Karakter Aşınması (Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri) – Richard Sennett

Karakter AşınmasıYeni ekonomik düzenin büyülü sözcüğü “değişim”in doğası nedir, insanlara nasıl yansıyor? Her zaman kısa vadeye endeksli bir ekonomide kişi nasıl kalıcı değer ve hedeflere sahip olabilir? Her an parçalanan veya sürekli yeniden yapılanan kurumlarda, kişi kendi kimliğini ve yaşam öyküsünü nasıl oluşturabilir?
Küreselleşme olgusunu makro düzeyde inceleyen birçok kitap yayımlandığı halde, bu sürecin mikro düzeyi, insan karakteri üzerindeki etkileri pek az incelendi. Richard Sennett, Karakter Aşınması’nda bunu yapıyor.

Ona göre sermayenin, günümüz ekonomisinin bütün dünyaya yayılmış dalgalı denizlerinde “hızlı kar”ın dışında başka bir amacı yok; şirketlerini piyasadaki anlık değişimlere müdahele edecek biçimde esnekleştirip, yeniden yapılandırıyor. Kişilerden sürekli kendisini yenilemesini, seyyar olmasını, risk almasını, rekabet becerisini geliştirerek yırtıcı bir karakter edinmesini, takım çalışmasında uyumlu olmasını bekliyor. Ancak eski kapitalizmin rutin ve monoton yapısına karşı savunulan bu politikaya yakından bakıldığı zaman sadece eski iktidar yapılarının rengini değiştirdiği görülüyor. Çalışanlar için esnekliğin anlamı ise yaşam boyu iş güvencesinin yok olması; sürekli iş ve şehir değiştirerek yön duygusunu yitirmek; istikrarlı işlerin yerini geçici projelere bırakması ve bir işten diğerine, dünden yarına sürüklenen yaşam parçacıklarından beslenen, rekabetin körüklediği “güvensizlik” ve “kayıtsızlık” duygusu… Ve bir de karakter aşınması… Oysa insan karakteri, duygusal deneyimlerimizin uzun vadeli olması ve başkalarıyla girdiğimiz ilişkilere yüklediğimiz etik değerler üzerinden gelişir. Karakter, içsel bütünlük, ilişkilerde karşılıklı bağlılık ve uzun vadeli bir hedef için çaba harcamak biçiminde kendini gösterir. Yeni kapitalizm ise güvenmeyi, bağlanmayı ve uzun vadeli planlar yapmayı karlı bulmaz, reddeder.

Sennett Karakter Aşınması’nda gelişmiş bilgisayarlarla üretilen ekmeğin kalitesinden çok, ekmeği yiyenlerin hayatına bakıyor ve soruyor: “Bu sistem insanın yaşamına değer ve anlam katıyor mu?” Ve ekliyor “değişim, kitlesel ayaklanmalarda değil, ihtiyaçlarını birbirleriyle paylaşan insanların arasında, toprakta yeşerir. İnsanları birbirleri için kaygılanmaz hale getiren bir rejimin, meşruiyetini uzun süre koruyamayacağından eminim.”

Yeni vesayet ve karakter aşınması – Aziz Çelik
(17.02.2011, BirGün Gazetesi)
Karakter Aşınması, Richard Sennett?in ?Yeni kapitalizmde işin kişilik üzerindeki etkileri? alt başlığını taşıyan ünlü eserinin adı. (*) Özgün adı the Corrosion of Character. Korozyon paslanma ve çürüme anlamına da geliyor. Kişilik paslanması, karakter bozulması veya çürümesi de diyebilirsiniz.

Nasıl güçlü metaller zamanla oksitlenip, paslanıyor ve aşınıyorsa, insan karakteri de zamanla değişebiliyor; zor ve güç karşısında zayıflıyor, paslanıyor ve aşınıyor. Güvencesizlik, esneklik, insanın çalışma sürecinde yalnızlaştırılması ve örgütsüzleştirilmesi yeni kapitalizmde ahlaki bir kimliğin oluşmasını engelliyor Sennett?e göre.

Sennett kitabında iki farklı kapitalizm dönemini bir baba oğulunun çalışma hayatı üzerinden ele alıyor. Baba Enrico Fordist ?istikrarlı- kapitalizmin döneminin sıradan bir işçisiydi, oğul Rico ise esnek ve istikrarsız kapitalizmin ?başarılı? ama güvencesiz çalışanı. Sennett?in ?karakter aşınması? kavramı sadece çalışma yaşamı açısından değil, içinde yaşadığımız siyasal sürecin kişilik üzerindeki etkilerini anlamak için de oldukça elverişli bir alet. Sennett?in kitabının alt başlığından esinle şöyle diyebiliriz: Yeni vesayet rejiminin kişilik üzerindeki etkileri; husumet, rövanşizm, kayıtsızlık, şımarıklık, güce tapınma, zihniyet polisliği, hukuk ve adalet duygusundan yoksunluk olarak tezahür eden yeni kişilik yapısı.

Sennett?in eski kapitalizme ilişkin söylediklerine benzer şekilde ifade edecek olursak, eski vesayet rejimi rutin ve monoton bir yapıya sahipti. Uzun geçmişinden ve oturmuş özelliklerinden dolayı yapacakları tahmin edilebiliyordu. Yarattığı kişilik aşınması biliniyordu. Eski vesayet rejiminin ürettiği aşınmış aydın, gazeteci ve siyasetçi için rejimin bekası her şeydi. İşkence de, hukuksuz delil toplama da, yargısız infaz da, masumiyet karinesinin hiçe sayılması da mübahtı. Bütün bunlar teferruattı. Aslolan müesses nizamın bekasıydı. Eski vesayetin aydını ve gazetecisi yaftacıydı. Çok kolay tasnifler yapardı: Devletten yana olanlar ve olmayanlar.

Her vesayet yandaş yaratır. Güce yaslananlar, güç karşısında aşınanlar, paslananlar; güce tapanlar olur. Her vesayet dönemi aşınan karakterlerin altında saklı muhterisi ve küçük faşisti de ortaya çıkarır. Elbette yeni vesayet rejimi de benzer sonuçlar üretiyor. Yöntemler daha rafine, zarf yeni ama mazruf eski. Vesayetin el değiştirdiği günümüzde yaşanan kararkter aşınması çok daha çarpıcı.

Geçmişte, eski vesayet döneminde kendisine yapılanlar bugün başkalarına yapıldığında suskun kalmalar, içten içe sevinmeler ve dahası zil takıp oynamalar…Yeni vesayet rejimi kurulurken yaşanan acelecilik aşınmanın ivmesini de artırıyor. Adeta alt benliğin bütün sınırlamalarından kurtulması gibi ortaya dökülen savrulmalar, arsızlıklar ve pervasızlıklar yeni dönemin karakter aşınmasının ?özgün? yanları. Yeni vesayete yaslanarak eski ile hesabını görme reel politikliği ve bu yüzden yeninin hukuksuzluklarına, haksızlıklarına göz yummalar yeni vesayetin yarattığı karakter aşınmasının en pespaye yanları.

Tıpkı eski vesayet taraftarları gibi ?yaz bizdensin ya onlardan? babından yaftalamalar, amaç için ?eski vesayeti tasfiye etmek için- herşeyi mübah görmeler, bir silahlı güce ?ama iyice süngüsü düşmüşken- sataşmanın büyük hazzını yaşarken, diğer silahlı gücün yükselen vesayeti ve hiddeti karşısında susmalar. Daha dün eski rejimi ?jüristokrasi? olarak yerden yere vurup, yeni vesayet rejiminin ?kuvvetler birliği? gidişatı karşısında hafıza kaybı yaşamalar…

Karakter aşınmasının çok hazin örneklerini yaşıyoruz. Söz ve basın özgürlüğü üstüne titizlenmek, rakibinin sesi kısıldığında daha çok ses çıkarmak gerekirken farklı düşünenler baskıya uğradığında muktedirler korosunda avazı çıktığı kadar bağırmalar; karakter aşınması sonucu asıl işlerini bir yana bırakıp birer zihniyet polisine dönüşmeler… Kendinden farklı ses çıkaranları?kendisinin ve yanyana durduklarının uslübuna bakmadan- provakatör olarak ilan etmeler, hükümete yönelik ekonomik eleştiriyi bile hükümeti devirme niyeti olarak okumalar, arkadaşları hakkında fazla sert yazan bir yayın organı basıldığında ?geç bile kalındı, daha önce basılmalıydı? demeler… Sanki Orwell?in Gerçek Bakanlığı?nın mensupları onlar.

Yıllarca yazdığı ve tanınmasını borçlu olduğu mecradan ayrılıp başka bir yerde yazmaya başlayınca birden bire hidayete ermeler, eski saflarını en ağır sıfatlarla dövmeler, küçük iktidarlarını büyük hırsları için kullanmalar, kendini gizli akıl hocası sanmalar… Yeni kapitalizm nasıl çalışanın karakterini aşındırıp onu güçsüz ve kişiliksiz hale getiriyorsa, yeni vesayet de pek çok karakteri öğütüyor, aşındırıyor.

Sennett kitabını şöye bitiriyor: ?İnsanları birbirleri için kaygılanmaz hale getiren bir rejimin, meşruiyetini uzun süre koruyamayacağından eminim.? Galiba tek teselli, bu kadar hızlı ve derin karakter aşınmaları yaratan yeni vesayet rejiminin kendisinin de aşınması ve paslanmasının kaçınılmaz olması.

Fakat o zamana kadar daha çok iç acıtıcı ve hazin karakter aşınmalarına tanık olacağız.

Karakter Aşınması / Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerine Etkileri – Richard Sennett
Özetleyen: Esra Aşan, İlker Aslan, Özgür Çiçek
(http://www.bgst.org/keab/rs20090706.asp)
Aşağıda özetlenen metin, BGST içinde yürütülen çeşitli çalışmalara (çalışanlar tiyatrosu, toplumsal araştırmalar vb.) arka plan oluşturması açısından özetlenmiş ve çalışma grupları içinde aktarımı yapılarak tartışılmıştır.

Kapitalist sisteminin günümüzde geldiği nokta, neo-liberalizm ve küreselleşme olgusu üzerine sosyal bilimlerin pek çok disiplini içinde sayısız çalışma yapılmakta, dünya sisteminin geldiği nokta analiz edilmeye çalışılmaktadır. Richard Sennett Karakter Aşınması kitabıyla günümüzde kapitalizmin hangi dinamikler üzerinden işlediğini ortaya koymaya çalışırken yeni kapitalizmin karakter üzerindeki etkisine odaklanmaktır. Değişen ekonomik ve toplumsal koşullar karşısında kişinin karakterinin nasıl etkilendiği ve nasıl bir değişim geçirdiği sorularına cevap oluşturmaya çalışmaktadır.

Richard Sennett, Karakter Aşınması kitabının önsözünde günümüz kapitalizmini esnek kapitalizm olarak tanımlıyor. Sennett’e göre günümüz kapitalizminin hızlı kâr elde etmek dışında bir amacı yok. Yeni kapitalizm, kapitalizmin basit bir varyasyonundan ibaret değil ve sanıldığından daha karmaşık bir sistemi ifade etmekte.

Bu sistemde ESNEKLİK ön plandadır: Katı bürokrasiye ve anlamsız rutine karşı ESNEKLİK.

Kâra en hızlı bir şekilde ulaşabilmek için şirketler, piyasalardaki anlık değişimlere müdahale edecek şekilde bir esnekliğe sahip olmalı, piyasanın kısa vadeli ihtiyaçlarını merkeze alarak kendini yeniden yapılandırmalıdır.

Çalışanlardan ise rekabet becerisinin yanında

her an değişime hazır olmaları
sürekli risk almaları
düzenlemelere ve prosedürlere giderek daha az bağlı kalmaları isteniyor.
Çalışanlar için esneklik

yaşam boyu iş güvencesinin yok olması,
sürekli hareket halinde olarak, iş ve şehir değiştirerek yön duygusunun yitirilmesi;
istikrarlı işlerin yerini geçici işlere bırakması;
rekabetin beslediği güvensizlik ve kayıtsızlık duygusu;
sürekli belirsiz ve değişen koşullar karşısında gittikçe artan bir kaygı duygusu
anlamına gelmektedir.

Kısa vadeye odaklanan bu sistemde kariyer kelimesinin de anlamı değişiyor. İş yaşamında kariyer kelimesi kişinin çalışma hayatının ömür boyu izlediği yolu ifade etmek için kullanılıyor. Esnek kapitalizm kişinin eskiden ömür boyu izlediği bu neredeyse düz yolu kesintiye uğratıyor ya da insanları sürekli yol ya da şerit değiştirmeye zorluyor.

İnsanlar, esnek modellerde götürü usulü çalışmaya ve parça başı işler yapmaya başlıyor. Bunlar görünürde belli avantajlar olarak sunulsa da, gidilen yolun rotasının orta vadede tahmin edilemez oluşu çalışanlarda kaygıların artmasına neden oluyor. İnsanlar hangi risklerin olumlu sonuç vereceğini, hangi rotanın hedefe en yakın yolu çizdiğini bilemiyor.

Geçmişte kapitalizm, kendisine atfedilen lanetli sistem yaftasından kurtulmak için “serbest girişim”, “özel girişim” gibi çeşitli dolaylamalar geliştirmişti: Günümüzde sıklıkla kullanılan ESNEKLİK söylemi de bu dolaylamalardan biridir. Esnekliğin, katı bürokratik uygulamaların karşısına çıkarak ve insanları risk almaya davet ederek, insanlara kendi yaşamlarını şekillendirmede daha fazla özgürlük tanıdığı söyleniyor. Öte yandan savunulan bu özgürleştirici etkisinin aksine, esnek kapitalizm eski kontrol biçimlerinin yerine ?anlaşılması oldukça zor- yeni kontrol biçimleri getiriyor.

Kitabın asıl olarak merkeze aldığı konu esnekliğin çalışanların karakteri üzerindeki etkilerinin ne olduğudur. Karakter, kendi arzularımıza ve diğer insanlarla aramızdaki ilişkilere yüklediğimiz etik değerdir. İnsanın karakteri onun dünyayla nasıl bağlantı kurduğuyla ilintilidir. Genel bir tanımlamayla karakter kendimizde değerli bulduğumuz ve başkalarının değer vermesini beklediğimiz kişisel özelliklerimizdir. Bu özellikleri seçer ve içimizde yaşatırız. İnsanın karakteri, duygusal deneyimlerimizin uzun vadeli olması ve başkalarıyla girdiğimiz ilişkilere yüklediğimiz etik değerler üzerinden gelişir. Bu süregiden bir edimdir. Karakter içsel bütünlük, ilişkilerde karşılıklı bağlılık ve uzun vadeli bir hedef için çaba harcamak biçiminde kendini gösterir.

Yeni kapitalizm ise güvenmeyi, bağlanmayı ve uzun vadeli planlar yapmayı kârlı bulmayarak reddeder. O halde “an”a odaklanan bir toplumda hangi özelliğimizin kalıcı bir değer taşıdığına nasıl karar verebiliriz? Kısa vadeye kilitlenmiş bir ekonomik yapıda uzun vadeli hedeflere nasıl sahip olabiliriz? Her an yeniden şekillenen kurumlarda karşılıklı sadakat, bağlılık nasıl sürdürülebilir? Bunlar esnek kapitalizmin karakter konusunda karşımıza çıkardığı sorunlardır.

I

SÜRÜKLENME

Richard Sennett, hayatını 70’li yılların ekonomik koşullarında kuran Enrico ile 2000’li yılların iş hayatında konumlanan oğlu Rico’nun hikâyesi üzerinden kapitalizmin geçirdiği evrimin bir ailenin iki kuşağının yaşam koşullarını nasıl etkilediğini göstermeye çalışıyor.

Enrico’nun hikayesi:

Richard Sennett, Enrico ile 70’lerin başında yaptığı bir mülakat nedeniyle tanışır. Enrico o zamanlar hademelik yaparak geçimini sağlıyor. Şehrin göbeğindeki bir iş merkezinde tuvalet temizliyor ve yerleri siliyor. Enrico’nun, Amerikan rüyasını gerçekleştirmek gibi bir niyeti yok. İşinin tek ve kalıcı hedefi ailesine hizmet etmek. O yıllarda yeni ergenlik çağına giren oğlu için büyük ümitler besliyor. On beş yılda biriktirdiği parayla bir banliyöde ev almış, yaşadığı İtalyan mahallesiyle bağlarını koparmıştır. Çünkü banliyöde oturmak çocuklar açısından daha uygundur. Karısı Flavia ise kuru temizleme fabrikasında ütücü olarak çalışıyor. 70’lerde ana-baba iki oğlunun üniversite eğitimi için para biriktirmekle meşgul.

Enrico ve onun kuşağının yaşamlarında zaman son derece doğursal akmaktadır. Her günü neredeyse aynı olan işlerde yıllar boyunca çalışmaktadırlar. Birikimleri zaman boyunca doğrusal olarak artar. Sürprizlere pek de yer olmayan bir hayatı yaşarlar. Savaş ya da büyük ekonomik krizlerin olmadığı bir dönemde işçiler belli sendikal güvenceler altında emekliliklerini beklerler. Enrico hayatını çalışarak, evinde tamirat yaparak, taksit ödeyerek geçirmektedir. Emekli olunca eline ne kadar paranın geçeceğini kuruşu kuruşuna bilmektedir.

Kendi yaşam deneyimlerini maddi ve manevi bir birikime dönüştürebilen Enrico, hayatını kendi kendisinin yazdığını hissediyor ve toplumsal hiyerarşinin alt basamaklarında yer almasına rağmen bu anlatı ona belli bir özgüven sağlıyordu.

Banliyödeki komşuları arasında sessiz, kendi halinde bir yaşam süren Enrico, eski mahallesine döndüğünde her Pazar ayine giden, dedikodu yapılan kahve sohbetleri için mahallesine uğrayan kendi kurtarmış değerli bir büyük olarak ilgi görüyordu. Enrico’nun hikayesini bilenler ona saygı duyuyordu.

Enrico, siyah hademelerle uzun yıllar uyum içinde çalışmış olmasına rağmen siyahları sevmezdi. Kendi babası İngilizceyi doğru dürüst konuşamadığı halde İtalyanlar dışındaki yabancıları, örneğin İrlandalıları sevmezdi. Ancak Enrico en çok orta sınıftan hoşlanmazdı. Onların kendisine bir hiçmiş gibi davrandığını düşünürdü. Onun bu öfkesine alttan alta eğitimsiz olduğu, ayak işleri yaptığı için kendisine bu şekilde davranıldığı korkusu eşlik ediyordu. Öte yandan ergenlik çağına yeni giren oğlu Rico’nun toplumsal hiyerarşide yükselerek bir orta sınıf üyesi olmasını şiddetle arzu ediyordu.

Rico’nun hikâyesi:

Pahalı takım elbiseler, deri laptop çantası, armalı aile yüzüğüyle Rico, babası Enrico’nun hayallerini gerçekleştirmişe benziyor. Ücret hiyerarşisinin ilk %5’lik dilimine girmeyi başarmış. Ancak bunu yaparken babasının yönetimini reddetmiş. “Zaman hizmetkarları” olarak adlandırdığı sırtını bürokrasiye dayayan insanlardan ve onların yaptığı işlerden nefret ediyor. Bunun yerine değişime açık olmak ve risk almak gerektiğine inanıyor.

Rico yerel bir üniversitede elektrik mühendisliği bölümünü bitirmiş. Ardından New York’ta işletme okumuş. Orada okuldan arkadaşı olan ve daha iyi bir aileden gelen Protestan bir kadınla evlenmiş. [1] Mezuniyetini izleyen ondört yıl boyunca çeşitli gerekçelerle (kimi zaman eşinin kariyeri uğruna, kimi zaman da işten çıkarılma nedeniyle) aile dört kez taşınmış. Sonunda Rico kendi danışmanlık şirketini kurmuş. Eşi Jeannette ise bir şirkette kimi evde, kimi ofiste çalışan bir muhasebeci ekibinin başında bulunuyor. Annesi işe girdiğinde Rico’nun babası Enrico biraz utanmıştı. Rico ise eşi Jeannette’i kendisiyle eşit görüyor ve ona uyum sağlıyordu.

Çift oldukça parlak görünen kariyer hikayelerine rağmen kendi yaşamaları üzerindeki kontrolü yitirdikleri duygusuna sık sık kapılıyor. Rico’da bu kontrol kaybı duygusu özellikle zamanın denetimi noktasında ortaya çıkıyor. Kendi danışmanlık şirketini açtıktan sonra en ufak detaylarla ilgilenmenin yanısıra başkalarının programlarına kendinin adapte etmek zorunda kalmış. Aslında belli sözleşmeler çerçevesinde çalışmak istiyor. Ama ardından da itiraf ediyor: Sözleşmeler palavradan ibaret. Rico’nun “Ben şu işi yaparım, bundan sorumluyum” diyebileceği sabit bir işi yok.

Jeannette’in yaşadığı kontrol kaybı ise daha ince: başında bulunduğu muhasebeci ekibi, her biri kendisine bilgisayar kablolarıyla bağlı, kendisinden binlerce kilometre uzakta çalışan evde ya da ofiste bulunan, büyük bölümü alt kademe büro elemanlarından oluşan bir grup. Evde çalışanlar telefonlar, mailler yoluyla denetim altında tutulmaya çalışılıyor. Ofiste çalışan memurları organize etmek için ise yüz yüze görüşmeler yerine doldurulması gereken formlar var. Bu formların bürokrasiyi azalttığını söylemekse oldukça güç. Jeannette’in sözü aynı ofiste çalışanların başında durduğu zamanki kadar geçmiyor artık.

Rico’daki ve eşindeki bu kontrolü kaybetme kaygısı sadece işinde iktidarını yitirme kaygısından kaynaklanmıyor. Rico iş hayatında hayatta kalabilmek için yapması gereken şeylerin ve yaşayış tarzının kendi duygularında ve iç dünyasında bir sürüklenmeye yol açacağından korkuyor.

Rico ve Jeannette yalnızca iş yerindeki insanlarla arkadaş olabiliyorlar ve sık sık iş değiştirmeleri bu arkadaşlıkların internet üzerinden sürmesine neden oluyor ve devamlılığına ket vuruyor. Rico’nun babası Enrico’nun hademeler sendikasında ya da Italyanlar arasında hissettiği cemaat duygusunu Rico elektronik iletişimde arıyor. Anlık iletilerin ve yüzyüze olmayan kısa görüşmelerin yapıldığı internette bu duygunun ne kadar tatmin edildiği ise ayrı bir soru.

İş nedeniyle yapılan taşınmalar da kalıcı bir ilişkiler ağına dahil olmayı zorlaştırıyor. Yeni taşınılan bölgedeki insanlar hep onlara öncesi, tarihi olmayan yabancılar gibi davranıyor.

Arkadaşlıklarının ve yaşadıkları muhitlerin geçiciliği Rico’nun en derin kaygısı olan ailesiyle ilgili kaygısının arka planını oluşturuyor. Enrico gibi Rico da, çalışmayı ailesine hizmet etmek olarak görüyor. Ancak Enrico’nun aksine Rico’nun işinin doğası onun bu hedefe ulaşmasını engelliyor. Danışmanlık firmasında işlerinin yoğunlaştığı dönemlerde kendi ailesine yabancı hale geliyor. Çocuklarının ihtiyaçlarını ihmal etmekten yoğun kaygı duyuyor. Çocuklarına gerekli etik disiplini veremeyecek olmak Rico’yu oldukça korkutuyor.

Oğluna ve kızına hayatta kararlı hedeflere sahip olmaları konusunda örnek olmak istiyor. Ama kararsız, her an değişebilir bir ortamda çalışıyor. Kendi çalışma hayatını çocuklarına bir etik davranış örneği olarak sunamıyor. İyi bir işin nitelikleriyle iyi bir karakterin nitelikleri birbiriyle örtüşmüyor. Kısa vadeli anlık hesaplar iş dünyasını belirliyor.

***

Günümüz kapitalizminin ayırt edici niteliği olarak küresel piyasa ve yeni teknolojilerin kullanımı gösteriliyor. Buna bir de zamanı, özellikle de çalışma zamanını organize etmenin yeni biçimlerini eklemek gerekir.

“Uzun vade yok” sloganı günümüzde iş dünyasının büyük ölçüdeki değişimini ifade ediyor. Artık bir iki kurumda çalışıp belli bir kariyer edindikten sonra emekli olan insanlara rastlamak pek mümkün değil. Kişinin çalışma yaşamı boyuca becerilerini değiştirmeden ilerlemesi de mümkün görülmüyor. Mesela, 2 yıllık bir üniversite eğitimi almış ortalama bir Amerikalı çalışma hayatı boyunca en az 11 defa iş değiştiriyor ve temel becerilerini en az üç defa yenilemeye hazır olması gerekiyor.

“Uzun vade yok”; güveni, sadakati, karşılıklı bağlılığı aşındıran bir slogan. İnsanın çalışma hayatında zorlu bir görev üstlenince kime güveneceğini bilmesi ancak yoğun güven deneyimleriyle mümkündür. Bu tür deneyimler zamanla gelişir. Modern kurumların kısa vadeli çerçevesi enformel güvenin oluşmasını sınırlar. Yukarıdan aşağı katı komuta zinciri yerini esnek ve gevşek bir network’e bırakıyor. Bu esnek ortamda sosyal bağlar zayıflıyor.

“Uzun vade yok” sloganı aile ilişkilerine aktarıldığında bırakıp gitme, kendini adamama ve fedakarlıkta bulunmama anlamına gelir. Rico bir etik değer olarak bağlılığı çocuklarına öğretmek istediğinde onlara hiçbir şey veremiyor. Çocuklar için bağlılık ne ana babalarında ne de ana babalarının kuşağında görebildikleri bir değer.

Rico’nun iş yerinde başarılı olmasını sağlayan esnek davranışlar iyi bir aile babası olmasını sağlamıyor ve kendi karakterini kolayca onarılmaz bir biçimde zayıflatıyor. Bu esnek davranış kalıpları bir baba veya bir cemaatin üyesi olmasına yardımcı olmuyor, sürdürülebilir sosyal ilişkiler geliştirmesini engelliyor. Rico ve eşi, ailelerinin modern iş yerine ait olan kısa vadeli davranışlara, sadakat ve bağlılık eksikliğine kurban gitmesini engellemeye çalışıyor.

Aile ve iş arasında yaşanan bu gerilim çalışanların karakterini de etkiliyor. Başta sorduğumuz soruları hatırlayacak olursak: Hep kısa vadede yaşayan bir toplumda uzun vadeli hedefler nasıl güdülebilir? Kısa fragmanlardan oluşan bir toplumda kişi kendi anlatısını nasıl oluşturabilir?

Rico’nun ailesini etik değerleri muhafaza eden bir yapıya büründürme yönelimi onu siyasal anlamda muhafazakarlaştırmış durumda. Eskiden kendisini liberal olarak tanımlayan Rico, şimdilerde muhafazakar görüşlere daha yakın duruyor. Aşınmaya verilen tepki korunmacılığı getiriyor. Rico’nun benimsediği bu kültürel muhafazakarlığının temel nedeni hayatındaki tutarlılık arayışı. Çocuklarının tutarlılıktan yoksun, yönlerini yitirmiş, ahlaki parametrelerden yoksun bireyler olabileceği korkusu Rico’yu muhafazakar değerlere sarılmaya zorluyor.

Rico, gerek iş hayatında karşılaştığı değişimler gerekse ailesinin karşı karşıya bulunduğu riskleri içeren sürüklenmenin karşısına kendi iradesini fazlasıyla öne çıkararak direnmeyi koyuyor. Kendisinin kim olduğunu tanımlayan, kesin, değişmeyen, öz itibariyle tanımlanan zaman üstü değerler sistemi inşa ederek bunlara sarılmaya çalışıyor. İradesi statik hale gelmiş, sadece belli statik değerlerin yüceltilmesine saplanıp kalmış durumda. Bir uçta sürüklenme varken diğer uçta statik yüceltme duruyor.

Geleceğe dair duyulan kaygı, belirsizlik, istikrarsızlık tarihin belli dönemlerinde hep olagelmiştir. Ama bu dönemler felaket dönemleridir. Şu anda ise ortada görünür bir felaket olamamasına rağmen belirsizlik, istikrarsızlık, geleceğe dair duyulan kaygı gündelik işleyişe sinmekte, normal bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

II

RUTİN

Modern toplum iş yaşamını ve devlet yapısını felç edebilen rutin kavramına, bürokratik zaman anlayışına savaş açmış durumda. Oysa sanayi kapitalizminin başlangıç yıllarında rutinin kötü olduğuna dair bir önkabul mevcut değildi. Açmak gerekirse 18 yy ortalarında tekrara dayalı çalışmanın biri olumlu ve faydalı diğeri ise yıkıcı olmak üzere iki sonucu olabileceği düşünülüyordu.

Rutini olumlu yönü Diderot’un Encyclopédie’sinde, olumsuz yönü ise Adam Smith’in Ulusların Zenginliği kitabında resmediliyordu. Diderot işteki rutinin diğer ezberleyerek öğrenme türlerinde olduğu gibi gerekli ve öğretici olduğuna inanıyor, Adam Smith ise rutinin insan zihnini körelttiğini düşünüyordu.

Diderot’nun rutin yüceltisinin nedeni çalışanın bilgileri tekrarlar yoluyla beynine depolayabilecek olması ve istendiği zaman oradan çekip alınarak başka işlerin yapımında kullanılmasıdır. Aktörlük Üzerine Aykırı Düşünceler adlı kitabında bir oyuncunun rollerini sürekli tekrarlayarak rollerinin derinliklerine nasıl indiklerini açıklamaya çalışır. Diderot tekrarın bu erdemini endüstriyel yaşamda da bulmaya çalışmıştır.

Adam Smith, Ulusların Zenginliği kitabının önsözündeki serbest piyasayı savunan sözleri nedeniyle kapitalizmin savunucusu olarak görülmüştür. Öte yandan kitabı dikkatle incelenecek olursa kapitalizmin insan üzerindeki etkilerine dair oldukça karamsar bir tablo çizdiği görülecektir. Smith’e göre para, mal ve emeğin serbestçe dolaşımı insanları ister istemez daha fazla uzmanlaşmaya zorlayacaktı. Serbest pazarların büyümesi daha belirgin toplumsal işbölümlerini gündeme getirecekti.

Smith’e göre yaşadığı dünya uzun zamandır rutin kavramına aşinaydı. 16 yy’dan itibaren kilise çanları günü zaman dilimlerine ayırıyordu. Smith’in dönemine yaklaştıkça mekanik saatlerin kullanımı yaygınlaşmış ve insanlar sadece ibadet zamanlarını değil, çalışma zamanlarını da organize etmeye başlamışlardı.

Çalışma hayatının zaman odaklı düzenlenmesi ve üretimi arttırmak için yapılan işbölümlerinin çalışanların hayatları doğrudan etkilediğini Smith gözlemlemişti. İnsanların saatler boyunca aynı küçük ayrıntıyı tekrar tekrar yapmaları onların zihinlerini körelten öldüren bir edime dönüşmeye başlıyordu.

Smith yeni düzende “en fazla çaba sarfedenler en azla yetinmek zorunda kalıyor” derken ücretlerden ziyade işin insani boyutuyla ilgileniyordu. Kitabından alıntılayacak olursak;

“işbölümünün ilerlemesiyle birlikte, emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi? bir dizi çok basit işlemle, hatta bir veya iki işlemle sınırlı hale gelir? Bütün hayatı birkaç basit işlemle geçen adam? son derece aptal ve cahil hale gelir.”

Dolayısıyla birkaç işlem yapan sanayi işçisi ve dizeler ezberlemiş oyuncu arasındaki benzetme yanlıştır. Çünkü işçi oyuncudaki özdenetime ve ifade gücüne asla sahip değildir. Yaptığı tekrara dayalı iş onu pasifleştirir. Rutin, insan karakterinin derinliğini yok etme tehlikesini barındırır.

Smith, Ahlaki Duygular Kuramı adlı kitabında sempati kavramının önemine değinmiştir. Sempati kendiliğinden beliren ve başkasının yaşadığı sıkıntıları ya da gerilimleri anlayabilme yeteneği olarak tariflenmektedir. Kendiliğinden beliren bu duygu “patlaması”, rutinle beraberinde getirdiği mekaniklik sayesinde kontrol altına alınıyor ve ortaya çıkışı engelleniyor. Bu tür duygu patlamalarının önemine değinen Smith çağdaşlarından tamamen farklı düşünüyordu. Onlar insan karakterinin; kendiliğinden duygulardan, hatta insan iradesinden bağımsız olduğunu düşünüyorlardı: “Doğa ve doğanın tanrısı emreder, insan boyun eğer.” Adam Smith ise günümüze daha yakın bir karakter anlayışını savunuyordu. Karakter ona göre tarih ve onun öngörülemez zikzakları tarafından biçimlendirilir. Oysa rutin, hakimiyetini kurunca, kişisel tarih için fazla bir şeye izin vermez. Karakterini geliştirmek isteyen kişinin rutinden kurtulması gerekir.

Adam Smith’in sonrasında da onun iyi bir okuru olan Marx’ın rutin zamana dair beslediği korkular fordizmle çağımıza aktarılmıştır.

Ford Motor Şirketi’nin Highland Park Fabrikası örneği

Fordizm; Henry Ford’un Highland Park Otomotiv Fabrikasından türetilmiş bir terim. Bu fabrika 1910-1914 arasında teknoloji temelli işbölümünün kusursuz bir örneği olarak gösterilmektedir.

Bu tür fabrikalar kurulmadan önce otomobil endüstrisi zanaata dayalı, yüksek vasıflı işçilerin gün boyunca bir motor ya da bir kaporta üzerinde bir dizi karmaşık işlemi gerçekleştirdiği bir üretim modeline dayanıyordu. İşçiler büyük bir özerkliğe sahipti. Otomotiv sektörü, vasıflı işçilerin başında olduğu bir dizi atölyenin toplamı olarak görülebilirdi.

Ford motor şirketi üretimi bir endüstri haline getirince vasıflı işçiler yerlerini sözde uzmanlaşmış işçilere bıraktı. Bu işçilerin işi, pek fazla uzmanlaşma gerektirmeyen, düşünce ve karar almaksızın uygulanan bir dizi işlemi hayata geçirmekti. Uzmanlaşmış işçilerin üzerinde onların yaptığı işi denetleyen ve karar alma yetkisine sahip az sayıda vasıflı işçi bulunuyordu.

İnsan emeğini basitleştirmek için karmaşık makinelerin ve yüksek teknolojinin kullanılması fikri Smith’in korkularının gerçek olmasına giden yolu açtı. Endüstri psikologu Frederick W. Taylor büyük bir tesiste makine ve tasarımın müthiş derecede karmaşık olabileceğini, ancak işçilerin bu bütünün dizaynını anlamasına gerek olmadığını düşünüyordu. Ona göre işçiler ne kadar basit işlemler ile meşgul olurlarsa verim o oranda artacaktı. Taylor bir kronometre eşliğinde her küçük işlemin ne kadar zaman aldığını hesaplıyor ve verimliliği arttırmaya çalışıyordu.

General Motors’un Willow Run Tesisi örneği

Rutinin ve teknik iş bölümünün ulaşabileceği son noktalardan biri General Motors’un Willow Run tesislerinde karşımıza çıkar. Bir kilometreyi geçen uzunlukta ve 400 metreyi geçen genişlikteki bir yapıdan söz ediyoruz. Araba yapımında kullanılan tüm materyal tek bir çatı altında toplanmıştır ve iş son derece disiplinli bir analist ve yönetici bürokrasisi tarafından kontrol edilmektedir. Mühendislik harikası bu yapı üç ilkeye göre işliyordu:

Büyüklük mantığı
Hiyerarşi mantığı
Metrik zaman
Büyüklük mantığı: “Daha büyük olan daha verimlidir” gibi basit bir mantık üzerine kuruluydu. Üretimin her aşaması tek bir mekanda toplanmaktadır. Bu da enerji tasarrufunu, maliyetlerin azalmasını ve iş yerinde denetimi sağlamaktaydı.
Hiyerarşi mantığı: Üretimi organize eden ve yönlendiren üst yapı bütün olası beyin işlerini imalat sürecinin dışına çıkarıyor; her şey plan-program-tasarım departmanlarında merkezileştiriliyordu. İş yerinin generalleri ile askerleri arasında keskin bir hiyerarşi oluşuyordu. Sonuçta sadece ayrıntılara katılabilen, üzerinde çalıştığı ürün hakkında karar veya değişiklik yetkisi olmayan en alttaki işçi için rutinin uyuşturucu yönü daha da pekişiyordu.
Metrik zaman mantığı: İşleyişte dakiklik esas olarak değerlendiriliyordu. Üstteki yöneticilerin kusursuz işleyen bir planlamayı uygulaması için herkesin verili anda ne yaptığının bilinmesi sağlanıyordu. Bir saat on adet altı dakikalık dilimlere ayrılıyor, işçiler çalıştıkları saat dilimleri üzerinden ücretlendiriliyordu. Bu metrik zaman ayarlaması yalnız işçiler için değil beyaz yakalılar için de uygulanıyordu. Çalışanlar dev bir mekanizmanın kusursuz bir zamanlamayla işlemesi öngörülen parçalarıydı.
Rutinin çalışanları basit bir edimi tekrar eden mekanizmalar haline getiren ve onları aptallaştıran yönünün yanı sıra kapitalizmin yaşadığı bunalımlar ? patlamalar ? felaketlere karşı insanların güveneceği bir liman olma özelliği de taşımaktadır. İşçiler emeklilik, sağlık gibi çeşitli güvencelere sahip oluyor; biriktirebildikleri üç beş kuruşla da çocuklarına gelecek oluşturmanın hayallerini kuruyorlardı. Rutin, insanlara zarar verdiği kadar onları koruyabilen imkanlar da sunuyordu. Emeği parçalara ayıran rutin aynı zamanda yaşamı bir araya getirebiliyordu.

Günümüzde rutin konusunda tarihsel bir ayrım noktasına gelmiş bulunuyoruz. Yeni çıkan esneklik söylemi kapitalizmin en dinamik sektörlerinde rutine karşı savaş açmış durumda. Öte yandan çalışanların büyük çoğunluğu hala fordist üretim modellerine göre çalışıyor.

Peki yeni ortaya çıkan esneklik olgusu taşıdığı bütün risk ve belirsizliklerle düşünülürse, savaştığı kötülüğü daha da pekiştiriyor olabilir mi? Rutinin karakterimizi pasifleştirdiğini kabul etsek bile, esnekliğin bizi hayata daha müdahil kılması mümkün mü?

III

ESNEK

Esneklik kelime anlamı olarak eğilip bükülebilirliği, elastikliği ifade eder. Terim, insan davranışlarıyla birlikte düşünülünce değişen koşullara uyum sağlama, onlardan etkilenmeme gibi anlamlar ihtiva eder. Günümüzde toplum, daha esnek kurumlar oluşturarak, rutinin yol açtığı kötülükleri yok etmenin yollarını arıyor.

John Stuart Mill’e göre esnek davranışlar kişisel özgürlüğü teşvik eder. Bu günümüzde de geçerli bir kanıdır. Değişime açık olmayı ve koşullara ayak uydurmayı özgür eylemler için gerekli karakter özellikleri olarak görüyoruz. İnsan değişme ve değiştirme yeteneği olduğu için özgürdür. Ancak günümüzde bürokratik rutine isyan eden esneklik anlayışı insanın özgürleşmesini sağlayacak koşulları yaratmak yerine kişi üzerinde yeni iktidar ve kontrol yapıları üretiyor.

Modern esneklik biçimlerinde gizli olarak var olan iktidar sistemi üç öğeden oluşur:

Kurumların kökten dönüşümü
Üretimde esnek uzmanlaşma
İktidarın merkezileşme olmadan yoğunlaşması
Kurumların kökten dönüşümü: Esnek davranış, günümüz işletme kitaplarında değişime istekli olmak şeklinde tanımlanıyor. Burada söz konusu olan duyularımız üzerinde belli etkiler yaratan bir değişimdir. Değişimi iki farklı şekilde algılarız: a) geçmişle bir süreklilik arz eden değişim, b) geçmişten kopan değişim.
Örnek olarak Komünyon ayini gibi bir dinsel ritüeli ele alabiliriz. Kutsal ekmeği aldığınızda ikiyüzyıl önce gerçekleştirilmiş bir davranışı sürdürmüş oluruz. Beyaz ekmek yerine kepekli ekmek de kullandığımızda ritüelin anlamına zarar vermeyiz. Bu, işleyişte ciddi bir farklılık oluşturmaz. Yeni işleyişin geçmişle bağı kopmamış, çeşitlenmiştir. Ancak rahibin kadın olması geçmişten kopan bir değişimi de beraberinde getirir. Böyle bir ritüel rahip kelimesinin anlamını dolayısıyla da komünyonun anlamını geri dönülmez bir biçimde değiştirmiş olur.

Günümüzde esnek kapitalizmle birlikte sunulan değişim birinci şıktan çok ikinci şıkka yakındır. Esnek değişim, kurumların geri dönülmez bir biçimde yeniden yapılanmasını gerekli kılar. Öyle ki, bu gün ile geçmiş arasındaki süreklilik bozulur.

Fordist yönetimin gerektirdiği piramit şeklindeki hiyerarşilere karşı gelişen gevşek networkler günümüzde giderek daha hakim bir yönetim anlayışı olarak karşımıza çıkmaktadır. Gevşek networkler’in en büyük avantajı olarak köklü dönüşümlere daha yatkın bir yapı olması gösterilir. Yatay ya da dikey katmanlar arasındaki bağlantı daha gevşektir. Bir parçayı bütüne zarar vermeden çıkarıp atmanız mümkündür. Sistemin parçalı yapısı ona müdahale etme fırsatı yaratır.

Gevşek networkler’le birlikte ortaya çıkan bir kavram da yeniden tasarlamadır. Yeniden tasarlama sürecinin kaçınılmaz bileşkelerinden biri, belki de ilk akla geleni işten çıkarmadır. İşten çıkarılan çalışanların aynı koşullarda ya da daha iyi bir iş bulma olanağı sınırlıdır. İşten çıkarmalar toplumsal eşitsizliğin artışına katkıda bulunur.

Diğer taraftan yeniden tasarlama hamlelerinin pek azı başarıya ulaştığından bu uygulamanın şirketlere ne kadar yararlı olduğu da ayrı bir tartışma konusudur. Çünkü insanlar işten çıkarılınca kurumlar artık iş göremez hale gelir: işletme planları, şirket içi organizasyonlar, beklentiler zarar görür.

Şirketlerdeki değişim arzusunun temel nedeni üretkenliği arttırmaktır. Ancak yeniden tasarlama adı altındaki değişim hamlelerinin tetiklediği işten çıkarmalar yalnız şirket işleyişi üzerinde değil, işini kaybetmeyen işçiler üzerinde de negatif etkiler üretir: şirkette çalışmaya devam eden “şanslı” işçiler kalıp çalışmaya devam ettikleri için talihlerine şükretmek yerine sıranın ne zaman kendilerine geleceğini kestirmeye çalışırlar. Bu da moral ve motivasyonlarında gözle görülür bir düşüşe neden olur.

Ayrıca genel ölçekte bakılacak olursa üretkenliğin bürokratik çağda daha fazla olduğu söylenebilir. Tüm çalışanlar hesaba katıldığında kişi başına üretilen çıktı miktarının giderek yavaşladığı görülmektedir.

Böyle somut argümanlar varken değişimde neden ısrar edilmektedir? Çünkü değişimin şirket hisselerini yükselten bir etkisi vardır. Yatırımcı ilk aşamada en kötü değişimin statik durumdan daha iyi olduğunu düşünür. Daha temel neden ise tüketici talebindeki dalgalanmayla alakalıdır. Bu dalgalanma üretimde esnek uzmanlaşmayı beraberinde getirir.

Üretimde esnek uzmanlaşma: Esnek uzmanlaşma piyasaya daha çeşitli ürünleri daha hızla bir biçimde ulaştırmak demektir. Bunun için şirketler hem birbiriyle rekabet etmekte hem de işbirliği yapmaktadır.

Fordizmde vücut bulan üretim sisteminin tam tersidir. Günümüzde araba imalatı kilometrelik montaj bandında değil üretim adacıklarında yapılmaktadır. Piyasadaki değişimle birlikte işçilerden istenen çıktılar da sürekli olarak değişmektedir.

Esnek uzmanlaşmanın öğeleri nelerdir?

Yüksek teknolojiyle uyum: Teknoloji çağımızda hızla eş anlamlı kullanılıyor. Bilgisayar teknolojisi sayesinde sanayi makinelerinin yeniden programlanması ve yapılandırılması kolaylaşmıştır.
Modern iletişimdeki hız: Şirketlerin çalışma alanı ve global piyasadaki verilere kolayca ulaşmasını sağlamaktadır.
Hızlı karar alma: Üretim biçimi hızlı karar almayı gerektirir. Bununla bağlantılı olarak küçük çalışma gruplarına daha uygundur. Bürokratik yapılarda her bir belgenin onaylanması gerektiği için karar alma süreci yavaştır.
Taleplerin belirleyiciliği: Dış dünyanın değişken taleplerinin kurumun yapısını belirlemesine izin verilir.
Piyasaya yanıt vermek için oluşturulmuş bu mekanizmalar kesin ve geri dönülmez değişimlerin kabul edilmesini sağlar.

Bu noktada şu sorular sorulabilir: İnsanlar, esnekliğe yani eğilip bükülmeye ne kadar zorlanabilir? Bu süreçte devletin konumu nedir?

Fransız bankacı Michel Albert bu soruya gelişmiş ülkelerde iki farklı yanıt oluşturulduğunu söylemektedir.

Ren modeli: Bu model yaklaşık bir yüzyıldır Hollanda, Almanya ve Fransa’da mevcut. Bu modelde işçi sendikaları ve şirket yönetimi iktidarı paylaşır. Hükümet, çalışanlara emeklilik, eğitim ve sağlık programlarından oluşan görece sağlam bir güvenlik ağı sağlar.
Anglo-Amerikan modeli: Bu model serbest piyasa kapitalizmine daha fazla alan tanır. Ren modeli piyasanın siyasaya karşı belli sorumlulukları olduğunu söylerken Anglo-Amerikan modeli devlet bürokrasisinin ekonomiye tabi olması gerektiğini savunur ve sosyal güvenlik ağını zayıflatmaya çalışır.
Ren Modeli daha güçsüz olan yurttaşlar zorluk yaşamaya başladığında değişimi frenlerken Anglo-Amerikan modeli güçsüzler bedel ödese bile iş organizasyonu ve uygulamalarındaki değişimden vazgeçmez. Ren Modeli hükümet bürokrasisine daha sıcak bakar. Anglo-Amerikan modeli ise aksi ispatlanana kadar hükümetin suçlu olduğunu savunur. Bu nedenle Ren modeline “devlet kapitalizmi”, Anglo-Amerikan modeline ise “neoliberal” etiketi yapıştırılır.

Bu rejimlerin zayıf yönleri farklıdır: Anglo-Amerikan modeli daha düşük düzeyde işsizliğe karşın daha fazla ücret eşitsizliğine neden olmaktadır. Ren modelinde ise ücretler arası eşitsizlik aynı ölçüde büyümese de işsizlik bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu farklara bakarak şunu söyleyebiliriz: Esnek uzmanlaşmanın işleyişi, bir toplumun ortak menfaatlerinin ne olarak tanımlandığına bağlı olarak değişir. Anglo-Amerikan modeli sosyal sorumluluklardan kaçarken tam istihdamı hedefler. Ren modeli ise çalışanlara güvenlik ağı sunarken bu ağın getirdiği ekonomik maliyet yeni istihdam alanları açılmasına mani olur.

3. Merkezileşme olmaksızın yoğunlaşma:Networkler’deki, piyasalardaki ve üretimdeki değişimler iktidarın veya gücün merkezileşmeden yoğunlaşmasına neden olur.

Esnek kapitalizmin iddialarından biri de çalışma hayatında meydana gelen değişimlerin merkezsizleşme (decentralizatinon) yarattığı; bunun da alt kademedeki çalışanları daha özgür kıldığıdır. Öte yandan bürokratik işleyişi alt etmek için kullanılan teknikler düşünüldüğünde bu iddianın yanıltıcı olduğu ortadadır. Örneğin kullanılan enformasyon tekniklerine bakıldığında hiçbir çalışanın kendisini gizlemesine olanak vermemek üzere tasarlandıkları görülmektedir. Dolayısıyla çalışanlara özgürlük değil daha fazla denetim getirmektedir.

Merkezsizleşme merkezi bir otorite olmadığı anlamına da gelmez. Her ne kadar networkler’le işleyen adacıklardan söz edilse de bu adacıkların tamamı bir anakaraya bağlıdır ve buradan yönetilir. Küçük çalışma grupları onları denetleyen ve onlar adına karar alan bir merkeze bağlıdır.

Şirket, küçük çalışma gruplarına genelde kaldıramayacağı görevler yükler. Bu görevlerin gerçekleştirilebilmesi için müthiş bir komuta gücü gerekir. Dolayısıyla yeni ekonomik düzen organizasyon eşitsizliğini de teşvik eder; çalışanların keyfi kararlarla karşı karşıya kalmasını kışkırtır.

Esnek uzmanlaşmayı daha iyi anlayabilmek için evlerimize giren markalı bilgisayarları düşünebiliriz. Bilgisayarlar dünyanın dört bir yanından gelen parçalardan oluşan bir kolaj gibidir. Marka ise parçaların oluşturduğu genel çerçeveyi temsil eden bir semboldür. Büyük bir şirket kendine bağlı firmaları belirler ve onların manipülasyonundan sorumludur. Piyasaya uygun kararlar alarak karasularına yeni adacıklar dahil edilmesi, adacıkların kendini dönüştürmesi ya da anakaradan kopması süreçlerini yönetir.

Bennett Harrison bu eşitsiz ve istikrarsız ilişkiler network’üne “merkezileşme olmadan yoğunlaşma” adını verir.

Peki bu adacıklar nasıl kontrol edilir?

Adacıkların istedikleri yola başvurarak ulaşabileceği üretim ve karlılık hedefleri tespit edilerek kontrol sağlanır. Bu hedefler genellikle nadiren kolay ulaşılabilirdir. Her birim kendi kapasitesinin çok ötesinde üretim ve kazanca zorlanır.

Ayrıca yeni organizasyon yapısının daha az kurumsal yapı anlamına gelmediği de söylenmelidir. Kurumsal yapı, birimleri ve bireyleri başarmaya zorlayan gücü ile sapasağlam ayaktadır. Çalışanların hedeflerine nasıl ulaşacakları ise belirtilmemiş ve bu konuda “esneklik” esas alınmıştır. Organizasyonun tepesindekiler için önemli olan taleplerinin ne ölçüde karşılandığıdır; onlar bu taleplerin nasıl karşılandığıyla ilgilenmezler.

Yukarıda bahsi geçen üç öğenin nasıl bir araya geldiğini anlamanın bir yolu işyerindeki zaman organizasyonlarına bakmaktır. Günümüzde esnek organizasyonlar, esnek zaman çizelgeleri adı verilen zaman çizelgeleriyle denemeler yapmakta. Esnek zamanlı iş çizelgeleri günden güne değişen bireyselleştirilmiş çizelgelerdir. Böylece çalışanların klasik rutin zamanın dışına çıkarak “özgürleştikleri” iddia edilir.

Esnek zaman nasıl ortaya çıktı?

Kadınların son zamanlarda kitlesel bir biçimde çalışma hayatına katılmasının esnek zamanın ortaya çıkışındaki rolü büyüktür. Örneğin, 1960’lar ABD’sinde çalışan kadınların tüm kadınlara oranı % 30 iken 1990’larda oran % 60 düzeyindedir. Bu katılımın artmasında kişisel arzular kadar orta sınıf yaşam standardını koruma isteği de vardır. Bunun için de günümüz orta sınıf çekirdek ailesinde iki yetişkinin çalışması neredeyse zorunluluktur. Ancak kadınlar daha esnek çalışma saatlerine ihtiyaç duymaktadır. Çünkü hangi sınıftan olursa olsun kadınların çoğu aynı zamanda tam zamanlı annelik de yapmaktadır.

Bu değişimin cinsler arasındaki sınırı aşmasıyla birlikte erkekler de esnek çalışma zamanlarından “yararlanır” hale geldiler.

Esnek çalışma zamanı pratikte nasıl işler?

ABD şirketlerinin % 70’i tarafından kullanılan yöntem şöyledir: bir çalışan, bir iş haftası dolarken sonraki hafta zamanının ne kadarını büroda ya da fabrikada geçireceğine karar verir. Diğer bir yöntem ise bir haftalık işi 4 güne yığan sıkıştırılmış zaman çizelgeleridir. Başka bir yöntem ise iletişim teknolojisinin gelişmesiyle birlikte yoğun bir şekilde (%16) uygulamaya konulan evden çalışma metodudur. Diğer taraftan esnek çalışma hala bir ayrıcalıktır. Akşam ya da gece işleri hala daha az ayrıcalıklı sınıflara yaptırılmaktadır.

Rutine boyun eğen işçilerle karşılaştırıldığında esnek çalışma koşulları daha fazla özgürlük vaat ediyor gibi görünse de yeni bir kontrol ağı ördüğü gözden kaçırılmamalı: Esnek çalışma, işçilerin gelecekte kendilerini neyin beklediğini bildikleri rutin çalışma takvimlerine benzemez. Ayrıca şirketin gözde çalışanlarına verdiği bir lütuf olarak gözükse de o çalışana özgürlük sağlamaktan ziyade çalışanı şirketin avucunun içine yerleştirir.

Evde çalışma içinse şunlar söylenebilir: Öncelikle evde çalışanlar şirkette büyük bir korku yaratır. Nasıl denetleyeceğiz korkusu! Bu korkunun sonucunda bir dizi kontrol mekanizması geliştirilmiştir. Büroyu düzenli olarak aramak, e-postaların düzenli olarak kontrol edilmesi vb? Bu çalışma modelinin pek azında “al sana bir iş, nasıl yaparsan yap” denilir. Çalışanlar, yaptıkları iş üzerinde kontrol şansına sahip değildir. Araştırmalar büroda olmayanlar üzerindeki gözetimin büroda olanlara oranla daha yoğun olduğunu göstermektedir. Bu şekilde işçiler bir boyun eğme türünden diğerine; yüz yüze olandan elektronik olanına geçerler. İş, fiziksel olarak daha merkezsiz bir hale gelse de, işçiler üzerindeki iktidar daha dolaysız hale gelmiştir.

[Geçmişini terk edebilme ve parçalanmışlığı kabul edebilme yeteneği, yeni kapitalizmin yeni insan tipinin makbul özelliklerinden. Organizasyonun tepesindekiler için spontan davranışlara neden olabilecek bu özellikler organizasyonun alt kademelerindekilere zarar veriyor. Esnek iktidar rejiminin üç öğesi sıradan çalışanlarda karakter aşınmasına neden oluyor.]

IV

OKUNAKSIZ

Kitabın bu bölümünde Richard Sennett, 70li yıllarda Bostan’daki bir grup fırın işçisiyle çalışma koşulları, sınıf bilinci üzerine yaptığı görüşmelerden örnekler veriyor. Yaptığı görüşmelerde fark ettiği ilk nokta bu işçiler için sınıf kavramının pek bir anlam ifade etmediği. Her bir işçi kendini orta sınıfa mensup olarak tanımlarken ne kadar para ya da nüfuz sahibi olduklarından değil kendini nasıl değerlendirdiklerinden bahsediyor. Orta sınıfa mensup olduklarını söylerken toplumsal bir aidiyetten değil bireysel değerlendirmeden hareket ediyorlar. Orta sınıftanım demek onlar için “durumum fena değil” anlamına geliyor.

Avrupa’da objektif toplumsal konum kriterleri sınıfsal ekonomik verilerden oluşurken ABD’de bunun yerini ırk ve etnisite alıyor.

Bostoncu fırıncılar örneği

İtalyanca adı olan ve İtalyan ekmekleri pişirilen bu fırında çalışan işçilerin çoğu Yunandı. Bu Yunanlıların babaları da aynı fırın için çalışmıştı. Fırıncılar, Yunan olmalarıyla, toplumsal hiyerarşide görece düşük konumları arasında bağlantı kuruyorlar ve fırın yöneticilerinin İtalyan olmasına büyük anlam yüklüyorlardı. Siyahlara karşı ise büyük bir öfke duyuyorlardı. Siyah kelimesi yoksul ile eşanlamlı tutuluyor; yoksul kelimesi de aşağılık anlamına geliyordu. Siyahlara yönelik bu ırksal öfke bir çeşit sınıf bilincini de ele veriyordu. Kendi “orta sınıf” bilinçlerini ırkçılık üzerinden kuruyorlardı.

Bunun yanında çocuklarının Amerikanlaşıp Yunan özlerini unutmalarından korkuyorlardı. İşçiler Yunan olmaktan kaynaklanan etnik bir dayanışma içindeydiler. Fırındaki çeşitli görevleri yerine getirirken işbirliği içinde çalışıyorlardı. Bu etnik dayanışma iş yerinde de bir dayanışma sağlıyordu: İyi işçi demek iyi Yunan demekti. Bir işçinin işini iyi yapamaması ya da iş etiğine uygun davranmaması eleştiriliyorlar; bunun Yunan cemaatinin prestijini düşüreceğine inanıyorlardı.

Yunan işçilerin iş deneyimlerini uzun vadede planlayan bürokratik prensipleri vardı. Fırın işi babalarından kendilerine yerel sendika aracılığıyla geçmiş; sendika ücret, tazminat ve emekli maaşlarını tespit etmişti. Sendikalar ne kadar yozlaşma içinde olsalar da işçiler sendikaların kendi dertlerini anladığını söylüyordu.

İşçiler biraradalıklarını sınıf üzerinden değil etnik kimlik üzerinden tarif ediyorlardı. Bu şekilde bir “biz” ortaya çıkıyordu. İşyerinde onurlu davranarak, işbirliği yapıp adil ilişkiler kurarak cemaat karakterlerini dışa vuruyorlardı.

Richard Sennet yıllar sonra fırın örneğini yeniden ele aldığında fırının yeni sahibinin dev bir gıda şirketi olduğunu görür. Fırın esnek uzmanlaşma prensiplerine uygun bir biçimde farklı ürünlere göre ayarlanabilen gelişmiş makinelerle işlemektedir. Piyasanın günlük taleplerine bağlı olarak farklı türden ekmekleri seri bir biçimde üretiyordu. Fırınlara bilgisayarların girmesi çalışma tarzını oldukça değiştirmişti. İşçilerin pek azı ürettikleri ekmeği görebiliyor, yalnız bir düğmeye dokunarak Rus, İtalyan ve Fransız ekmeği üretiyorlardı. Burası artık bir Yunan dükkanı da sayılmazdı. Çalışan Yunanlılar çoktan emekli olmuştu. Fırında birkaç İtalyan, iki Vietnamlı, birkaç Anglosakson, Protestan hippi ve belli bir etnik kimliği olmayan birkaç kişi çalışıyordu. Fırın daha çok kadınları ve birkaç erkeği kapsayan yarı zamanlı çalışma saatleriyle örülü karmaşık bir ağ gibi işliyordu. İşyerinde sendikanın gücü azalmıştı. İşçiler geçici sürelerle esnek bir çalışma programına göre çalışıyorlardı. Eski önyargıları hatırlayacak olursak en çarpıcı gelişme ustabaşının siyah olmasıydı.

Teknolojinin işin içine girmesi ekmeğin nasıl üretildiğini unutturmuştu. Makineler bozulduğunda elle ekmek yapmaları mümkün değildi. Bilgisayar programına bağlı ekmekçiler olarak hiçbir pratik bilgiye sahip değillerdi. Hatalı ekmekleri atıp bilgisayarları yeniden programlamaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Fırının çöpleri ise kömürleşmiş ekmeklerle dolup taşıyordu. Bu, ekmekçilik zanaatinin yok oluşunun bir örneğiydi.

Eskiden fırın işçileri kendini bu meslek üzerinden tanımlarken yeni işçilerin mesleki kimliği son derece zayıftı. Bu işi hayatlarının sonuna kadar yapmayacaklarını biliyorlardı.

Yunan işçilerin “Nasıl saygı görmek istersiniz?” sorusuna verdikleri cevap öncelikle iyi bir baba sonra da iyi bir fırın ustası olmaktı. Yeni işçilerin cevabının aileyle olan kısmı yaş ve cinsiyet üzerinden çeşitlenmiş olsa da onlar için iyi bir işçi olmak önemli değildi. Fırında kullanılan teknoloji mesleki kimliği zayıflatıyordu.

Bu makinelerin kullanılmasının ekonomik gerekçesi ise daha düşük ücretli işçi tutulmasını sağlamaktı. Eskiye göre işçilerin hepsi daha yüksek teknik bilgiye sahip olsa da aldıkları ücret eskiye nazaran daha düşüktü. Makinelerle çok daha fazla ve çeşitli ekmek seri bir biçimde üretilebiliyordu. Makinelerin bozulması, çöpe atılan ekmekler de işin maliyeti olarak hesaplanıyordu.

Makinelerin zekası, işçilerinkinin yerini almış durumda. Çalışanlar makineyi olumlu, işi kolaylaştıran bir alet olarak görüyor. İşçiler yüzeysel bir iş anlayışına ve son derece uçucu bir işçi kimliğine sahipler. Esnek çalışma koşullarında işçiler arasını ilişkiler de yüzeyselleşiyor ve bağlılık duygusu kalmıyor. Yunanlı işçilerin aralarındaki etnik bağlar yaptıkları işi yüzeysel olmaktan çıkarıyordu. Bu cemaat duygusu artık geri gelmeyecek şekilde kayboldu. Bunun yerine esneklik, akışkanlık ve yüzeysellik iç içe geçti.

V

RİSK

Rose’un Hikayesi

Rose New York’taki Trout Bar’ın sahibidir. New York’ta bar işinde yükselmenin iki yolu var: orta sınıf ve zengin müşterileri cezbedebilmek ya da sadık yerel bir müdavim grubu oluşturabilmek. İkinci yolu seçen Rose zengin olmasa da sadık bir müşteri profili oluşturabilmişti. 50’li yaşlarına geldiğinde kendi barında servis yaparak hayatını heba etmek istemediğini fark etti. Huzurlu ve karlı iş ortamını bırakarak çalışanları barının müşterisi olan bir reklam şirketiyle iki yıllık bir sözleşme imzalayarak yeni bir işe başladı. Ne olur ne olmaz diye barını satmayarak kiraladı. Reklam sektöründeki işine bir yıl dayanabilen Rose, yine barını işletmeye başladı.

Richard Sennett Rose’un geri dönmesinin nedeninin yaşadığı kültür şoku olduğunu düşünüyor: İşlettiği barda günlük kar-zarar, başarı-başarısızlık bilançosunu görebilen Rose reklam firmasında bu bilgilere ulaşamıyordu. Şirketin nasıl işlediği, çalışanların nasıl başarılı olabileceği ona bilinmez geliyordu. Reklamcılık işinde başarılı olmak için hırslı olmak yetmiyordu, tehlikelerden kaçınıp topu başkalarına atabilenler yani zarardan kaçınabilenler başarılı olabiliyordu. Şirketler, çalışanlarının geçmiş başarısızlıklarına değil sahip oldukları bağlantılara ve network kurma becerisine önem veriyor; bu şekilde çalışanın gerçek performansı göz ardı edilebiliyordu. Çalışanlar sözleşmeleri olduğu halde her an işlerini son verilecekmiş hissine kapılıyordu. Rose şirkette sürekli sınandığını hissediyordu ve asla patronların kendi performansı hakkında ne düşündüğünü bilemiyordu. Patronların çalışanlarına yönelttiği en ufak jestlerden derin anlamlar çıkarılmaya çalışılıyordu. İşin nasıl yapılacağına dair hiçbir nesnel ölçüt yoktu. Bürodaki her şey mevcut ana odaklanmıştı. İşyerinde çalışanların birikim ve deneyime önem verilmiyor, Rose gibi orta yaşlı insanlara külüstür gözüyle bakılıyordu. Rose’un bulunduğu konum konusunda yaşadığı belirsizlik ve geçmiş deneyimlerinin değersiz görülmesi gittikçe asabını bozuyordu. Risk alarak girdiği işte aradığı değişim, fırsat ve yenilik artık Rose için bir şey ifade etmiyordu.

“Risk” kelimesi Rönesans İtalyancasındaki, risicare, “cesaret etme” kelimesinden gelir. Görece yakın zamana kadar, şans ve risk oyunları tanrılara meydan okuma olarak görülürdü. Modern İngilizce’deki “tempting fate” [şansına fazla güvenmek] deyişi kaderi temsil eden “Ate”nin insanları aşırı böbürlendikleri ve geleceği öğrenmeye kalkıştıkları için cezalandırdığı Yunan tragedyalarından gelir.

Geçmiş dönemde risk almak, kişinin karakterinin sınandığı zorlu bir test gibiydi. 19.yy romanlarında kahramanlar risk alarak kahramanlaşırdı. Sıra dışı insanlar sürekli uçurumun kenarında yaşayanlar olarak bilinirdi. Ancak artık risk alma isteği, sadece girişimci kapitalistlere ya da olağanüstü maceracı bireylere özgü bir özellik olarak görülmüyor. Risk, kitleler tarafından her gün omuzlanması gereken bir zorunluluk. Esnek organizasyonların istikrarsızlığı, işçilere işlerinde çeşitli değişimler getiriyor, onları risk almaya zorluyor. Bu şekilde risk normalleşip sıradanlaşıyor.

Psikolog Amos Tversky, insanların risk alırken olası kazanımlardan çok kayıplara önem verdiğini söyler. Risk alma psikolojisi kişinin kaybedecekleri üzerine yoğunlaşır.

Rose risk alarak yaşamıyla bir kumar oynamıştır. Rose yeni bir şey yaptığı gerçeğinin kendisini bunalttığını söylüyor. Risk altında olmak umut verici değil bunaltıcı bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Rose yeni işini enerjik bir biçimde yapsa da reklam içinde başarı ve başarısızlığın belirsiz olması nedeniyle garip ve sürekli bir kaygı duyuyordu.

İşyerinde sürekli baştan başlamak, her gün kendinizi tekrar kanıtlamak zorunda kalırsınız. Bu şekilde sürekli riske maruz kalmak karakter duygunuzu iyice aşındırır. Rose’un riske maruz kalmasının sosyolojik boyutu, kurumların, insanın kendi yaşamını değiştirme çabasını nasıl şekillendirdiğiyle yakından ilgilidir. Rose’un risk alma girişimi zamanı ve mekanı kuralsızlaştırmaya çalışan bir toplumda gerçekleşti.

Risk her şeyden önce bir pozisyondan diğerine geçmekle ilgilidir. Gevşek bir organizasyon içindeki boşluklardan yararlanan kişi fırsatları değerlendirebilir. Ama riski en çok sevenler bile mutlak kaosu sevmezler. Risk almasını bilen kişi, belirsiz ve muğlak bir ortamda ayakta kalabilen kişidir. Esnek kapitalizmde belirsizliğe ve yapının boşluklarına doğru adım atan insan üç şekilde yönünü kaybedebilir:

Muğlak yatay hareketler: Gevşek network’te yukarıya doğru ilerlediğini sanan kişi aslında sadece yana doğru hareket etmektedir. Bu hareketin görülmemesinin nedeni meslek kategorilerinin giderek amorf hale gelmesidir.
Geriye dönük kayıplar: Esnek organizasyonlarda risk alıp hareket eden kişiler yeni pozisyonları hakkında çok az bilgiye sahiptir. Yanlış bir karar verdiklerini iş işten geçinde anlarlar. Zaten önceden bilebilselerdi risk almazlardı.
Öngörülemeyen ücret kayıpları: Kişinin en çok düşündüğü mesele kazancında artış olup olmayacağıdır. Eskiden başka bir şirkette işe geçmek aynı şirkette kalıp terfi almaktan biraz daha karlıydı. Şirket değiştirenlerin sayısı günümüzdekinden daha azdı. İş güvencesi, şirkete bağlılık gibi etkenler insanları yerinde tutuyordu. Bugün ise şirket değiştiren insanlar yarar değil zarar görüyor.
Bu üç neden yüzünden günümüzde mesleki hareketlilik çözülmesi kolay olmayan, okunaksız bir süreçtir. Bu süreç sendikalar ve şirket yöneticileri arasındaki pazarlıklarla tezat oluşturur. Eskiden bu pazarlıklar tüm işçileri kapsayan kolektif kazanım ya da kayıpla sonuçlanırdı. Emek kesimiyle yönetim arasındaki görüşmeler herkesi kapsardı. Büyük kurumlarda bu tarz pazarlıkların yerini terfi ve ücretler konusunda kolektif değil bireysel rotalar almıştır.

İnsanlar harekete geçme riskini aldıklarında sonucunun ne olacağını bilmiyorlarsa, neden bu kumara girişiyorlar? Bu risk alma dürtüsünün altında, bu dürtü her ne kadar kör, belirsiz ve tehlikeli olsa da, bir dizi kültürel motivasyon yatıyor. Modern risk kültürünün garip yönü, hareketsizliğin başarısızlık olarak görülmesi, sabit kalmanın ölümle eş tutulmasıdır. Dolayısıyla, varılacak hedeften çok ayrılma ediminin kendisi önemlidir. Olduğun yerde durmak çemberin dışında kalmak demektir. Bu ayrılma isteğini yaratan devasa toplumsal ve ekonomik güçler vardır: Kurumların düzensizleşmesi, esnek üretim sistemleri gibi?

Risk üzerine yazılmış bilimsel makalelerin çoğu, akademik bir hayal dünyasında, stratejileri ve oyun planlarını, maliyet ve getirileri tartışır. Gerçek hayatta riski yönlendiren şey ise hareketsiz kalma korkusudur. Dinamik bir toplumda pasif kişiler kuruyup yok olacaktır.

Toplumda ciddi bir ekonomik kayma var. Vasıflı kesimin ücretleri ile diğerleri arasındaki fark giderek açılıyor ve birçok genç aşırı risk alarak, ayrıcalıklı azınlığa dahil olma umuduyla adeta kumar oynuyor. Ve bunlar “kazanan hepsini alır piyasası” denilen ortamda oluyor. Toplam kazancı hiyerarşinin her noktasına dağıtacak bürokratik yapı olmayınca bütün ödülleri en güçlü olan alıyor. Bu ortam da eşitsizliği arttırıyor.

Günümüz toplumunda risk almamak kendini baştan beceriksiz olarak kabul etme anlamına gelmekte. O yüzden insanlar kazanma şanslarının çok az olduğunu bilseler de bu bilgiyi askıya alıp risk alıyorlar. Önemli olan başarısızlığı göre göre çaba göstermek ve fırsatı değerlendirmektir.

Çelişkili bir durumla karşılaşan bireyin dikkati uzun vadeye değil o anki koşullara odaklanır. Sosyal psikoloji buna bilişsel uyumsuzluk diyor. Rose’un iyi iş çıkardığına dair kanıt görmek istemesi ve şirket böyle bir kanıt sunmadığı halde bunda ısrar etmesi bir bilişsel uyumsuzluk örneğidir. Aynı tavşanın tilkinin pençelerine odaklanıp kalması gibi, “yerinde saymak”, “hiçbir yere varamamak”, içi boş bir başarı elde etmek ya da çabanın karşılığını almanın imkansız olması: bütün bu ruh hallerinde zaman durmuştur adeta; bu haldeki kişi mevcut an’a mahkum olur, onun ikilemlerine hapsolur. Uzun vadeyi düşünemez.

Şirkette orta yaşlı insanlara karşı önyargılı olunmasının nedeni şirket kültüründe orta yaşlıların riskten kaçan insanlar olarak görülmesidir. Yaşı büyük olan çalışanların esnek kafa yapılarına sahip olmadıkları, risk almaktan kaçındıkları, esnek işyeri koşullarının getirdiği fiziksel enerjiden yoksun oldukları düşünülüyor. Reklamcılık işinde 30’u geçince öldünüz demektir. 40’ı geçtiyseniz işverenler kafanızın çalışmadığını düşünüyor. 50’yi geçtiyseniz işiniz bitiktir. Esneklik eşittir gençlik; katılık eşittir yaşlılık sonucuna varılıyor. Yeniden tasarlama işinde yaşlı kişiler ilk işten çıkarılacaklar arasında yer alıyor. Bu nedenle orta yaşlı insanlar işini kaybedecekleri kaygısını çok sık yaşıyor. Çalışma yaşı gittikçe düşerken üretken yaşam süresi git gide kısalıyor. Gençlerin daha esnek olduğu düşünülüyor. Rose, kendini çalıştığı şirkette genç görünmek için çaba gösterirken buluyor. Şık giysiler alıyor, gözlüklerini atıp lens takıyor yine de yaşıyla ilgili önyargıları kıramıyor. Kimse Rose’u reklamcılık işinin döndüğü asıl mekanlar olan kulüplere ve barlara davet etmiyor. Oysa Rose önce deneyimi, pratik bilgisi olduğu için bu işe alınmış ancak sonrasında pili bitmiş gözüyle bakılarak bir kenara atılmıştı.

Gençlerin tercih edilme nedenlerinden biri de yeni teknolojilerin bilgisine vakıf olmaları. İlk bölümde örneğini verdiğimiz mühendis Rico’yu hatırlayalım. 40’lı yaşlarında bir mühendis olan Rico işinin bittiğini hissediyor. Üniversitede öğrendiği bilgilerin son gelişmelerin gerisinde kaldığını söylüyor. 20’li yaşlardaki genç mühendisler 40’ındaki Rico’ya antika gözüyle bakıyor. Rico’nun deneyimleri onlarda saygı uyandırmıyor. Bu önyargı Rico’da güçten düşme korkusunu tetikliyor. Rico otoritesini kaybediyor. Rose da benzer şekilde kendi bilgilerinin erozyona uğradığını hissediyor.

İngiltere ve ABD’de esnek şirket uygulamaları ve hükümetlerin emek politikaları becerilerin hızla değişmesinin kural olduğu varsayımına dayanır. Eskiden deneyime sahip olan kişilerin tasfiyesi o kadar kolay değilken, esnek kapitalizmde yeni beceriler elde edemeyen kişi ne kadar deneyimli olsa da kolayca gözden çıkarılabiliyor. İş endişesi her yere nüfuz ediyor, kişinin özsaygısını azaltıyor, aileleri bölüyor, cemaatleri parçalıyor ve işyerlerinin kimyasını değiştiriyor. Yazar burada endişe kelimesini özellikle seçiyor. Endişe geleceğe yönelik bir kaygıdır; endişe, sürekli riskle dolu bir ortamda hissedilir ve geçmiş deneyimlerin bugüne rehberlik edemediği süreçlerde yoğunlaşır.

VI

İŞ ETİĞİ

Günümüzde, geçmiş deneyimlerin derinliğinin en fazla saldırıya uğradığı alan iş etiğidir. Bu sığlığın kaynağı zamanı organize etmenin mümkün olmayışıdır. Sürekli olarak yeniden tasarlanan, rutine düşman olan ve kısa vadeye odaklı bir politik ekonomide uzun vadeli bir zamanlama yapılamıyor. İnsanlar uzun süreli insani ilişkilerin ve kalıcı hedeflerin yokluğunu hissediyor.

Eski biçimiyle iş etiği, kişinin zamanını öz disiplin çerçevesinde kullanması ve mükafatların ertelenmesi anlamına gelirdi. Eskiler çok çalışır ve sabrederlerdi. Bu tür bir iş etiği, çalışmanın mükafatının ertelenmesini mümkün kılacak ölçüde istikrarlı kurumlar gerektirir. Ancak kurumları hızla değişen bir toplumda, mükafatı ertelemek anlamsız hale gelir; şirketini satıp başka bir iş kurmayı planlayan bir işveren için özveride bulunmak saçma olur.

Eski iş etiği çok ağır koşulları beraberinde getiriyordu. “Dünyevi çilecilik” yapılıyor; mükafatların ertelenmesi kişiye içten içe zarar veriyordu. Eski iş etiği kişinin zamanını öz disiplin çerçevesinde kullanmasına dayanır. İçselleşmiş gönüllü bir disipline vurgu yapılır. Kişiden mükafatı ve tatmine ulaşma arzusunu ertelemesi ve tembelliğe karşı koyup sürekli çalışması beklenir. Max Weber’e göre bununla birlikte yeni bir karakter doğmuştur: Ahlaki değerlerini çalışarak ispat etmeye çalışan “amaçlı insan”. Weber, bu iş etiğinin tam bir sahtekarlık olduğunu söyler. Çünkü ertelemelerin sonu gelmez, kişi kendinden vazgeçer ama vaat edilen ödüllere asla ulaşamaz.

Amerikan idolü Benjamin Franklin Weber’in kitabında amaçlı insana örnek olarak verilir. Franklin, zeki bir devlet adamı dünyevi hazdan korkan iş saplantılı biri olarak karşımıza çıkar. Her dakikayı nakit olarak düşünür, küçük harcamalardan feragat ederek tasarruf etmeye çalışır. Ancak kişi etiğine uyup harıl harıl çalışsa da kendinden şüphe eder. Yeterince iyi olamadığından korkar; kazandığı hiçbir başarı ona yetmez. Yani çıktığı yolculuğun son durağı yoktur.

Amaçlı insan, açgözlülük ve lüks düşkünlüğü gibi Katolik günah imgelerinden uzaktır. Son derece başarılı olsa da kazandıklarının tadını çıkaramaz. Yaşamı boyunca başkalarının takdirini toplama, kendine saygı duymayı amaç edinmiştir. Başkaları onun dünyevi çileciliğini takdir etse bile bu övgüyü kabul etmekten çekinir. Çünkü bu kendinden memnun olduğu anlamına gelecektir. Bu iş etiğinde, zamanı disiplinli bir şekilde kullanmak bir erdem olarak görülür. İşine verdiği önem amaçlı insanın üstüne bir ağırlık gibi çöker. Disiplin, kişinin kendini cezalandırması olarak karşımıza çıkar.

Günümüzde bu iş etiğinin zayıflaması uygarlık için bir kazanım olarak görülebilir. Modern takım çalışması Weber’in bahsettiği iş etiğinin birçok bakımdan tam zıddıdır. Bireyin yükselmesine değil, üyeler arasındaki karşılıklı uyuma vurgu yapar. Modern iş etiği takım çalışmasına odaklanır. Bu takım belirli ve anlık bir görevi gerçekleştirmek için bir araya gelmiş insanlardan oluşur. Başkalarına karşı duyarlı davranmayı savunur; karşıdakini dinlemek ve işbirliği yapabilmek gibi “elastik beceriler” talep eder; her şeyden çok da takımın değişen koşullara uyum sağlayabilmesini ister. Takım çalışması, esnek bir ekonomi politiğine uygun bir iş etiğidir. Takımlarda zaman esnektir ve belirli kısa süreli görevlere göre ayarlanır. Kısa süreli görevler üstlenen her bir işçi, kısa vadeli görevlerde sürekli değişen bir oyuncu kadrosuyla çalışabilme becerisine sahip olmalıdır. Ancak takım çalışması, beraberinde modern işyerini hakimiyeti altına alan sığ ilişkileri getirir. Gruplar bütünlüklerini korumak için sadece olayların yüzeyiyle ilgilenir; yüzeyselliğin paylaşılması sayesinde grubu bölebilecek, karmaşık ve kişisel meselelerden uzak durulur ve insanlar bir arada tutulur. Dolayısıyla takım çalışması “gruba uyum” davranışının başka bir türüdür.

Bunun yanında, kişinin becerileri farklı ortamlara taşınabilir olmalıdır. İyi bir takım oyuncusunun bağlanmaması gerekir. Uzun bir geçmişi olan ilişkiler kurulmamalı, oturmuş ilişkilere mesafe koyup bunların nasıl değiştirilebileceği düşünülmelidir.

Her takımın bir lideri bulunur. Takım liderinin rolü grubun bir çözüme ulaşmasını “kolaylaştırmak” ve müşteriyle takım arasında “aracılık” yapmaktır. Başka bir deyişle o süreç yöneticisidir. Geleneksel anlamıyla lider sıfatı ona pek uymamaktadır.

Diğer yandan kişiler arasındaki rekabetin grubun performansına zarar vermemesi gerekir. Bunu engellemek için çalışanların aslında birbirleriyle rekabet halinde olmadığı, yöneticilerin sadece sürece yön verdiği söylenir. Patron artık bir liderdir ve sizi yöneten değil sizin tarafınızda olan kişidir. İktidar oyunu sizin takımınız ile diğer şirketlerdeki takımlar arasındadır.

Takım içinde hala iktidar oyunları oynanıyor. Fakat iletişim, kolaylaştırıcılık ve aracılık gibi elastik becerilere yapılan vurgu iktidarın belirli bir özelliğini kökten değiştiriyor: Otorite, daha doğrusu bir özgüvenle “doğru yol budur” ya da “ben bu işi biliyorum, bana boyun eğin” diyen otorite biçimi ortadan kalkıyor. İktidara sahip olan kişi komutlar vermek yerine sadece diğerlerinin önünü açıyor, işi kolaylaştırıyor.

Bu otoritesiz iktidar, çalışanlarda yön kaybına yol açıyor. Çalışanlar kendilerini meşrulaştırma ihtiyacı hissettiklerinde karşılarında muhatap alacak üst düzey bir yetkili bulamıyorlar.

Yeni iş etiğinin işçiler tarafında kabul edilmesinde zorlanılan ironik örnekler de var: Mesela Vietnamlılar takım çalışmasını komünist bir çalışma biçimine benzettikleri için “takım” kavramından uzun süre korktular. Bir başka örnek de bilginin paylaşılmasına gösterilen dirençti. Yüksek statüdeki işçiler, yerlerini almalarından korktukları için yeni ya da düşük statüdeki işçilere becerilerini öğretmekten korkuyorlardı.

Sosyolog, Gideon Kunda, takım çalışmalarının derin bir rol yapma işi olduğunu söyler. Çünkü bireyleri kendi görünümleri ve diğerleriyle olan ilişkilerini değiştirmeye zorladığını belirtir. Birçok işbirliği maskesi takılır.

Takım çalışmalarında herkes birbirini kontrol ediyor. Eskiden her şeyi kontrol eden patron gitmiştir. Yeni patron takımın sorumluluğunu almaz; tüm sorumluluk takım üyelerinin sorumluluğundadır. Takım çalışmasının yüzeysel dünyasında iktidar vardır, fakat otorite yoktur. Bu tip bir kavramla, patronlar kendi davranışlarının sorumluluğunu da almaktan kurtuluyor. Bu otorite yokluğu, kontrolü elde tutan kişilere, kendilerini haklı gösterme ihtiyacı duymadan istedikleri gibi süreci kaydırma, değiştirme veya reorganize etme imkanı tanır.

Bu otoritesiz iktidar oyunu, yeni bir karakter tipi yaratır: Artık amaçlı insan gitmiş, yerine “ironik insan” gelmiştir. Richard Rorty, ironiyi insanın kendisini tanımladığı sıfatların sürekli değiştiğinin, ayrıca kullandığı kelimelerin ve dolayısıyla benliğinin olumsal ve kırılgan olduğunun her zaman farkında olduğu için kendi kendini ciddiye alamaması olarak tanımlar. Kişinin kendine ironik bir gözlükten bakması, esnek bir zaman boyutunda otorite ve sorumluluk ölçütleri olmadan yaşamasının doğal bir sonucudur. Bu türden bir karakter modern dünyada kişinin kendisine zarar verir. Hiçbir şeyin sabit, kalıcı olmadığına inanan insan bir süre sonra “Ben pek de gerçek değilim, benim ihtiyaçlarımın temeli yok” noktasına gelir. Kişinin değerini takdir edecek bir insani otorite de yok olmuştur.

Ne mükafatın ertelenmesine ve insanın kendisi çalışarak ispatlamasına dayanan eski iş etiği ne de takım çalışması masalları anlatan ve sahte cemaatler icat eden yeni iş etiği “Yaşamımı nasıl şekillendirmeliyim?” sorusuna tatminkar bir yanıt verebiliyor. Birinci yaklaşım uzun vadeli bir bakış açısına sahip bireyin iç bütünlüğünü katı kurallarla sağlıyor. İkinci yaklaşım ise bireyin yaşamını sınırlayan katı kuralları ortadan kaldırsa da kişinin kendi yaşamına dair uzun vadeli bir bakış sağlayamıyor.

VII

BAŞARISIZLIK

Richard Sennett başarısızlığı günümüzün en büyük tabusu olarak tanımlıyor. İnsanlar başarısızlıkları üzerine açık açık konuşmaktan korkuyor. Bu durum, insanlardaki obsesyonu ve utancı daha da şiddetlendiriyor. Başarısızlık, artık sadece en yoksul ve çaresiz kesimleri bekleyen bir kader olmaktan çıkarak, orta sınıfların yaşamında da daha sık karşılaşılan, sıradan bir olay haline geldi. Toplumsal elitin giderek daralması, her türlü başarıyı daha da ulaşılmaz hale getirdi. Bugünkü “kazanan her şeyi alır” piyasası pek çok eğitimli insanı başarısızlıkla karşı karşıya getiren rekabetçi bir yapıya sahiptir. İşten çıkarma ve yeniden tasarlama süreçlerinde orta sınıfa mensup pek çok insan felaketler yaşayabiliyor.

Başarı ve başarısızlığın birbirine zıt kabul edilmesi bile başarısızlıkla yüzleşmekten kaçınmanın bir yoludur. Bu basit ayrım, belli bir maddi kazanç elde edildiyse yetersizlik veya beceriksizlik hissetmememiz gerektiğini ima eder. Max Weber’in amaçlı insanı hiçbir şeyi yeterli bulmaz ve başarısızlık duygusunu çok derinden hissederdi. Başarısızlığı yenmenin en etkili yolu ise kişinin hayatına yön vermesini sağlayacak süreklilik arz eden bir kariyere sahip olmasıdır. İnsanların kendi yaşamlarının kontrolünü ele almasının kariyer anlamına geleceğine inanılıyordu. “İyi yapılmış bir yol” anlamına gelen kariyerin kişisel başarısızlığın en büyük panzehiri olduğuna inanılıyordu.

“Bu yolu oluşturmak esnek kapitalizmde mümkün mü? Başarısızlığa karşı verilen bu reçete esnek kapitalizmde de yararlı olabilir mi?” günümüz koşullarında yanıt bekleyen sorular olarak karşımızda durmaktadır.

Kariyer arzusu yeni bir olgu değildir. Karakterimizi geliştiren, çalıştığımız işlerden ziyade sahip olduğumuz kariyerdir. Walter Lipmann’a göre, bir kariyerde vücut bulan yaşan anlatısı kişinin hem beceri hem mücadele yoluyla sağladığı iç gelişiminin öyküsüdür. Lipmann kişilerin kendini oluşturma, yaşamlarına hakim olma gücüne olan inancı belirtir. Yeni kapitalizmin ensek ve kısa vadeli zaman anlayışı, kişinin işinden anlamlı bir anlatı dolayısıyla da bir kariyer oluşturmasını engelliyor.

IBM Örneği

Richard Sennett, IBM’den atılan bir grup orta yaşlı bilgisayar programcısının geçirdiği sürece değiniyor. İleri teknoloji programcıları olarak bulundukları yerde uzun bir profesyonel kariyer süreceklerine inanan bu insanlar işlerini kaybedince bu başarısızlıklarına bir anlam veremediler. Sonra başarısızlıklarını 3 aşamada ele aldılar:

Şirketin ihanet ettiğini düşündükleri aşama: İşten atılanların verdikleri ilk tepki şirketlerinin kendilerini aldattığıydı. Tartışmaları şirketin ihaneti üzerinde yoğunlaşıyordu. Öfkelerini haklı çıkarmak için işten çıkarılmalarının önceden planlandığını kanıtlamaya çalışıyorlardı. Her şeyden önce ihanete uğramak ya da aldatılmak kişinin başına gelen bir felaketin kendi suçu olmadığı anlamına geliyordu. Kendilerini işten atan üstleri ileriki aşamalarda işten çıkarıldığında önceden planlanmış ihanetin mantıklı bir açıklama olmadığına karar verdiler.
Suçu dış güçlere attıkları aşama: Bu ikinci yorumlama aşamasında suçu dış güçlere atmaya başladılar. İşten çıkarılmalarının nedenini ucuz emek gücü olarak yabancı işçileri devreye sokan küresel ekonomide aramaya başladılar. IBM programlama işlerinin bir kısmını dışarıya veriyor ve Amerikalılara verdiği ücretin küçük bür kısmıyla Hindistan’daki insanları çalıştırıyordu. Bu durumun Amerikalı çalışanlarda yabancı düşmanlığını arttırdığı söylenebilir. Yabancıların, çalışkan ve doğma büyüme Amerikalı olan kişilerin kuyusunu kazacağı korkusu gittikçe güçlenmeye başladı. Pek çok Amerikalı Üçüncü Dünya ülkelerinden gelen ucuz iş gücü dalgası yüzünden kendi iş güvencelerini kaybedeceği tehdidini yaşıyordu. Ancak kişisel güvenliğin dış tehdit altında olduğu fikrini verilerle desteklemek mümkün değil. Çünkü yapılan araştırmalar ABD milli gelirinin sadece %2’sinin düşük ücretli ekonomilerden ithal edilen ürünlerden geldiğini söyler.
Başarısızlıklarıyla yüzleşmeleri, bunu kendi sınırlarıyla açıklamaları: Açıklamanın üçüncü aşamasında işten atılan çalışanlar bu başarısızlıklarından dolayı kendilerini suçlamaya; yaşadıkları felaketi önlemek için önceden yapabilecekleri şeyleri konuşmaya başladılar.
Bilgisayar sektöründe büyüme gerçekleştiği sırada IBM artık yeni sektörde geçerliliğini yitirmeye başlayan mainframe bilgisayarlara takılı kalmıştı. İşten çıkarılan bu kişiler ise mainframe uzmanıydı. Şirketin reorganizasyon sürecinde eldeki becerilerini geliştiremediler. Sahip oldukları becerilere artık ihtiyaç kalmayınca işlerini kaybettiler. Bu çalışanlar zamanında risk almadıkları için kendilerini suçluyorlardı.

Bu adamlar risk almadıkları ve harekete geçmekte geç kaldıkları için işlerini kaybetmişlerdi. Bir araya geldiklerinde başarısızlıklarıyla yüzleşmeyi başarabildiler. Bunun için sadece birbirleriyle konuştular ve başarısızlık duygusuyla bu şekilde mücadele ettiler. Konuşmanın son aşaması neler yapabilecekleri üzerineydi. Ama üçüncü aşamada bir bıkkınlık içindeydiler ve içlerine döndüler. Başarısızlıklarına dair bir anlatının oluşması onlarda rahatlama hissi yaratmıştı. Kaçırdıkları fırsatlardan dolayı öfke duymak yerine kararlı bir vazgeçmişlik içinde oldukları görülüyordu. Bu durumda da görülebileceği gibi anlatıların hep geçmişe yönelik olduğu söylenebilir. Esnek rejimin insanlarda sürekli “telafi” halinde bir karakter yapısı ürettiğini söyleyebiliriz.

Başarısızlığı birbirleriyle tartışarak bütünlüklü bir benlik ve zaman duygusu oluşturan bu çalışanların sonrasında içe kapanmaları ve yakın dostlarına sığınmaları ulaştıkları bu bütünlüğün sınırlı olduğunu gösteriyor. Modern kapitalizmin başarısızlığa mahkûm ettiği insanların sayısının giderek artması, daha geniş bir cemaat duygusunu ve daha güçlü bir karakter hissini gerekli kılıyor.

VIII

TEHLİKELİ BİR ZAMİR

Yeni kapitalizmin yol açtığı sorunlara yönelik en ciddi politik çözüm önerileri işin yapıldığı mekanlara odaklanıyor. Modern şirketler için artık tek bir mekandan bahsedemiyoruz. Şirketler kendilerini yer olgusundan kurtulmuş gibi sunuyorlar. Bir şirket dünyanın pek çok yerinde ofis, fabrika, işyeri açabiliyor. Meksika’da bir fabrika, Bombay’da merkez ofis, Manhattan’da iletişim merkezi, sadece küresel network üzerinde yer alan farklı noktalar. Günümüzde yerel yönetimler, şehirler ve ya ülkeler şirketlere vergi uygulamak ya da işten çıkarmaları kısıtlamak gibi haklarını kullandıklarında, bu şirketlerin hemen başka bir lokasyona kaçabileceğini düşünürler. Bu korku nedeniyle İBM’i kaçırmamak korkusuyla pek çok yerel yönetim şirketin çalışanlarının hayatını mahvetmesine göz yummuştur.

Bunun yanında ekonominin mekana kayıtsız olmadığını gösteren birçok işaret de vardır. Ekonomi politik uzmanı Saskia Sassen, dünyadaki en esnek emek piyasalarında ? Güneydoğu Asya’da bile- yerel, sosyal ve kültürel coğrafyanın belirli yatırım kararları üzerinde çok etkili olduğunu söyler. Hudson Vadisi’ndeki IBM yurtdışına kaçamayacak ölçüde bölgedeki satıcı ve dağıtıcı network’ün içine gömülmüştü. Yer, büyük bir güce sahiptir; ve bu, yeni ekonomiyi sınırlayacak bir güçtür.

Esnekliğin üç yapısal özelliğini hatırlayacak olursak:

Kurumların kökten dönüşümü
Esnek üretim
Gücün merkezileşme olmaksızın yoğunlaşması
Bunlardan birincisi için dışarıdan, yani işlediği yerler üzerinden meydan okumak, kısıtlamalar getirmek -örneğin işten çıkarmaları sınırlamak- mümkün görünüyor. Ancak diğer ikisini dışardan düzenlemeye kalkışmak daha zor bir iş.

Dışarıdan müdahale içerden de yapısal bir dönüşümü zorlayacaktır ama şirketleri faydalı yurttaş haline getirme çabasının, -ne kadar değerli olsa da- belirli bir sınırı vardır.

Yer bir coğrafya, politikaya sahne olan bir mekandır; cemaat de o yerin toplumsal ve kişisel boyutlarının toplamıdır. Bir yer, orada yaşayan insanların “biz” zamirini kullanmaya başlamasıyla bir cemaat, bir semt haline gelir. Esnekliğin belirsizlikleri, köklü bir güven ve bağlılık duygusunun olmayışı, en önemlisi de kişinin kendisinden bir şey yapamaması, işi aracılığıyla “hayatını çizememesi” cemaat özlemini harekete geçirir. Bu koşullar, insanları bağlılık ve derinliği başka yerlerde aramaya iter. Ancak bu “biz” savunmacı ve içe kapanık bir cemaat yapısını işaret eder. Günümüzde bu kurgusal “biz”, kapitalizmin yeni ve şiddetli bir biçimine karşı savunma sağlamak için tekrar yaşama dönmüştür. Bütün bunlara rağmen, bu tehlikeli zamir, daha farklı ve olumlu bir biçimde de kullanılabilir. “Ortak kader”den yola çıkarsak, sosyal bir bağ temelde karşılıklı bağımlılık hissinden doğar. Ancak bilindiği üzere yeni kapitalizm bağımlı olmayı lanetler ve kelimenin anlamını negatifleştirir. Halbuki, öteden beri toplumlarda bağımlı olmak var olan ve olumlu kabul edilen bir olgudur.

İkinci bir sorun; bağımlı olmaktan utanç duymanın yarattığı pratik bir sonuçtur. Güven de bu şekilde aşındırılır. Güvenin yok oluşu bütün kolektif yapılar için bir tehdit oluşturur. Güven ilişkileri, asıl olarak, insanların sorun yaşadığı ve yardım ihtiyacının yoğunlaştığı dönemlerde sınanır. Ve yeni kapitalizm yapısal olarak bu güvenin oluşmasını engeller. Örneğin Boston’daki fırıncılar makineler bozulunca çaresiz kalırlar. IBM’de işten çıkarma sürecinden sonra geride kalanlara yalnız oldukları hissettirilerek güven yok edilir.

Güven, karşılıklı sorumluluk ve bağlılık cemaatçilik tarafından sahiplenilmiştir. Ancak bunu sahiplenme biçimi epey sorunludur. Cemaatin içinde çelişkiler olmasının cemaatin birlik duygusunu bozacağı düşünülüyor. Halbuki daha gerçekçi bir bakış, Lewis Conser tarafından getirilmiştir. Conser, sözlü ihtilafların insanları birbirine sözlü anlaşmalardan daha çok bağladığını söyler. Sonuçta insan bu tip durumlarda daha fazla çaba sarf eder ve sonunda anlaşmaya varılsa dahi farklılıklar daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar. İhtilafa rağmen insanların birbiriyle tartışmayı ve dinlemeyi öğrenmesiyle ihtilafın yaşandığı ortam giderek bir cemaate dönüşür.

Yeni kapitalizmle yüzleşecek cemaatleri tasarlayacaksak, insanın karakteri konusunu ele almadan edemeyiz. IBM karakterleri örnek alınabilir: İşten çıkarılan IBM programcıları başarısızlık ve yetersizliklerinin sorumluluğunu birlikte üstlendiler. Bu onlara güç verdi ve aynı zamanda deneyimlerini bir anlatı içine yerleştirmelerini sağladı. Başarısızlığın üstesinden gelebilmek için “sorumluluk” ve “kendine karşı dürüstlük” anlayışı gereklidir. Bu hem basit hem de karmaşık bir şeydir.

Başkalarına karşı sorumluluk hissinin toplumsal bir boyutu vardır. Kişinin kendine verdiği değer başkalarının ona ne kadar güvendiğiyle bağlantılıdır. Kişi kendisine “Bana kim ihtiyaç duyuyor?” sorunu sorarak özgüvenini oluşturur. Karşılıklı ihtiyaç duygusu modern kapitalizmde yoğun saldırı altındadır. “Kazanan hepsini alır” piyasasında karşılıklı ihtiyaç ortadan kaldırılıp güvensizlik aşılanır. Kendisine ihtiyaç duyulmadığını hisseden kişi doğal olarak çevresine tepkisiz hale geliyor.

Modern kapitalizm takım çalışmalarında yüzeysel bir “biz” duygusu yaratmaya çalışır. Karşılıklı güven ve ihtiyaç ilişkilerinden beslenmeyen bu “biz” duygusu “bana ihtiyaç duyan kim?” sorusuna yanıt üretemiyor. Ortada bir tarih var; ama insanlarca paylaşılan bir mücadele anlatısı, dolayısıyla ortak bir kader bulunmuyor.

Esnek kapitalizmin yöneticileri “biz” zamirinden çekiniyorlar. Örgütlü karşı duruşlardan, sendikaların yeniden doğmasından korkuyorlar. Düzenin yeni sahipleri sağlam bir yol olan kariyeri reddediyor; her tür kalıcı ve sürdürülebilir davranıl biçimini inkar ediyorlar.

Değişim kitlesel ayaklanmalarla değil, ihtiyaçlarını birbiriyle paylaşan insanların arasında gerçekleşebilir. Richard Sennett bu ihtiyaçların ne tür bir politik programa hayat vereceğini bilemiyor ancak insanları birbirleri için kaygılanmaz hale getiren bir rejimin de meşruluğunu uzun süre koruyamayacağının altını çiziyor.

Notlar:
[1] İtalyanlar Amerika’daki hakim mezhep olan Protestanlığa mensup değiller; Katolikler.

Kitabın Künyesi
Karakter Aşınması
(Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri)
Orjinal isim: The Corrosion of Character The Personal Consequences of Work in the New Capitalism
Richard Sennett
Çeviri: Barış Yıldırım
Ayrıntı Yayınları / İnceleme Dizisi
Aralık 2012
176 sayfa

2 yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir