Mandel ise polisiye roman bağımlısı olduğunu gizlemeye gerek duymadığı gibi, bu konuda en önemli incelemelerden biri olan Hoş Cinayet -Polisiye Romanın Toplumsal Tarihi- adlı bir de kitap yazmıştır. Bu kitapta diyalektik yöntemi kullanarak polisiye romanın toplumsal zeminini inceler; kitapta adı geçen roman ve yazar sayısı ise Mandel’in polisiye türe olan tutkusunun boyutlarını tartışmasız bir kesinlikle gözler önüne serer.

Ama hiç kuşkusuz bu cephenin en önemli şahsiyeti, polisiye romanda bir devrim yaratan Amerikalı yazar Samuel Dashiell Hammett’tır. Gazete satıcılığı, doklarda işçilik, demiryollarında memurluk, reklamcılık ve dedektiflik yapan Hammett, Amerikan Komünist Partisi üyesi ve McCarthy mahkemelerinden yüzünün akıyla çıkabilen az sayıdaki Amerikalı aydından biridir. Hammett, ABD’deki büyük ekonomik kriz öncesi toplumsal yapıdan yola çıkarak, kara para-mafya-politikacı ilişkisini anlatarak polisiye romanı toplumsal bir zemin üzerine oturtmuştur.

Devrimci etkinliklerinden ötürü tutuklanan, bir süre Nazi kamplarında yaşamak zorunda kalan Fransız Leo Malet de yazdığı romanlarla polisiye-kara türün ustaları arasında yerini almıştır. Polisiye roman kaleme alan devrimci edebiyatçıların sayısı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle de dünyayı sarsan 68 olaylanndan sonra hızla artmaya başlar. İspanya’dan yine bir zamanlar komünist partisi üyesi olan Manuel Vazquez Montal-ban, Juan Antonio de Bias; Fransa’dan G. J. Arnaud, Jean Francois Vilar, Didier Daeninckx gibi yazarlar çağımızın sorunlarını polisiye-kara tür içinde anlatmayı seçmişlerdir.

Devrimci yazarların bu türe ilgi göstermeleri büyük bir merak konusudur. Marksçı düşünceyle ya da daha genel bir ifadeyle söylersek, devrimci praksisle polisiye roman arasında ne türden bir ilgi vardır ki, yukarıda adı geçen yazarlarımız bu türden metinler kaleme almıştır?

Bu sorunun yanıtını bulmak için tarihe dönmemiz gerekiyor. Polisiye romanın ortaya çıkışı XIX. yüzyılın başlarına rastlar. Bir önceki yüzyılın değerleri hızla yıkılmakta, yerine üretim araçlarını ele geçiren burjuvazinin kâr amaçlı kuralları/kuralsızlıkları yerleşmektedir. Bu süreçte “burjuvazi kın kentin egemenliğine sokar. Çok büyük kentler yaratır. Kentsel nüfusu, kıra kıyasla büyük ölçüde artırır.” XVIII. yüzyılda başlayan kırsal alanın çözülüşü, XIX. yüzyılda kentlerde büyük bir karmaşaya yol açar. Kırdan gelen nüfus artık istihdam edilememektedir. Fabrikalardaki işçi sayısı yeterliliğe ulaşmıştır. Onları on on iki saat çalıştırmak varken yeni işçilere ücret ödemek kapitalistlerin işine gelmez. Paris, Londra gibi Avrupa başkentlerinin varoşlarını dolduran bu istihdam edilmemiş, aç ve hasta nüfus, suç patlamasına yol açar.

Gündüz gözü hırsızlıklar, gasplar, yağmalar, cinayetler görülür. Bu haberler o dönemin bulvar gazetelerinde sıkça yer almaya, tiyatrolarda sahnelenmeye başlar. Halkın suçlarla ilgili haberlere, oyunlara ilgisi inanılmaz ölçüde büyüktür. Bu ilgi giderek bu konulann öyküleştirilmesine yol açar. Böylece 1841 yılında Edgar Allan Poe, ilk polisiye roman olarak kabul edilen Morgue Sokağı Cinayeti’ni yayınlar. Dikkat edilirse bu tarih, Komünist Manifesto’nun yayınlandığı günden yedi yıl öncesini gösternektedir. Bu bir raslantı değildir. Nasıl ki Marksçı düşüncenin feodal toplum içinde ortaya çıkması olanaksız ise, polisiye romanın da kapitalizm öncesi toplumlarda boy veraıesi olanaksızdır. Başka bir deyişle Marksizmi de, polisiye romanı da yaratan kapitalizmdir.

Polisiye romanın kapitalizmle birlikte doğması yalnızca suçun artması ve çeşitlenmesiyle açıklanamaz.

En önemli nokta suçun üzerindeki gizem örtüsünün kalınlaşması, suçun gizlenmesinde ulaşılan ustalıktır.

Kapitalizmde bilim ve teknolojinin üretimin emrine verilmesiyle, feodal toplumdaki kan davası, namus cinayeti, hırsızlık, gasp gibi basit suçlar daha karmaşık biçimler kazanırlar. Toplum kapitalizmin gelişim yasalarına uygun olarak yeniden düzenlenirken, suç da buna ayak uydurmak zonanda katır. Bu noktada Marx’m suç hakkında yazdıklarına göz atarsak, konu daha da iyi anlaşılır: Suçlu yalnızca suç değil, aynı zamanda ceza hukukunu da üretir, ceza hukuku dersleri veren profesörü, hatta ve hatta profesörün içinde derslerini piyasaya bir meta olarak çıkardığı kaçınılmaz ders kitabını da üretir… Suçlu, bazen ahlaki, bazen acıklı bir izlenim yaratarak halkın ahlaki ve estetik duygulanm harekete geçirmekle bir “hizmet” görmektedir. O, ceza hukuku üzerine ders kitapları ve bizzat ceza hukukunun kendisini ve böylece yasa koyucuları üretmekle kalmaz, aynı zamanda sanat, edebiyat, roman ve (Sofokles’in) Oi-dipus ve (Shakespeare’nin) ///. Richard’uan aynı ölçüde Müllner’in Swc’unun ve Schiller’in Haydutları’nın doğruladığı üzere trajik oyunları da üretir.”

Böylece Marksçılık ile polisiye romanın bir başka ortak yanı daha ortaya çıkar: “Adaleti” gerçekleştirmek.

Kuşkusuz ikisinin de “adalet” kavramına bakış açısı, yükledikleri anlamlar oldukça farklıdır. Polisiye roman cinayet, hırsızlık, rüşvet, cinsel saldın, casusluk gibi var olan burjuva hukuk sistemi içindeki suçlardan yola çıkarak, yine aynı yasal mantalitenin gerekli gördüğü adaleti sağlar. Sağlanan adaletin evrensel-etik değerlere uygunluğu göz önüne alınmaz Ama ne olursa olsun sağlanan “adalef’tir. Nasıl ki polisiye roman suçun nedenini saptayıp, suçun nasıl işlendiğini bularak suçluyu ortaya çıkarmaya çalışırsa, Marksçı düşünce de kapitalist toplumun, karmaşık ekonomisi, hukuk, siyasal, sanatsal, etik sistemleriyle üzerini örttüğü sömürüyü açığa çıkarır. Deyim yerindeyse bu insanlık suçunu açıklamaya çalışır. Konuyu böyle ele alınca uzun yıllar Londra’da yaşayan, bizim gür saçlı, gür sakallı, aydınlık gülüşlü Marx’i, hemşerisi Sherlock Hol-mes’un ustası olarak görmek neden yanlış olsun? Kapitalist sistemin özü olan metayı bulmak için uğraşan Marx’in çözdüğü denklemlerin, polisiye romanlardaki bulmacalardan daha az karmaşık olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Kuşkusuz Dedektif Marx, polisiye romanın ilk dönemlerinde geçerli olan analitik yöntemden çok daha iyi bir yöntemle suçu açığa çıkarmaya çalışıyordu. Polisiye roman o dönemde ancak analitik yöntemi kullanabilecek kadar gelişmişti. Oysa Hegel okulundan gelen Marx, diyalektiği kullanarak sentezci yöntemle yalnızca ne, niçin, ne zaman, nasıl sorularına yanıt vermekle kalmıyor, aynı zamanda sağlanan adaletin ne için, nasıl olması sorularının yanıtını da bulmaya çalışıyordu. Ama bu arada bir roman türüyle bir düşünce sistemini karşılaştırdığımızı da unutmayalım. Roman sorular sorarak olayları anlatır, felsefi-politik düşünce sistemleri ise sorulara yanıtlar da bulmaya çalışır.

Görüldüğü üzere Marksçı düşünce ile polisiye roman arasında anlamlı bağlantılar kurmak olanaklı. Bu bağlantılar önemli olmakla birlikte, devrimci polisiye yazarlarımızın yalnızca bu nedenlerle yapıtlarını kaleme aldıklarını sanmak biraz saflık olur. Gerçek nedeni anlamak için polisiye türün dışma çıkıp, edebiyatın doruklannı oluşturan yazarlara bakmak gerekir. Bu ölümsüz yazarlar: Shakespeare ile Dostoyevski’den başkası değildir. Ama biraz daha gerilere gidersek bir üçüncüyle de karşılaşırız. Sop-hokles. Üç yazarımızın da yapıtlarını incelediğimizde suçu konu edindiklerini görürüz.

Sophokles, Kral Oidipus’ta. babasını öldürerek kutsal yasayı çiğneyen kahramanın trajik yazgısını anlatır.

Shakespeare ise Hamlefte, Macbet’te, III. Richard’da, erke gelmek için cinayetler dahil korkunç suçlar işleyen karakterleri gözler önüne serer, suçun toplum ve insanlar üzerindeki etkilerini irdeler.

Dostoyevski de ustalarının yolundan gider. Suç ve Ceza’da, Karamazov Kardeşler’de aynı izlekten yola çıkar. Suçun insan psikolojisi üzerindeki etkileri üzerine okuru karmaşık bir gezintiye çıkarır. Onların yapıtlarını polisiye olarak adlandıramasak da, bu üç önemli yazarın yapıtlarındâ suç olgusunu seçmeleri bir raslantı değildir. Suç, yaşanılan çağı, toplumu, bireyi anlatmanın olanaklarını içinde en iyi barındıran konudur. İşlenen bir suçu incelediğinizde; işleniş biçimine, nedenine ve amacına bakarak toplumun politik anlayışını, sosyoekonomik yapısını, etiğıni, sanata bakış açısını kavrayabilirsiniz. Suç, insan ruhunun karmaşık yapışım açıklayabilmek için sanatçıya sayısız ipucu verir. Romanı, insan ruhunda bir kazı olarak tanımlarsak, bu arkeolojik çalışmada suçu merkeze almaktan daha akıllıca bir şey düşünülemez. Üstelik yazarımız suç çağında yaşıyorsa, gizemli suçu konu alan romanlar yazmasından daha mantıklı ne olabilir ki? Ernest Mandel bu konuda şunları yazıyor:

Burjuvazinin tarihinin kendini niçin bu çok özel edebi tür (polisiye roman) içinde yansıttığı sorusunun cevabı şudur. Burjuva toplumunun tarihi mülkiyetin tarihidir; mülkiyetin tarihi de kendi zıddı-nın, yani suçun tarihini içerir. Burjuva toplumunun tarihi aynı zamanda bir yandan mekanik biçimde dayatılan davranış ve toplumsal konformizm kuralları ile diğer yandan tutkular, arzular, insan ihtiyaçları arasındaki gitgide daha fazla patlamaya hazır çelişkinin, kendini kuralların, cinayet dahil gitgide daha şiddete dayalı biçimde hiçe sayılması şeklinde dışa vuran çelişkinin tarihidir. Kendisi de şiddetten doğan burjuva toplumu şiddeti sürekli olarak yeniden üretir. Ve ondan beslenir. Suçtan doğmuştur ve gitgide daha sınai bir ölçekte işlenen suça yol açar. Özetle, polisiye romanın yükselişi bir bütün olarak burjuva toplumunun bir suç toplumu olmasıyla açıklanır belki de.

Mandel’in de belirttiği gibi polisiye roman, polisin romanı değil, tersine içinde yaşadığımız sistemi belki de en iyi sorgulayan ama bunu yaparken de okuru geceleri uykusuz bırakarak merak içinde sayfalar boyunca koşturan bir özellik taşır. Polisiye, okuru romana katar, onun zekâsını alttan alta sınar, uyanık tutar.

Eğer yazar hile yapmıyorsa, daha doğrusu kendi kurgusuna güveniyorsa, polisiye roman okur için daha da zevkli hale gelir. Çünkü o da yazarla eşit olarak, aynı bilgilerle olayı çözmeye koyulur. Başaranlar, kendilerinden hoşnut olma ödülünü kazanacaklar, bu arada keyifli bir beyin jimnastiği yapmış olacaklardır.

Ama yalmzca beyin jimnastiği mi? Hayır, aynı zamanda çağın, insanın sorunları üzerine de düşünmüş, korkmuş, ölmeyi, öldürme duygusunu yaşamış olacaklardır. Aldıkları estetik haz da cabası.

Belki bütün polisiye romanlarda bu özelliklerin bulunmadığı söylenecektir. Doğrudur, ama “ciddi” edebiyat denilen türün bütün yapıtlarında istediğimi”‘ bulabilip or muyuz sanki? Ama iyi polisiye romanlarda bu nitelikleri bulmak olanaklıdır. Okurun bu yapıtı almaya gereksinimi varsa tabii Sonuç olarak şunu söyleyebilirim; yüz elli küsur yıldır kendini yenileyerek -yanlış okumadınız yenileyerek dedim- yeni olanı kendi bünyesine alıp, farklı estetik biçimler yaratarak var olan polisiye roman, insanlar suç işledikçe, yetenekli yazarların imgeleminden yepyeni biçimlerle yazıya dökülecektir. Polisiye romanı yok edecek tek şey; bütün sanat alanları için geçerli olan “kendini tekrarlamak” yanlışıdır. Kendini yenilediği sürece polisiye romanın insanlara söyleyeceği çok şey var.

Kendini yenilemek: İşte devrimci düşünce ile polisiye roman arasında başka bir benzerlik. Yenilenme, tıpkı polisiye roman gibi, devrimci düşünce için de bir varlık yokluk sorunudur. Nasıl polisiye roman yüz elli küsur yıllık varlığına karşın her geçen gün insanların daha çok ilgisini çekiyorsa, kendini yenileyen devrimci teorinin de, umutsuzluğa düşmüş, yabancılaşmış, bunalmış insanlığı etkilemesi kaçınılmazdır. Yeter ki yenilenme yaşamla bağını koparmasın.

Ahmet Ümit
Marksizm ve Gelecek, 1998, sayı: 14

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir